Cuma, Kasım 28, 2008

BS Player indir


BSPlayer AVI, MPG, ASF, WAV ve MP3 gibi tüm ses ve görüntü dosyaları oynatabilme yeteneğine sahip popüler bir medya oynatıcı. Bu programın tercih edilmesininbaşlıca nedenleri arasında az yer kaplaması, çok hızlı açılması, arayüzünün Türkçeleştirilebilmesi ve diğer tüm oynatıcıların sahip olduğu özelliklersayılabilir.DivX ve XviD'ler için altyazı desteği olan, skin desteği sunan, görüntü boyutlarını ve oranlarını özgürce ayarlayabildiğiniz bu program ücretsiz sürümününyanında, daha tecrübeli kullanıcılar için paralı sürümlerede sahip.Codec ile ilgili bütün ayarlamaları oynatıcının üzerinden yapabilmenize izin veren BSPlayer, altyazı kullanımı için eksiksiz bir destek sağlıyor. Bunun yanısıra birçok işlemin klavyeden pratik bir şekilde yapılabilmesine imkan sağlayan ve farklı skin'ler kullanmanıza da izin veren bu medya oynatıcı ile DVD'dedahil olmak üzere tüm video dosyalarını oynatabiliyorsunuz.Program içerisinde görüntüye zoom yapabilme özelliği de mevcut. Ayrıca ekstra özellikler arasında Winlirc desteği de bulunmaktadır; bu sayede uzaktankumandanız ile de Bsplayer'i kolayca yönetebilirsiniz.


Tıkla İndir

Rapid Uploader indir


Rapid UploaderSeri ve kolay bir şekilde RapidShare sunucularına upload yapmaktan sıkılanlar için hazırlanmış süper bir yazılım.
Tıkla İndir

türkiye haritası google ekle


Daha Büyük Haritayı Görüntüle

İbretlik Görüntüler


Islam, islami, islamiyet, din, dini, dinimiz, ibret, ibretli, ibretlik, mucize, mucizeler, acayip, acaib, garip, tuhaf, ilginc, gizem, gizemli, enteresan, resim, resimler, foto, fotolar, fotograf, fotograflar, görüntü, görüntüler, klip,

4 BÜYÜK HALİFE BELGESEL İZLE

Hz.Ebubekir Hayatı ( Belgesel )


Hz.Ömer Hayatı ( Belgesel )


Hz.Osman Hayatı ( Belgesel )


Hz.Ali.Hayatı ( Belgesel )


Dört Büyük Halife ya da Hulefa-i Raşidin (Raşid Halifeler veya Dört Büyük Halife) (Arapça: الخلفاء الراشدون‎) İslam Peygamberi'nin (Müslümanlar için Muhammed) vefatının ardından seçimle görev yapmış halifelerdir. Urduca'da Sünni referanslarla dört arkadaş (Arapça: چار یار‎ çar yar) olarak ifade edilmektedir.

Hilafet sırasıyla:

.Ebu Bekir,
.Ömer bin Hattab,
.Osman bin Affan
.Ali bin Ebu Talib
Bazı kaynaklar buna sadece 6 ay gibi bir süre görev yapan Hasan bin Ali'yi de dahil ederler.

Şii kaynaklarına göre hilafet Ali bin Ebu Talib'le başlar ve ardından imamlar gelir.

Halifelerin en büyüğü, Ebu Bekir, İslam peygamberi Muhammed'in en iyi dostudur. Bu yüzden ilk halife Ebu Bekir seçilmiştir. Ebu Bekir'in tam adı Ebu Bekir bin Ebu Kuhafe'dir

Hz Ali hayatı cd izle (Belgesel)

Hz Ali hayatı cd izle (Belgesel)

Hazreti Osman hayatı cd izle (Belgesel)

Hz.Ömer hayatı cd izle (Belgesel)

Hz.Ebubekir hayatı cd izle (Belgesel)

Salı, Kasım 25, 2008

İslamiyetin Doğuşu Çağri CD-1






islamiyetin Dogusu Cagri CD-2



ALLAH ALLAH ALLAH Iman Din Kuran Islam Hz Muhammed Dua Hazreti Muhammed Cevsen ül Kebir Cevşen-ül Kebir Risale i Nur Said Nursi Bediuzzaman tesbihat Abdullah Yegin Abi Cantaci Necmi Abi Mehmed Kikinci Abi Dursun Ali Erzincanli Nihat Hatipoglu Mekkeden Ezan dini film filim din hz hüseyin kerbela mustafa Esma-ül Hüsna evliya evliyalar film türkce Shuraym As Sudays Hatim Duasi Kuran Ziyafeti Süleymaniye Camii Hafız Kerim MANSURİ Hafız Fethi MELİCİ Hafız Abdurrahman SADİEN Dr. Halil İbrahim KUTLAY Hafız Abdulkadir ŞEHİTOĞLU Hafız Ahmet KARALI Hafız Yasir ABDUSSAMED Namaz Hocasi namaz namaz Abdulkadir Şehioğlu / Ali İmran 190 Kur'an Ziyafeti Seytul Enver / İbrahim -28 ALLAH ALLAH ALLAH Iman Din Kuran Islam Hz Muhammed Dua Hazreti Muhammed Cevsen ül Kebir Cevşen-ül Kebir Risale i Nur Said Nursi Bediuzzaman tesbihat ... all » Abdullah Yegin Abi Cantaci Necmi Abi Mehmed Kikinci Abi Dursun Ali Erzincanli Nihat Hatipoglu Mekkeden Ezan dini film filim din hz hüseyin kerbela mustafa Esma-ül Hüsna evliya evliyalar film türkce Shuraym As Sudays Hatim Duasi Kuran Ziyafeti Süleymaniye Camii Hafız Kerim MANSURİ Hafız Fethi MELİCİ Hafız Abdurrahman SADİEN Dr. Halil İbrahim KUTLAY Hafız Abdulkadir ŞEHİTOĞLU Hafız Ahmet KARALI Hafız Yasir ABDUSSAMED Namaz Hocasi namaz namaz Abdulkadir Şehioğlu / Ali İmran 190 Kur'an

GÖRSEL TARİH










ALİMİ RABBANİ MUHAMMED SALİH EKİNCİ HAYATI



1952 Mardin / Kızıltepe’de doğdu. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Yörenin alimlerinden okuyarak hızlı bir şekilde ilerledi ve bu ilerleyişini yörenin en önde gelen alimlerinden (Seyyid Muhammed EL-ARABKENDİ)’den icazet alarak taçlandırdı.



Yüksek tahsilini yanında yapıp icazet aldığı hocasından hemen ayrılmayıp hocasının yaşlanması sebebiyle hocasının yerine geçti.




Henüz genç yaşta bu görevi deruhte edebilecek kabiliyette olduğunu ispatladı. Kendisini sürekli geliştirdi ve yöre alimlerinde pek de görülmeyen bir durum olan, genç yaşta eser vermeyi başardı.

Hoca efendinin kabiliyeti ve kendi sahasında otoriterliği onu tanıyan alimler tarafından itiraf ve ortaya koyduğu şaheser kitaplarla da ispat edildi. Kitapları İslam aleminde kabul gördü ve otoriteler tarafından benimsendi.

Eserleri:
1. Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet
2. Sahabe Dönemi
3. Dehlevi’nin Tasavvuf Anlayışı ve Islahatçı Görüşleri
4. Nebevi Ahlak
5. Sahabeye Dil Uzatanlara Reddiye
6. Allah’a Gidenlere Kılavuz.

Bunların Dışında Arapça ve Türkçe birçok araştırma ve makalesi bulunmaktadır. Arapça kitaplarından bazıları Arap Dili ve Edebiyatına dair (Şerh el-Behcetulmerdiyye). Usulü Hadise dair; (Şerh Nuhbetulfiker) Miras ilmi hakkında bir risale, Münazara ilmine dair bir risale, Misyonerlik ve Dinler Tarihi Hakkında geniş ve derin araştırmaları, ve burada saymadığımız diğer eserleri…

Pazar, Kasım 23, 2008

Hacı Dursun Efendi

Ofun Büyük Alimlerinden Hocaların Hocası Kuveloğlu Hacı Dursun Efendi


Hacı Dursun Efendi - Pınarca Köyü Yukarı Mahalle - İcazet Töreni / 1970

Hacı Dursun Efendi - Pınarca Köyü Yukarı Mahalle - Camii ve Medrese Ziyareti

Pınarca Köyü Yukarı Mahalle Kur'an Kursu İcazet Merasimi / 1970
Of’un Çalek köyünde 1300 H (1883’te) doğmuştur. Babasının adı Yakup efendidir. 1917’de dersiam olmuş Trabzon ve civarında medrese müfettişliği yapmıştır .
İstanbul Süleymaniye Medresesinde tasavvuf, kelam ve fıkıh şubelerinden mezundur. Yazmış olduğu eserler daha çok dini şiir türündedir. Çevirilerini ise değişik anlayışla ele almıştır. En önemli eserleri şunlardır:
1. Muhtarul el Hadis (1. cilt tercümesi) (İstanbul 1964),
Muhtaru’l Ehadis-i Nebeviye tercümesinin birinci cildi olarak basılmıştır.
2. Tevhit ve İşrak (İstanbul 1920)
3. Ahlak ve İnanç Öğütleri (Giresun 1956)
4. Muhtarul el Hadis 1., 2. ve 3. cilt tercümeleri (Hepsi bir arada)
5. Ahiret hakikatleri ve Dirilmek Hikmetleri (Trabzon 1970 (manzum tarzda yazılmıştır).
6-Münkızü’l Felasife ve Muzhirü’l- Hakika (Mekke 1949)
Yazarın “Ahiret dünyadan hayırdır” başlığı ile yazılmış eserinden birkaç beyit :
“Uludur adı ALLAH’IN bütün isimleri hüsna
O’nun efali nuk kemdir, azimdir kudreti ecla,
Buyurmuştur kitabında Cenabı ALLAH
Ahiret çok hayırlıdır, bu dünya fanidir etna,
Ahiret mülkü bakidir bütün nimetleri dain
Evet sağlam imanlıya verir cenneti Mevla
Bu müjdeyi kitabın çoğu yerinde demiştir
Ahiret mümine rahat hayatın etmesi iva”
Çalekli Hacı Dursun Efendi adıyla ün kazanmış olup 27 Şubat 1977’de köyünde ölmüştür. Yazar ve büyük din aliminin yazıp ta basamadığı “Muhtar-ül E Hadis” adlı kitabının daktilo edilmiş 2. ve 3. ciltlerinin dosyası, oğlu Süleyman Efendi tarafından bastırılıp dağıtılması amacıyla bana verilmiş olup ben de birkaç dini kuruma götürdüğüm bu kitabı bastıramayınca vebal altında kalmamak için 1996 yılında İstanbul’daki Of Hayrat Derneği’nin o zamanki genel başkanı rahmetli İsmet Taka’ya “derneğin bu kitabı basmasını sağlaması” amacıyla verdim. Oda bu kitabın dilinin çok ağır olduğunu belirterek düzeltilmesi için birilerine teslim etti. Kitap hala düzeltilemedi (yıl 2004 Aralık ayı).
Dursun Nuri Feyzi Güven, Van’dan göç edip Trabzon’un Of ilçesine bağlı Büyükköy’e yerleşen ve Güveli lakabıyla anılan Abdülaziz efendinin torunlarından Yakup Efendi’nin oğludur. Doğum yerine nispetle Çalekli Dursun Efendi olarak tanınır. Hafızlık yapmaya başladığı yedi yaşında babasını kaybetti. Dokuz yaşında iken Hemşinli Ahmet Efendi’nin yanında hafızlığını bitirdi. Hayrat Hanlut (Dağönü) köyünden olan Karakaş Ahmet Efendi’den onun köyündeki medresesinde Arapça öğrenmeye başladı. Hocasının 1903 yılında ölümü üzerine Çaykara’nın Akdoğan köyüne giderek Tayyib Zühtü Efendi’nin talebesi oldu. Bu sırada annesi vefat ettiğinden tahsiline bir süre ara verdi. Bir müddet sonra hocası Çalek (Sıraağaç) köyüne gelince tahsiline kendi köyünde devam etti. Tayyib Zühtü Efendi’nin birkaç yıl sonra Çaykara’ya dönmesi üzerine İstanbul’a gitti. Bazı medreselerde kısa süre devam etti. Daha sonra tekrar memleketine dönerek eski hocası Tayyib Zühtü Efendi’den tahsilini tamamladı. Hocasının kardeşi Velizade Hasan Hilmi Efendi’den Feraiz ilmini öğrenip icazet aldıktan sonra İstanbul’a döndü. Fatih Darü’l- Hilafet-i Aliyye Medresesi’ne giderek Medrese-i Sahn’ı bitirdi. Buradaki öğretmenleri arasında ünlü Oflu din alimi Mehmet Emin El Ofi veya padişahın huzur hocalarından Mahmut Kamil Efendi’de vardı. Hatta çocuklarına bu hocasının Fatih camisindeki mezarı başında her hafta Cuma günleri Yasin okumasını vasiyet etmiştir. Ancak bu hocasının hangisi olduğu tespit edilememiştir. Başka bir Oflu hocası da Yusuf Şevki Efendi olup ona mensup olan alimler arasında yer almıştır.
Hacı Ferşat Efendi, bir gün, “bana Yakup’un uşağı Molla Dursun’u çağırın” demiş ve onu çağırtmış. Onu okutarak daha sonradan tarikatına almış şeklinde çevrede konuşulmaktadır.
Çalekli Dursun Efendi’nin Süleymaniye Medresesinde eğitim görür. Burada ilk yıl Trah-i Edyan’dan 10, Felsefe-i İslamiye’den 10, Hikmet-i İlahiye’den 7, Kelam’dan 9, İlm-î Nefs’ten 8, Felsefe-i Umumiye’den 9, Mantık’tan 8 ve tasavvuf’tan 8 gibi sınıfının en yüksek notlarından birini alır. Aynı başarıyı ikinci sınıfta da tekrarlar. Burada da yukarda belirtilen toplam sekiz dersten 68, üçüncü sınıfta ise aynı sekizden toplam 74 gibi en yüksek notlardan birini alarak 17 Nisan 1922 tarihinde mezun olur. İlk maaşında 400 kuruş ücret alır.
Dursun Fevzi Güven, bir süre meşihat dairesinde çalıştıktan sonra alay imamlığı yaptı. Ardından Medresetü’l Kudat’tan mezun oldu ve Karadeniz bölgesindeki medreselerin müfettişliğine tayin edildi. 23 Ekim 1923’te bölgenin ileri gelen âlimlerinin de görüşlerine tercüman olmak amacıyla Sebîlür-reşâd mecmuasına gönderdiği bir yazıda, Cumhuriyet ile ilgili makalesi vardı.
Medreselerin kapatılmasının ardından Of’ta açılan İmam- Hatip Mektebi’nde müdürlük yaptı(1925). İki yıl sonra bu görevden ayrılarak Havza’nın dağ köylerinden birine yerleşti. Siyasi gerginliğin azalması ve bazı af kanunlarının çıkmasından sonra (1933 yılından sonra) tekrar Karadeniz bölgesini dolaşarak Trabzon, Giresun, Ordu ve Samsun’da vaazlar verdi. 1938 yılında köyüne dönerek Trabzon Hayrat ilçesi Hundez (Güneşli) köyünde Çaykaralı Tahir Efendi’ye ait medresede gayri resmi olarak İslami ilimleri okutmaya başladı.
Arapça yazdığı bazı risalelerini de yayınlamak amacıyla 1950 yılında hacca gitti. Ancak kitaplarını neşretme imkanı bulamadığı gibi yolculuk esnasında bunlardan bir kısmını kaybetti.
Memleketinde Çaykara’da talebelik yaparken Gümüşhanevi Ahmet Efendi’nin halifelerinden Hacı Ferşat Efendi ve Vizena Ahmet Efendi’ye intisab ederek onlardan hilafet aldı. 1957 yılında İstanbul’da Ali Haydar Efendi’nin de halifesi oldu.
Öğrencileri arasında günümüzün en büyük din alimlerinden Nakşi Şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu, rahmetli Mehmet Rüştü Aşıkkutlu gibi büyük alimler vardır. Bunların yanı sıra Remzi Yavuz, Osman Niyazi Atay, Hüseyin Hatipoğlu, Hüsnü Lostar, Kamil Küçük, Hasan Rahmi Yavuz’da bulunmaktadır. Rize İlahiyat'ta öğretim üyesi Doç. Dr. Salih Sabri Yavuz bu konu ile ilgili olarak "Çalekli Dursun Efendi isimli yazınızda öğrencilerinden bahsederken Çaykaralı Hasan Rami Yavuz'u da onun talebeleri arasında gösterdiniz. Eğer bundan maksadınız feyz şeklinde manevi bir öğrencilik ise doğrudur. Ancak İslami ilimlerin tahsili anlamInda ise bu bilgi tashihe muhtaçtIr, isabetli değildir." şeklinde bir düzeltme göndermiştir.
Hasan Fehmi Akce’nin anlattıklarından “1947 yılında dedemle birlikte Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Efendi’nin yanına gittim. Hocası olan Hacı Dursun Feyzi Güven Efendi’de oradaydı. Dursun Efendi, dedem Mehmet Çavuş’a hitaben: “Biraz eksikliklerim var. Mehmet Rüştü efendi’den onları telafi etmeye telafi edeceğim.” Mehmet Efendi güldü. “Hayır, benim eksiklerim var onları tamamlayacağım.” Dursun Efendi tekrar “İkimiz birbirimizi tamamlayacağız” dedi.”
2004 Temmuz ayı itibarıyla İstanbul’da Of-Hayrat Dağönü Köyü derneği başkanı olan Şükrü Kaya’nın Hacı Dursun Efendi ile ilgili bir anektodu şöyledir:
“Benim çocukluğumda (1963-1964 yılları arasında) ben 14 yaşlarındayken rahmetli babaannem Saliha Kaya, bohçaya radyoyu sararak Hacı Efendi’ye radyoyu götürmemi isterdi. O zamanlar radyo her yerde yoktu. Bizde pilli radyo vardı. Başka yerde olmadığından yaz aylarında bizim köyümüzde yatılı talebelere ders vermeye gelen Hoca Efendi, radyoyu alırdı. Ama babaannem radyoyu bohçaya sarardı ki kimse görmesin, hoca radyo dinliyor diye dedikodu olmasını istemezdi. Ama hocam bir gün radyoyu sardığımı görünce bana kızarak radyoyu sarmamamı, bilakis açık olarak elimde tutmamı istedi. Amacı radyoyu dinlemenin günah olmadığını, insanların dünyadaki gelişmelerden haberdar olması gerektiğini demiş idi. Bu uygulamayı köyümüzde açık ve aleni olarak yaptığımızda hem dünyadan haberdar olduk, hem de köyde dedikodu yapmaya fırsat bulamamış olduk öte yandan Hacı Dursun efendi, her Cuma günün sabahı Hanlut köyünün bir mahallesi olan Varhali mahallesinde bir mezarı ziyaret ederdi. Sonradan araştırdığımızda bu mezarın Karakaş Mehmet Efendi’nin mezarı olduğunu öğrendik.”
Hacı Ferşat Efendi, bir gün, “bana Yakup’un uşağı Molla Dursun’u çağırın” demiş ve onu çağırtmış. Onu okutarak daha sonradan tarikatına almış şeklinde çevrede konuşulmaktadır.
Çalekli Dursun Efendi hakkında başka anektodlar vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Öğrencilerinden Ali Sabit Salihoğlu’nun anlattıklarından; “Birkaç arkadaş ile Hoca efendinin Çalek köyünde bulunan evinin ikinci katındaki misafir odasında kendisini ziyarete gitmiştik. Hoca efendi henüz misafir odasında değildi. Birden bir sarsıntı hissettik. Deprem oluyor diye heyecanlandık. O esnada odada bulunan Hoca efendinin oğlu Süleyman Efendi, “heyecanlanmayın. Heyecanlanacak bir şey yok. Babam şu anda alt kattaki odasında zikir ediyor. Yaptığı zikir esnasında ev her zaman zelzele oluyormuş gibi sallanır, bu geceye mahsus bir olay değildir” diyerek bizi teskin etti.”
Çalekli Dursun Efendi’nin oğlu merhum Hacı Mahmut Efendi’nin anlattıklarından; Nasıl ki kainatın efendisi ilk dört kişi olan Ebu Bekir, ali, Hatice ve oğlu Zeyd (r.z.) anhum ile islama davet ederek kabul eden bu dört sahabe işe başlamış ise biz de dört kişi ile 1941 yılı itibarıyla sonradan İkizdere müftüsü olacak olan Varda (Güneyce) İkizdereli Hafız Memiş Atay, sonradan Yozgat müftüsü olan meşhur kurralardan Hafız Hüseyin Hatiopoğlu ve Efendi’nin büyük oğlu Mahmut Güveli ve İkizdere ilçesi Varda (Güneyce) li meşhur kurra Hafız Hayrullah Atay’ın oğlu Hafız Osman Atay ile Hayrat ilçesi Hundez (Güneşalan) Hacı Tahir Efendi medresesinde başladık, başladık ama bizim için ne gece var ne gündüz. Bir taraftan lugat, bir taraftan sarfın alfabesi mesabesinde olan emsile okuyoruz. Öbür taraftan hocamız Dursun efendi, Gülderen köyünün yukarı kısmı Humruk mahallesi, Hundez köyü ve Harvel (Kireçli) köyünde küçük kız ve erkek çocuklarla (iki yüzden fazla) gece gündüz demeden uğraşıyor, akşam ile yatsı arası köy cemaatına kıraat ve kısa sürelerin ezberlenmesi ve namazın şeklini talim ediyor. Yatsı namazından sonra gece saat on ikiye kadar bizimle tekrar tekrar okutma ve mükaleme yapılırdı. İki sene böyle can dayanması mümkün olmayan bir çalışma devam ediyor. Arapça talebeleri kısmen artıyor, dersler yükseliyordu. Hocamıza ilerleyen talebeler aşağı kısımdakilere yardım ediyor ve küçük çocuklara bir taraftan okutacak hocalar tutuluyordu. Öğrencilerden yardımcı olanlar oluyor ama hummalı bir çalışma temposu artık semeresini vermeye başlıyordu. 1942 senesinin bir pazartesi günü. Hayrat’ın pazarı. O zaman çok büyük bir pazarcılık olurdu Hayrat’ta. İşte böyle bir kalabalık hafta günü Memiş Atay Efendi, camide vaaz-ı nasihat ediyor, büyük bir etki yapıyor. Çünkü 15 senedir havalide besmele aleni olarak besmele bile çekilememişti. Bir mollanın nasihat etmesi, bir aşrı şerif okuyanın yok olduğu bu anda 28-30 yaşlarında siyah sakallı, parlak yüzlü bir mollanın nasihat etmesi, büyük bir bombadan daha tesirli iz bırakıyor.
Ne ders okutan Hacı Dursun Efendi, usanmak, yorulmak biliyor ve nede öğrenciler. Yakacak bir şey yok, gaz yağı yok, yiyecek yok, istediğimiz gibi ekmek yok. Fasulye turşusundan başka katık yok. Hele bir aslen Termeli olan Sürmeneli Hasan Kır vardı. Bize biraz yemek yiyelim dediği zaman biz adam gibi yemek yiyeceğiz zannederdik. Halbuki yemek dediği bir hafta evvel bir cemaatın verdiği taş pilekide pişmiş kurumuş bir ekmek ile bir yaban biberi idi. O günkü öğrencilerin yüzde sekseni böyle idi.
Hopşeralı Hasan Efendi, Çalekli Dursun Efendi’yi iki katlı bir ev yaptırmakta olduğunu görünce ona maniyle takılır. Der ki:
“Çalek’in müderrisi
Oldu dünya herisi
Iki kat bina yapmaz
Peygamberler varisi”
Bu maniye üzülen Dursun Efendi, dünya hırsı taşıyan bir alim olmadığını ve yaptığı bu iki katlı evin aslında kendisi için değil de buraya okuma amaçlı gelecek olan öğrenciler olduğunu belirtir. O zaman Hopşeralı Hasan Efendi, “Ha, o zaman caizdir” demiştir.
Dursun Efendi’nin de şiirle dersleri vardır. Bunlardan birinde :
« Günümüz alimleri
Yediler alemleri
Kesp, bu kazanç gördükçe
Kan akıttı kalemleri »
Dursun Efendi, bu dörtlüğü demekle paranın ucunu gören alimler her türlü değerlere saldırmaktadır diye düşünmekte idi. Acaba ölmeden evvel « para hırsıyla yanıp tutuşan bazı günümüz alimlerini önceden ifade etmek mi istemişti ?
“Çalekli Dursun Efendi’nin babası Yakup Efendi, Hokkabazlardan 17 leşi olan Abdullah’ın kızını ister. Abdullah, çevresinde makbul adam sayılmazdı. İçki kumar, kabadayılık, eşkıyalık yani ne ararsan vardı. Yakup Efendi’nin çevresi, o adamdan kız istemesini istemezler. Çünkü kendisi o yaşta bile çok hürmet edilen bir adamdı. Hacı Tahir Efendi, iki haftada bir Of’a vaaz vermeye giderken yanında kalırdı. Buna rağmen Abdullah, kızını Yakup Efendi’ye vermez. Herkes bu duruma şaşırır. Kadı bile bu olayı duyar ve Yakup Efendi’ye rast gelince olayın doğruluğunu sorar. Oda doğru olduğunu belirtip kızı sevdiğini söyler. Kadı ise ona kızı alacağını der ve Kel Abdullah’ı arar. Sonunda bulur ve ona “derhal kızını Yakup’a ver” der. Bir tek kadıdan çekinen Kel Abdullah bu duruma itiraz edemez ve kızını Yakup Efendi’ye verir. Yakup Efendi’nin evlendiği bu kızdan bir türlü erkek evladı olmaz. Bir gün yanına gelen Hacı Tahir Efendi, Yakup Efendi’ye “bak erkek evladın olmadı ama yakında olacak” der. Gerçekten kısa zaman içerisinde Yakup Efendi’nin karısı hamile kalır ve erkek evlad doğurur. Diğer evlatlar yaşamadığı için buna Dursun adını koyarlar. Bebek 40 günlük olduğunda Hacı Tahir Efendi gelir ve onu kucağına alarak sever.
Çalekli Dursun Efendi, bir Ramazan ayında imamlık yapmak ve bol kazanç elde etmek için bir molla arkadaşıyla beraber Rusya’ya gider. O zamanlar Rusya’da Müslüman köyler imamları olmadıkları için Ramazan ayında gelen imamlara iyi para veriyorlardı. Tam bir köye giderek köylülerle anlaştılar ki Ruslar ile Osmanlıların savaşa başladıklarını ve sınırların kapatılacağını, Rus tarafında kalanların esir olacağını duyunca hemen geri dönmeye çalışırlar. Ancak ellerinde hiç para kalmaz. Dönüşte Batum’a geldiklerinde hem aç hem parasızdılar. Bir yerde eğlence sesi duyunca oraya gidip bakarlar. Bakarlar ki bir düğün güreşi dolayısıyla iri yarı bir Rus, önüne geleni yeniyor ve kendisini yenecek olana daha çok para vaat ediyordu. Artık, Rus’a karşı kimse çıkamaz olmuş. Dursun Efendi, ben çıkacağım diye yanındaki arkadaşına söylenince o kızmış. Çünkü kaç zamandır aç ve çelimsizi idi. Güreşçi değildi. O Rus’un yanına gider ve teklifi kabul eder. Rus ise ona “yahu sen güreş bilmezsin, git işine” der. O ise “sen merak etme” der. Sonunda meydanda kapışırlar. Rus, Hacı Dursun Efendi’nin belini sarar. Dursun efendi, kıpırdayamaz olur, nefesi soluğu kesilir. Sonra Dursun Efendi bir silkelenir ve Rus’u kaldırıp yere vurur. Rus yere serilince bir taraftan da yellenince herkes güler. Herkes şaşkınlık içerisindedir. Rus ise ona “yahu bu molla işi değil, inandığın Allah’ının işi ” der. Dursun Efendi ise “evet, parasızdım, sen belimi kavrayınca dua ettim. Allah’ım beni Rus’a yendirme” diye” dedi. Oradan parasını aldı ve Türk sınırından içeri girdiler. Kısa zaman sonra da sınırlar kapatıldı.”
Üç hanımından on çocuğu olan Hacı Dursun Efendi, 22 Şubat 1977 tarihinde Of’taki köyünde vefat etti. Mezarı köyündedir.
“Karadeniz bölgesinde Çalekli Dursun Efendi diye meşhur oldu. Bölgesinde ehl-i sünnet îtikâdını yaymak için büyük bir gayretle çalıştı. Hacı Dursun Efendi’nin tesirleri o bölgede hala devam etmektedir.”

NOT. yazının dipnotları, kaynakları ve resimleri yakında çıkacak olan Türkiye'de Oflu Hoca İmajı Veren Din Adamları" adlı kitabımda olacak

İsmail Ağa Cemaati

İsmail Ağa Cemaati, İstanbul Fatih'te Çarşamba semtindeki İsmail Ağa Camii merkez olmak üzere bir topluluk oluşturmuş Nakşibendiliğe bağlı bir cemaat. Manevi olarak cemaatin lideri, cemaat üyeleri tarafından "Efendi hazretleri" olarak tanınan Mahmut Ustaosmanoğlu'dur. Cemaat kendini, ehli sünnet vel cemaat yolundaki Müslümanların bir ilim ve kardeşlik cemiyeti olduğunu iddia etmektedir.

Bu silsiledeki zatlarla ilgili bilgiler muhakkak ki bu kadar değildir. Bundan dolayı bu hususlarda geniş bilgi edinmek isteyenler kaynaklara yönelmeli ve araştırmalıdırlar. Ayrıca aşağıda isimlerini saydığımız silsile-i sâdat mensubu olan zatların tamamı zâhirî ilimlerden de icazet sahibidirler. Gerek konumuz işin o yönünü araştırmak olmadığından, gerekse mevzu çok uzayacağından dolayı bunları zikretmek lüzumunu hissetmedik. Merak edenler gerekli araştırmaları yapabilirler.
Nakşibendî Tarikatı silsilesinin tamamı zâhir ve bâtın ilmine vakıf ve bu ilimlerden icazetname sahibi olduklarından dolayı tarikatin neşrinde aklî ve naklî ilimlere riâyet ederek, Kur’an ve sünnete ittibada çok büyük bir hassasiyet göstermiştirler. Bundan dolayı Nakşibend-i tarikatinin önderleri irşad ile görevlendirilecek kişilere ilk önce ilmi şart koşmuşturlar.

Bu şekilde bir hassasiyetle asırlar boyu şekillenen bu silsile, bidat ve hurafelerden uzak kalmaya büyük gayret göstermiş ve müntesiplerini de sapıklık cereyanlarından korumanın gayretinde olmuştur

Silsile-i Şerife
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Hz. Ebu Bekiri Sıddık
Hz. Selmanı Farisi
Hz. Kasım İbni Muhammed İbni Ebu Bekiri Sıddık
Hz. Caferi Sadık
Hz. Ebu Yezidi Bistami
Hz. Ebu Hasanı Harakani
Hz. Ebu Aliyyül Farimedi
Hz. Yusuf Hemedani
Hz. Hace Abdülhalik Gücduvani
Hz. Arifi Rivgeri
Hz. Mahmud İncîril Fağnevî
Hz. Ali Ramitanî
Hz. Muhammed Baba Simasi
Hz .Emir Külâl
Hz. Şahı Nakşibend Muhammed Bahaeddin Uveysiyyil B...
Hz. Alaaddin Şeyh Muhammed Attar
Hz .Yakub Çerhil Hisari
Hz. Şeyh Ubeydullahi Ahrar
Hz Şeyh Muhammed Zahid
Hz Şeyh Muhammed Derviş
Hz Hacegi İmkeneki
Hz. Şeyh Muhammed Baki
Hz. İmamı Rabbani Müceddidi Elfi sani Ahmed Faruk ...
Hz. Muhammed Masum
Hz. Şeyh Seyfüddin
Hz Seyyid Muhammed Bedayuni
Hz. Şemseddin Canı Cananı Mazhar
Hz. Şeyh Abdullah Dehlevî
Hz. Mevlâna Ziyaeeddin Halidi Bağdadi
Hz. Ahmed ibni Süleymani Halidiyyi Hasani Ervadî
Hz. Ahmed Ziyauddin ibni Mustafa Gümüşhanevi
Hz. Hasan Hilmi İbni Abdullahi Kastamoni
Hz. İsmail Necat İbni Muhammed Zağferanboli
Hz. Ömer Ziyaiddin Zekiyyibni Abdullahi Dagistani
Hz. Mustafa Fevzi Emrullahi Tekfurdaği
Hz. İbrahim Hakkı Ferşadil Ofî
Hacı Dursun Efendi
Mahmud Ustaosmanoğlu (K.S.)

Perşembe, Kasım 20, 2008

ŞEYH MUHAMMED HAZNEVİ (K.S.) HAZRETLERİNİN VASİYETNAMEYİ ŞERİFİNİN TERCÜMESİDİR.

( Bu zarf ancak kardeşlerimin,alimlerin ve hazır bulunan cemaatın huzurunda açılacaktır.Açıldıktan sonra muhtevasının mümkünse Üstad Molla Abdullah veya Molla Ali El-Esvet ya da bu işe ehil olan kişilerden birisi tarafından okunmasını arzu ve temenni ederim.

Bu zarfın içinde vasiyetimin olduğuna ; Abdülaziz Atakul,Molla Ebu Zeyd, Molla Selim Dağ, Molla İzzeddin Ankara, Hacı Şevket ve Hacı Mustafa'ları şahit kıldım. )

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle;

Yüce zatı şerifinden başka baki olmayan ve kendi mülkünden başka daim olmayan Allah'a hamd ; kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan Resul-ü Ekrem'ine ve O'nun mübarek izini takip ederek yoluna devam eden pak Ehl-i Beytine ve güzide Ashabına salat ve selam olsun.

İhtiyaçtan münezzeh olan Allah'a muhtaç,O'nun fakir kulu olan ben Şeyh İzzeddin El-Haznevi Hazretlerinin (k.s.) oğlu Muhammed, saygıdeğer babamın; 'Tarikatın yükü büyüyüp ağırlaştıkça,vefatımdan sonra bu Nakşibendi Haznevi tarikatı aliyesinin durumunun nasıl olacağını düşünmekle fikrim sürekli meşgul olmuştur.' diye buyurduğu gibi ; ben de aynı dert ve keder içerisinde,benden sonra bu ağır yükü kimin taşıyacağı hususunu fikretmeye tüm çaba ve gayretimle yöneldim.

Saygıdeğer babamın anısına ve kardeşliğin hukukuna sadakat göstergesi olarak,bu davayı sürdürecek olanların onun (Şeyh İzzeddin) oğullarından birisi olması için ne kadar çaba ve gayret sarf ettiysem de istediğim olmadı.Nitekim; 'İnsanoğlu arzuladığı her şeyi elde edemez.Zira gemilerin istemediği yönden de rüzgarlar eser.' buyurulmuştur.

Benden sonra kardeşlerimden birisini yerime halife tayin edebilmem için, onların benden el almalarının gerekliliği hususunu, çoğu zaman validem ve kız kardeşlerimle birlikte, bazen açıkça bazen de ima yolu ile onların gündemine getirdim.Fakat ne yazık ki tüm bu çabalar olumlu yönde bir netice vermemiştir.

Hatta onların aileleri bile benden tarikat alıp,ahitlerini yenilememişlerken benim onlara hilafet vermem,Nakşibendi tarikatının adabına aykırıdır.Ayrıca olayların bu şekilde cereyan etmesi beni derinden yaralamıştır.Ancak elden bir şey gelmeyince bize;'İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun' (Bizler Allah'ın mülküyüz ve O'na döneceğiz.) demekten başka çare kalmamaktadır.

Ben Allah'ın fakir kulu olarak,tüm istihare ve istişarelerden sonra,iyilik olması temennisiyle,zaafıma rağmen ferasetimi kullanarak,bu hayli önemli ve tehlikeli (hassas) olan davanın, en iyi ve hayırlı şekilde Şeyh Hazretlerinin (k.s.) ailesinden de olması hasebiyle oğlum Muhammed Mutaa tarafından, emekliyerek de olsa yürütülmesini uygun gördüm.

Çünkü o başkalarına göre bana en çok refakat eden,benimle beraber en çok oturup kalkan olduğundan dolayı ahlakımı da en iyi bilendir.Şeyh Hazretlerinin fakirhanesi olan bu dergahın kadir ve kıymetinin yüceltilmesi yolundaki çalışma prensiplerimi en iyi kavrayanın o olduğunu bildiğim gibi, Şeyh Hazretlerinin aile fertlerinden sevgimi esirgemediğimi,onları nasıl idare edip,tüm zorluklara rağmen çilelerine nasıl katlandığımı da en iyi bilendir.Yukarıda sözü edilen tüm hususiyetlere ilave olarak kendisine,Yüce Allah'tan muvaffakiyetler diler;üstünlük gütmeden nefsini başkalarına göre en küçük görmesini ve halini daha iyiye değiştirmesini temenni ve niyaz ederim.

Bunlardan dolayı kendisine Nakşibendi Tarikatında halifelik verdim.Bu yolda irşad (yol gösterme), teslik (yetiştirip eriştirme) ve teveccüh (manevi yönlendirme) hususlarında vazifeli olmak üzere,kendim bu hususlarda ehil olmasam da oğluma izin vererek,benden sonra onu halife olarak tayin ettim.

Vasiyetlerim konusunda bahsi geçen bütün hususlara sımsıkı sarılmasını, Allah'tan korkmasını,dini-dünyevi, küçük-büyük tüm işlerinde Allah'ın rızasını gözeterek niyetini halis tutup,Şeriat-ı Muhammediye'ye ve Sünnet-i Seniyye'ye bağlı olmasını,haram ve yasaklardan kaçınıp,mümkün oldukça nefsin heves ve arzularından uzak durmasını kendisine tavsiye ediyorum.

Nakşibendi Tarikatının adabında hiçbir değişiklik ve reformculuk yapmadan devam etmesini;'Bu zamanın ihtiyaçlarına göre falan adapta şöyle veya böyle değişikliklerin yapılması daha iyi olacaktır.' diyenlerin sözlerini hiçbir şekilde dinlememesini de özellikle tavsiye ediyorum.

Ayrıca ilim öğrenip-öğretmekle iştigal etmesini,ilmi yaymakla ilgilenmesini, Şeyh Hazretlerinin dergahında ilim öğrenip-öğretmenin devam etmesi ve özellikle kardeşlerinin eğitimi konusunda gereği gibi titizlik ve özen göstermesini tavsiye ediyorum.

İnsan kalabalıklarının etrafını sarıp, toplandıklarını ve kendisinden istifade ettiklerini gördüğünde bu durumdan kendi nefsine bir paye çıkarmamasını da tavsiye ediyorum.İşin doğrusu;kendisinde zuhur eden bu gibi nimetlerin, şan ve şeref gibi şeylerin Şeyh Hazretlerinin(k.s.) teveccühünden ibaret olduğunu bilmesi gerekmektedir.Aksi takdirde helak olup,kaybolanlardan olur.

Ayrıca Şeyh Hazretlerinin dergahına,tüm aile fertlerine ve özellikle amcalarına karşı son derece vefalı ve hürmetkar olmasını,onları ve kardeşlerini aşarak üstünlük gütmemesini tavsiye ediyorum.Kesin olarak bilmelidir ki benim ve babamın bu nasihat ve vasiyetlerimizle amel ederse;kendisi eksik dahi olsa Allah onu muvaffak edip,hayırlara vesile olan bir insan ve kamil bir örnek kılacaktır.

Şayet benim vasiyetimi yerine getirmezse; tarikatın kendisinden alınmasına, Şeyh Hazretlerinin adabının ölmesine ve bir çok memleketlerden silinip kaybolmasına sebebiyet vermiş olacaktır ki (Allah göstermesin) bu suçun ve felaketin vebalini tahmin ve takdir edemeyecek bir kişi değildir.Allah onu muhafaza buyursun.

Sözün hülasası; eğer şahsi menfaatlerini ön planda tutmasa,sadece kendi aklına ve idaresine güvenmese ve kendisini diğerlerine göre üstün görmese muhakkak ki Allah(c.c.) ve Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.) ve Nakşibendi Sadatları (k.s.) ve babam Şeyh İzzeddin (k.s.) hazretleri kendisine yardım edip,hem dünya hem de ahiret yükünü kolaylaştıracaklardır.Aksi halde onu kendi başına terk edip,hiçbir işi göremeyen ve yapamayan bir kişi durumuna düşüreceklerdir.

Buna göre kendisine tarikatta halife yetiştirmeye izin verdim.Ayrıca tarikatın murakabe, nefiy, isbat, tehliller, teveccüh ve diğer husus ve tanımlamalarını da Üstad Molla Abdullah'tan öğrenmesini ve babamız Şeyh Hazretlerinin(k.s.) bana olan vasiyetiile amel etmesini kendisine tavsiye ederim.

Bu konuda alimler ve havas olanlardan ,Muhammed Mutaa 'nın görevinde kendisine gerekli yardımın takdim edilmesi hususunu arz ve rica ederim. Muvaffakiyet Allah(c.c.)'tandır.

15/ Aralık / 2004 Çarşamba
Şeyh İzzeddin'in oğlu Muhammed EL-HAZNEVİ
( İmzaları arapça orjinalinde mevcuttur

İgra dan sizlere bir hediye (Allah Ondan Razı olsun)

s.a kardeşim

Nasılsınız kardeşim iyimisiniz.Bende bu konuda yazmak istedim arzu ederseniz silebilirsiniz hangi konu ağırlıklı olduğunu bilmediğim için düzeltmede yapabilirsiniz silebilirsinizde saygılar.....Kendinize iyi bakın Rabbim yar ve yardımcınız olsun inş En güzele emanetsiniz Kardeş listeme ekledim sizi....

Başörtü yasağı kalkmalı

Kur;an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Mümin kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, görünen kısmı hariç, ziynetlerini göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar örtsünler!) [Nur 31]

Başörtüsü ve örtünme emri, farz olduğu "müslümanlar" tarafından kesin olarak bilinen bir emirdir; bu konuda hiç bir şüphemiz yoktur ve müslümanlar bu emri severek yerine getirirler. Çünkü onlar Allah`ın ve Rasulunün emirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar ve "şiddeti her tarafa yayılacak olan büyük bir günün azabından" korkarlar.
İşte Anadolu Kurtuluş Savaşı`nda kağnıyla cepheye mermi taşıyan başörtülü ninelerimiz, işte köyüne saldıran düşmana satırla girişen Nene Hatunlar, işte örtüye uzanan bir düşman eli sebebiyle Maraş`tan Güneydoğu Kurtuluş hareketini başlatan Kahraman Maraş halkı ve işte "İstiklal Marşımızın yazarı" büyük şair, büyük insan Mehmet Akif Ersoy ve onun iki dizesi...:
Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne;
Acırım tükrüğe billâhi tükürsem yüzüne!
müslümanın inaçları için kapanması ve örtülü bir şekilde okuması çalışması sorun oluyor...Rabbim hakkımızda hayırlısını versin inş...

İstihare İstişare

Anadolu´da yaşayan büyük velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün akşam yakındı. Hacım Sultan kalkıp abdest aldı. Akşam namazını kıldı. Sonra Yâsîn-i şerîf, Vâkıa, Enbiyâ, İhlâs, Fâtiha ve Bekara sûrelerini okuyup, Peygamber efendimizin mübâ­rek rûh-ı şerîfine, âline, eshâbına evliyânın rûhuna sevâbını bağışladı. Sonra yüz kere salevât, bin kere istiğfâr getirdi. Niyet eyledi: "Burada kalmak uygun mudur?" dedi. Bir mikdâr uyudu. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü ve mübârek elini öptü. Bu esnâda Peygamber efendi­miz; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin yerin burası değil. Senin yerin Susuz denilen yerdir. Allahü teâlânın emri ile var, orada yerleş. Hem bu kavim sizi sevmedi. Sana kasdederler. Benim evlâdıma kasdedenler, kötülük düşünenler yarın kıyâmet gününde yüzleri kara olup, benim şefâatimden mahrum olurlar." buyurdu.

Hacım Sultan uyanınca, yanında bulunan Derviş Hacı´ya; "Rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. "Senin yerin Susuz denilen yerdir." bu­yurdular. Yalnız senin yerin burasıdır. Sen burada kal. Ben oraya gide­ceğim." dedi. Derviş Hacı; "Aman Sultanım! Ben senden nasıl ayrılırım?" deyince, Hacım Sultan; "Hayır bu, böyle olacak. Allahü teâlâya emânet ol." diyerek yola çıktı. Hacım Sultan aleyhine çalışan topluluk, onu öl­dürmek için geldiğinde, Hacım Sultan´ı yerinde bulamadı. Elleri boş dön­düler. Sonra bunlar, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak bir hastalığa yakalandı ve birçoğu öldü.

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyur­dular ki: "İstihâre eden kaybetmedi, istişâre eden pişman olmadı."

Meşhûr velîlerden, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Ta- kıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Şam Nâibi Ay- doğmuş?un, sıkıntı vermesini Şeyh Behâeddîn şöyle anlatır: ?Nâib ile Ta- kıyyüddîn Sübkî arasındaki anlaşmazlık çok ileri safhaya varmıştı. So- nunda Takıyyüddîn Sübkî, kâdılıktan ayrılmaya karar verdi. Selâhiyye Medresesinde ders verdiği yere gitti. Burada odasına girdi. Kapıyı kapa­yarak, kâdılıktan ayrılması husûsunda istihâre yapacaktı. İki rekat namaz kılmaya başladı. İkinci rekatin ikinci secdesinde iken bir ses duydu. Bu ses; ?Her insan için, önünden ve arkasından tâkib eden melekler vardır. Onu Allahü teâlânın emriyle korurlar. Muhakkak ki Allah, bir topluma verdiği nîmeti, onlar kendilerindeki iyi hâli fenâlığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allahü teâlâ bir kötülük diledi mi, artık onun geri çevrilme­sine hiçbir çâre yoktur. O toplum için (kendilerine yardım edecek) Allahü teâlâdan başka bir yardımcı da yoktur.? meâlindeki Ra?d sûresi on birinci âyet-i kerîmesini okuyordu. Bunun üzerine kâdılık vazifesinden ayrıldı. O zaman emîr, Bedrüddîn Genkilî bin Bâbâ idi. Takıyyüddîn Sübkî ile Ay- doğmuş arasındaki meseleye o da üzülmüştü. Takıyyüddîn Sübkî´yi çok seviyordu ve onu haklı buluyordu. Fakat Aydoğmuş gibi bir devlet ada- mını da görevden almak bâzı sebeplerden dolayı zordu. Bedrüddîn Genkilî, Takıyyüddîn Sübkî için; ?Eğer o, Allahü teâlâ indinde kıymetli bir kul ise, cenâb-ı Hak onu bu sıkıntıdan kurtarır ve rahata erdirir? diyordu. Kısa bir süre sonra, Aydoğmuş?un âniden ölüm haberi geldi. Bu ölüm haberi Takıyyüddîn Sübkî?ye ulaşınca ağladı. Sonra kalkıp namaz kıldı.?

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "İstişâre (danışma) husûsunda ne dersin?" de­dikleri zaman; "Emin, îtimâd edebilecek kimseden başkasına güvenme!" cevâbını vermiştir. "İstişarede söylenen söz, nasîhat hakkında ne tavsiye buyurursunuz?" diye sorulunca: "Söyleyeceğiniz sözü önce kendi nefsi­nize tatbik edin, bu takdirde, durumunuz ne olur? Onu göz önüne alın, ondan sonra, söyleyeceğinizi söyleyin ve tavsiyenizi yapın. Böyle yapar­sanız, doğruyu ve isâbetli olanı bulmanız mümkün olup, kendinizi yanlış söylemekten koruyup, herkes yanında güvenilen ve îtimâd edilen, görüş sâhibi bir kimse olursunuz." buyurdular.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dör­düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesi şöyle anlatmıştır: "Emîr Külâl´e hâmile iken, şüpheli bir lokma ye­sem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı mîdemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davran­dım."

Sâlih bir zât olan babası Seyyid Hamza, Medîne´den gelip, Buhârâ´- nın Efşene köyüne yerleşmişti. Bir defâsında, devrinin en meşhûr velîsi Seyyid Atâ beraberinde zamânın en meşhûr zâtlarıyla, büyük bir cemâat hâlinde, Emîr Külâl hazretlerinin babası Seyyid Hamza´nın bu­lunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Atâ´nın her ne zaman oraya yolu düşse, evvelâ dosdoğru Seyyid Hamza´nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görü­şürdü. Yine bir defâsında Efşene köyüne uğramış ve Seyyid Hamza´nın yanına gel- mişti. Bu gelişinde ona bir müjde verip; "Ey kardeşim! Allahü teâlâ sana şânı pek yüce olacak bir evlât verecek. Cihân, baştan başa onun hizme- tine girecektir. Bu çocuk doğduğu zaman, ismini Emîr Külâl koy!" dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza´nın bir oğlu oldu. Seyyid Atânın işâreti üzerine, ismini "Emîr Külâl" koydu.

Seyyid Emîr Külâl hazretleri; Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî´nin yanında, Semmâs´ta bulunduğu sırada, orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında anlaşmazlık çıkmıştı. İş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve tarafdârları, kırılan di­şin diyetini almak için hâkime mürâcaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye danışalım, kendi başımıza iş yap­mayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arzettiler. "Kırılan dişi ve­rin." buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan Emîr Külâl´e kırık dişi verip; "Evlâdım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin." buyurdu. Emîr Külâl, evliyânın rûhâniyetini vesîle kılıp, Allahü teâlâya duâ ederek, kırık dişi yerine koydu. O anda, duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla bir­likte, yaptıklarına pişmân olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kitapta okudum: İstişâre etme- yen pişman olur. Kendisini başkalarına muhtaç görmeyen, kendi bildiği gibi hareket eder."



BÜYÜKLERE DANIŞIN



Ubeydullah-ı Ahrâr, Hak âşığı bir velî,

Sohbeti, insanlara, olurdu fâideli.



Şefkat ve merhameti, pekçoktu yârânına,

Her kimin derdi olsa, koşup gelirdi ona.



Kim düşse sıkıntıya, dünyâ ve âhiretlik,

O işin hâlli için, ona gelirlerdi ilk.



Yanına giren herkes, kederli olsa da pek,

Çıkıyordu mutlaka, neş´eli ve gülerek.



Öyle emir almıştı, çünkü o, üstâdından,

Girenler, sevinç ile, çıkıyordu yanından.



Buyurdu: "İnsanların, rızkını cenâb-ı Hak,

Kullarının eliyle, verir âdet olarak.



Her kim bol bol verirse muhtâçlara malını,

Çoğaltır Rabbimiz de, ona ihsânlarını.



O kısarsa, Allah da, ona kısar şüphesiz,

Yâni ihsân edene, ihsân eder Rabbimiz."



Bir gün de buyurdu ki: "Allah adamlarının,

Yalnız zâhirlerine, bakmayın aman, sakın!



Aldanır büyüklerin, dış hâline bakanlar,

İstifâde yerine, görürler büyük zarar.

Zîrâ cenâb-ı Allah, "İnsanlık sıfatları",

Altında gizlemiştir, dünyâda bu zâtları.



Kureyş kâfirleri de, Allah´ın Resûlünün,

Zâhirine bakarak, aldanmışlardı o gün.



Derlerdi ki: "Bu nasıl peygamberdir, şaşılır,

Bizim gibi yer içer, sokaklarda dolaşır."



Lâkin îmân edenler, O´na, peygamber diye,

Bakarak kavuştular, rızâ-i İlâhîye."



Buyurdu ki: "Îmânın, sûret ve aslı vardır,

Bu bâbda, bir büyük zât, şöyle buyurmuşlardır:



"Senelerdir îmânı, anlattım zaman zaman,

Ve lâkin üçü beşi, geçmedi tam anlayan."



Bu sözün hikmetini, hocamdan suâl ettim:

"İmânı tam anlamak, niçin zordur efendim?



Âmentü´nün îzâhı, var din kitaplarında,

Onu da her müslüman, ezber eder ânında."



Buyurdu: "Âmentü´yü, bilip ezberlemekle,

Îmânın hakîkati, kolayca geçmez ele.



Asıl îmân şudur ki, Allah´tan korkusundan,

Bir küçük günah bile, geçirmez hâtırından.



Meselâ kul hakkını, düşündüğünde o zât,

Ayağını uzatıp, yatamaz rahat rahat."



Bir gün de buyurdu ki: "Kardeşim aman sakın,

Büyüklere sormadan, bir işe kalkışmayın!



Yanılır ekseriyâ, çünkü sizin aklınız,

Sonu pişmanlık olur, sormadan yaparsanız.



Hâlbuki akl-ı selîm, sâhibidir büyükler,

Her kararda, doğruyu, isâbet ettirirler.



Kendi aklını atıp, kim uysa bu zâtlara,

Dünyâ ve âhirette, uğramaz bir zarara.

Her kim de beğenirse, yalnız kendi aklını,

Kabûllenmiş demektir, o kendi zararını.



Hâlbuki bir müslüman, bir iş yapmadan önce,

Bir Allah adamına, danışırsa güzelce,



Hayırsız olsa bile, netîcesi o işin,

Hayra tebdîl olunur, ona sorduğu için."




Kaynak: Haznevi.net

Namaz kılmayanın hali ?

Namaz kılmamanın cezâsı çok büyüktür. Hadîs-i şerîfte, (Bir namazı, özürsüz olarak vaktinden sonra kılan, seksen hukbe Cehennemde yanacaktır) buyuruldu. Bir hukbe seksen senedir. Her senesi üçyüzaltmış gündür. Her günü, seksen dünya senesidir.
Kazâya kalan namazı kılacak kadar vakitlerin herbiri geçtikçe, bu bir namazın günâhı kat kat artar. Ya birkaç namaz olursa, cezâsı çok çetin olur. Her ne pahasına olursa olsun, kılmadığımız veya kılamadığımız namazlarımızı bir ân önce, kazâ etmek ve affı için tevbe etmek, çok yalvarmak lâzımdır. Namaz kılmayanın, Allahü teâlânın büyüklüğü karşısında titremesi, erimesi lâzımdır.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Namazı özürsüz kılmayan kimseye, Allahü teâlâ onbeş sıkıntı verir. Bunlardan altısı dünyada, üçü ölüm zamanında, üçü kabirde, üçü kabirden kalkarkendir. Dünyada olan altı azap:
1- Namaz kılmayanın ömründe bereket olmaz.
2- Allahü teâlânın sevdiği kimselerin güzelliği, sevimliliği kendine kalmaz.
3- Hiçbir iyiliğine sevap verilmez.
4- Duâları kabûl olmaz.
5- Onu kimse sevmez.
6- Müslümanların birbirlerine yaptıkları iyi duâlarının buna fâidesi olmaz.
Ölürken çekeceği azaplar:
1- Zelîl, kötü, çirkin can verir.
2- Aç olarak ölür.
3- Çok su içse de, susuzluk acısı ile ölür.
Mezarda çekeceği acılar:
1- Kabir onu sıkar. Kemikleri birbirine geçer.
2- Kabri Cehennem ateşi ile doldurulur. Gece, gündüz onu yakar. Cehennem ateşi dünya ateşine benzemez.
3- Allahü teâlâ, kabrine çok büyük yılan gönderir. Dünya yılanlarına benzemez. Hergün, her namaz vaktinde onu sokar. Bir an bırakmaz.
Kıyâmette çekeceği azaplar:
1- Cehenneme sürükleyen azap melekleri yanından ayrılmaz.
2- Allahü teâlâ, onu kızgın olarak karşılar.
3- Hesâbı çok çetin olup, Cehenneme atılır.)
Namaz kılmayanın ömründe, bereket olmaz. Ömründe, hayır ve menfaat görmez. Ömrü çeşitli hastalıklarla, sıkıntılarla geçer. Ma'nevî huzûru olmaz. Sahip olduğu dünyalıklar onu rûhî sıkıntıdan kurtaramaz.
Namaz kılmamakla işlediği bu büyük günâhı anlayan, bunun şuuruna geç de olsa eren kimsenin derhal tevbe edip, namazlarını kazâ etmesi lâzımdır.
Cenâb-ı Hak kullarına karşı çok merhametlidir. Günâhları affetmeyi çok sever. Tekrar tekrar, kâfirlerin ve müslümanların dünyada iken yapacakları tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir.
Namaz kılmayanların tevbelerinin kabûl olması için de namazlarını kazâ etmeleri, kazâ etmeye kesinlikle niyet edip, kazâ kılmaya başlamaları lâzımdır. Bunun gibi, insanların haklarına tecâvüz etmiş olanların da, önce bu hakları ödemeleri lâzımdır. Kul hakkı çok önemlidir.
Namazları da cemâatle kılmalıdır. Cemâatten birinin namazı kabûl olursa, onun hürmetine diğerlerinin de namazı kabûl olur. Ayrıca, kimin Cenâb-ı Hakkın sevgili kulu olduğu bilinmez. Cemâatin içinde, Allahü teâlânın sevgili bir kulu varsa, onun yüzü suyu hürmetine diğerlerinin namazları kabûl olur....

Muco Beyden bir yazı Domuz eti niçin haramdır ?

Domuz eti niçin haramdır?

CEVAP:*Bu yazı "Merak Ettiklerimiz 1 (Prof. Dr. Adem Tatlı)" adlı kitaptan

alınmıştır ve Prof. Dr. Selahattin Salimoğlu'na aittir. Cihan Yayınları,

ISTANBUL; ISBN 975 - 7486 - 13 - 2)

İMTİHANIN GEREĞİ Bir şeyin helal veya haram olması, Allah'ın emrine tabidir.

Allah bir şeye "helal" derse helal, "haram" derse haram olur. Yani din bir

imtihandır, insanlara yapılan bir tekliftir. Cenab-ı Hak, cennete layık bir

duruma getirmek için, insanları imtihana tabi tutuyor. Bu sebeple, bazı emir ve

yasaklar koymuştur. Esas olan da bu emir ve yasaklara uymaktır. Bu prensiplerin

gerek insanin şahsi hayatına, gerekse cemiyet hayatına pek çok faydaları vardır.

Dolayısıyla bunlar, emir ve yasağa daha şuurlu olarak riayet etmemizi sağlıyor.

Dinimizin yasakladığı hususlardan birisi de, domuz etidir. Bu yasaklamanın, pek

cok hikmeti vardir. Biz, burada sadece birkaçına işaret etmeğe calışacağız.

ZEHİRLİ MADDELER Domuz eti çok yağlıdır. Yenildiği takdirde, bu yağ kana geçer.

Böylece kan, yağ tanecikleriyle dolmuş olur. Kandaki bu fazla miktardaki yağ;

atar damarların sertleşmesine, tansiyon yükselmesine ve kalb infarktüsüne sebep

olur. Ayrıca, domuz yağ içerisinde "sutoksin" denilen zehirli maddeler

mevcuttur. Vücuda giren bu zehirli maddelerin dışarı atılması için, lenf

bezlerinin fazla calismalari icab eder. Bu durum, bilhassa çocuklarda lenf

düğümlerinin iltihaplanması ve şişmesi seklinde kendini gösterir. Hasta çocugun

boğaz bölgesi anormal bir şekilde şişerek, adeta domuza benzer. Bu sebeple, bu

hastalığa "domuz hastalığı" (skrofuloz) adı verilir. Hastalığın ilerlemesi

halinde, bütün lenf bezleri cerahatlanarak şişer. Ates yükselir, ağrı başlar ve

tehlikeli bir durum ortaya çıkar.

FAZLA MİKTARDA KÜKÜRT Domuz etinde bol miktarda bulunan sümüksü bağ dokusu,

kükürt yönünden çok zengindir. Bu sayede, vücuda fazla miktarda kükürt alınmış

olur. Bu fazlalıksa; kıkırdak, kas ve sinirlere oturarak eklemlerde

iltihaplanma, kireçlenme ve bel fıtığı gibi çeşitli hastalıklara yol açar. Domuz

eti devamlı yenirse, vücuttaki sert kıkırdak maddesinin yerini, domuzdan geçen

sümüksü bag dokusu alir. Bunun sonucu olarak, kıkırdak yumuşar; vücut ağırlıgına

tahammül edemeyerek altında ezilir. Böylece, eklemlerde bozulmalar meydana

gelir. Domuz eti yiyenlerin elleri peltelesir, yağ tabakaları teşekkül eder.

Mesela yiyen kimse sporcuysa; yorgun, tembel ve hareketsiz olur. Bazı

futbolcular bu sebeple mesleklerinden olmuşlardır.

ASIRI BÜYÜME Domuzda büyüme hormonu da çok fazladır. Doğduğu zaman birkaçyüz

gram olan domuz yavrusu, alti ayda yüz kiloya (!) erişir. Bu kadar süratli

gelişme, büyüme hormonunun fazlalıgı sebebiyledir. Domuz etiyle fazla miktarda

alınan büyüme hormonu, vücutta doku şişliklerine ve iltihaplanmalara yol açar.

Burun, çene, el ve ayak kemiklerinin anormal bir sekilde büyümesine ve vücudun

yağlanmasına sebep olur. Büyüme hormonunun en etkili yönü, kanserin gelişmesine

zemin hazırlamasıdır. Nitekim domuz kesim işiyle uğraşanlar, erkek domuzlarin

belli bir yaştan sonra kansere yakalandıklarını ifade ederler.

DERİ HASTALIKLARI Domuz etinin ihtiva ettiği histamin ve imtidazol denilen

maddeler, deride kaşıntı hissi uyandırır. Ekzama, dermatit, nörodermatit gibi

iltihabi deri hastalıklarına zemin hazırlar. Bu maddeler ayrıca; kan cibani,

apandisit, safra yolları hastalıkları, toplar ve damar iltihaplari gibi

hastalıklara yakalanma ihtimalini artırır. Bu sebeple doktorlar, kalb

hastalarına domuz eti yememelerini tavsiye ederler.

BIR HATIRA Alman hekimi Prof. Dr. Reckeweg "Domuz Eti ve İnsan Sağlığı" adlı

eserinde bir hatırasını şöyle anlatır: "Tedavi maksadıyla bir çiftçi ailesinin

biraz sapa yörede bulunan ciftligine gitmiştim. Babada müzmin antroz

(dejeneratif eklem hastaligi) ve kalça eklemi iltihabı vardı. Ayrıca

karaciğerinden de rahatsızdı. Annenin bacaklarında varis ve eziyet verici

kaşıntısı olan ekzama vardı. Ailenin kızlari ise, kalp yetmezligi ve

romatizmadan rahatsiz idi. En saglıklıları görünmesine rağmen ogulları da anjin

sonrası kalp yetmezliğinden ve kan cibanindan müsteki idi. Evin öbür kizi ise

müzmin bronşitten muzdarip idi. Ogullarından bir digeri de, "domuz kıllanması"

ve müzmin plörite yakalanmış olup, devamlı tekrar eden fistül ifrazatindan

rahatsız idi. Yukarida sakinlerinin hastalıklarından uzun uzadıya bahsettigim

çiftlik evinde muayene sırasında garip bir olaya şahit oldum. Ailenin arasinda

iri cüsseli bir domuz hic istifini bozmadan asagi dogru sarkan kalın bir ağaç

dalına abanarak sırtını kaşıyordu. Hastalara "Oradaki domuzu görüyormusunuz?

Onun kaşınmasına ve iltihaplara yol açan maddeleri, etiyle beraber siz de

yiyorsunuz. İşte bu maddeler, sizdeki hastalıkların yegane sebebidir." dedim.

Yukarida kendilerinden bahsettiğim, Kara Ormanlar havalisinde oturan benzeri

çiftlik sahiplerinden verdigim nasihati dinleyenler, domuz eti yemekten

vazgecerek hastalıklarının çoğundan kurtuldular. Şimdi o ciftliklerin

etrafındaki otlaklarda İslam ülkelerinde oldugu gibi küçük koyun sürüleri

yayılıyor."

DOMUZ ETİ VE TRİSİN Domuz eti ile insana bulaşan tehlikeli hastalıklardan birisi

de Trisin [oku: Trischin] hastaligidir. Domuzlar bu hastalıgı trisinli fare

yemek veya trisinli domuz eti ile beslenmekle alırlar. Fakat Trisin domuzlarda

agir bir hastalik yapmaz. Halbuki insanlarda, çok tehlikeli ve öldürücü bir

hastalık meydana getirir. Domuz etiyle alınan Trisin kurtçuklar, mide ve

bağırsak yoluyla kana geçer. Böylece de, bütün vücuda yayılırlar. Trisin

kurtçukları özellikle çene, dil, boyun, yutak ve göğüs bölgelerindeki kas

dokularına yerleşirler. Çiğneme, konuşma ve yutma adelelerinde felçler meydana

getirirler. Yine kan damarlarında tıkanıklığa, menenjit ve beyin iltihabına

sebep olurlar. Bazi ağır vakalar, ölümle sonuçlanır. Bu hastalığın en kötü

tarafıysa, kesin bir tedavi şeklinin olmamasıdır. Trisin hastaligi, bilhassa

Avrupa ülkelerinde yaygındır. Sıkı veteriner kontrolleri yapılmasına rağmen,

İsveç, İngiltere ve Polonya'da Trisin salgınları görülmektedir. Yurdumuzdaysa,

yerli hristiyanların dışında Trisin hastalıgı görülmemistir.

GIDALAR VE İNSAN MİZACI İnsan ve hayvanlar, yedikleri gıdaların az-çok tesirinde

kalırlar. Mesela kedi, köpek, arslan gibi et yiyen hayvanların yırtıcı; koyun,

keçi, deve gibi ot ile beslenen hayvanlarsa daha uysal ve yumuşak huylu

oldukları malumdur. Bu durumda, insanlar için de geçerlidir. Nebati gıdalarla

beslenenlerin, genellikle halim-selim; et ve et ürünleriyle beslenen insanların

ise daha sert mizaçlı olduklari tesbit edilmistir. Domuz, dişisini kıskanmayan

bir hayvandır. Domuz eti ile beslenen insanlarda, kıskanclık hissinin

zayıfladıgı veya dumura ugradıgı gözlenmistir Fransiz filozoflarından Savorin de

beslenmenin mizac üzerindeki bu tesirine cok önem vererek, "Bana ne yedigini

söyle, senin ne oldugunu haber vereyim." demiştir.

HELALLER IHTIYACA YETER Yüce Rabbimiz, istifademiz icin pek cok gida

yaratmistir. Bunun yaninda, bazi zararli seylerin yenip icilmesini

yasaklamistir. Cünki O, sonsuz sefkat ve merhamet sahibidir. Kullarina,

tasiyamayacaklari yükleri vermez. Emir ve yasaklari, insanlarin rahatlikla

altindan kalkabilecekleri seylerdir. Acaba insan icki icmeyince, domuz eti

yemeyince ne kaybeder?...

allah dostları belgesel indir ALLAH Dostları - 17 VCD


İndirmek için altta ki linklere tıklayınız...

01. VCD: Abdülkadir Geylani

GÖRSEL AYETLER














GÖRSEL AYETLER

القرآن allah dostları: ŞEYH MUHAMMED EL HAZNEVİ NİN (K.S.) HAYATI

ŞEYH MUHAMMED EL HAZNEVİ NİN (K.S.) HAYATI

Haznevi Cemaati

Bu silsiledeki zatlarla ilgili bilgiler muhakkak ki bu kadar değildir. Bundan dolayı bu hususlarda geniş bilgi edinmek isteyenler kaynaklara yönelmeli ve araştırmalıdırlar. Ayrıca aşağıda isimlerini saydığımız silsile-i sâdat mensubu olan zatların tamamı zâhirî ilimlerden de icazet sahibidirler. Gerek konumuz işin o yönünü araştırmak olmadığından, gerekse mevzu çok uzayacağından dolayı bunları zikretmek lüzumunu hissetmedik. Merak edenler gerekli araştırmaları yapabilirler.
Nakşibendî Tarikatı silsilesinin tamamı zâhir ve bâtın ilmine vakıf ve bu ilimlerden icazetname sahibi olduklarından dolayı tarikatin neşrinde aklî ve naklî ilimlere riâyet ederek, Kur’an ve sünnete ittibada çok büyük bir hassasiyet göstermiştirler. Bundan dolayı Nakşibend-i tarikatinin önderleri irşad ile görevlendirilecek kişilere ilk önce ilmi şart koşmuşturlar.

Bu şekilde bir hassasiyetle asırlar boyu şekillenen bu silsile, bidat ve hurafelerden uzak kalmaya büyük gayret göstermiş ve müntesiplerini de sapıklık cereyanlarından korumanın gayretinde olmuştur

Silsile-i Şerife
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Hz. Ebu Bekiri Sıddık
Hz. Selmanı Farisi
Hz. Kasım İbni Muhammed İbni Ebu Bekiri Sıddık
Hz. Caferi Sadık
Hz. Ebu Yezidi Bistami
Hz. Ebu Hasanı Harakani
Hz. Ebu Aliyyül Farimedi
Hz. Yusuf Hemedani
Hz. Hace Abdülhalik Gücduvani
Hz. Arifi Rivgeri
Hz. Mahmud İncîril Fağnevî
Hz. Ali Ramitanî
Hz. Muhammed Baba Simasi
Hz .Emir Külâl
Hz. Şahı Nakşibend Muhammed Bahaeddin Uveysiyyil B...
Hz. Alaaddin Şeyh Muhammed Attar
Hz .Yakub Çerhil Hisari
Hz. Şeyh Ubeydullahi Ahrar
Hz Şeyh Muhammed Zahid
Hz Şeyh Muhammed Derviş
Hz Hacegi İmkeneki





Şeyh Izzeddin el Haznevi Hazretleri (k.s.) HAYATI
ŞEYH MUHAMMED EL HAZNEVİ NİN (K.S.) HAYATI
Şeyh Muhammed Muta Haznevi nın (k.s) Kısa Hayatı

Şeyh Izzeddin el Haznevi Hazretleri (k.s.) HAYATI

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla


İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren iki bineğe benzeyen gece ve gündüz bineklerine binerek ahiret alemine gitmek üzere yola çıkar.

Her geçen gece ve gündüz onun ömründen bir miktar alıp götürür. Sonunda ömür tükenir ve yolculuk sona erer. Ahiret alemine bir geçiş olan ölüm tadılır.

İnsanoğlu ölüm ile ilahi hükme boyun eğer. Alevleri yükseldikten sonra gevşeyen ve sönen ateş misali, nefesleri tükenir ve yaşam alevi son bulur. Vazife gören organları ölüm yaklaştığında takatsiz ve hareketsiz kalır. Dünya aleminden Berzah alemine intikal eder.


Ölüm bütün yaratıkları kuşatır. Fakat ölümden ölüme fark vardır. Taşıdıkları özelikleri ve arkalarında bıraktıkları eserler yönünden insanların ölümleri farklı ve başka başkadır.

Bazıları ölünce arkalarında iyi ve övülen bir eser bırakmadıkları için hakikaten tek başlarına ölmüş olurlar ki gerçek fani oluş ve acı gidiş buna denir.

Bazıları ise ömür boyu uygun adımlarla ilerler, aklı selim ile hareket eder, çok geniş ve büyük hizmetler verir, kesintisiz gayret gösterirler. Övülen, güzel bir ruh haline ulaşınca hayatta ve dünyada pek gözleri kalmaz. Umduğunu bulduğu için, dünyadan kalben el-etek çeker, Allah'a kavuşur, huzur bulur ve bu şekilde ruhunu Allah'a teslim ederler.


İşte böyleleri yanlız ölmezler. Nasıl ki böylelerinin yaşamasıyla bir ümmet yaşıyordu, ölümleriyle de bir ümmet ölür. Alimin ölümü alemin ölümüdür. Fakat ölüm dahi onları unutturmaz.

Böyle şahsiyetlerin hatırası yaşatılmak istenir. Sözleri, ömür boyu dilden dile dolaşır, kıssaları sürekli anlatılır.

Bunlar gibi olanların ölümü esasen yeni bir hayattır ve intikali sanki ebedi bir yaşamdır. Nurlarını saçmaya devam ederler. Daima örnek gösterilir ve hiç unutulmazlar.

Şeyh Muhammed hazretleri (k.s.) der ki: ?Ey efendimiz, babamız, mürşidimiz! Sana söz veriyoruz ki sana karşı inşa vefalı olacağız ve yolundan, izinden gideceğiz. Üstün olan adabını tatbik edeceğiz . Geride bıraktığın kıymetli hatıralarını yaşatacağız. Nakşibendi-Haznevi Tarikatındaki nurlu talim ve irşatlar zaman duruncaya kadar devam edecektir. Ta ki gelecek nesillerin yoluna ışık tutsun ve onların önlerinde parlak bir kılavuz olsun.

Senin nurlu bedeninin içinde bulunduğu doğudan batıya bütün Müslüman ve Haznevi ecdadının ziyaretgâhı olan bu mübarek Markad-i Şerif bizim sığınağımız ve moral kaynağımız olacaktır. Zaman durdukça yolumuzun kılavuzu olacaktır.

Ey Şeyhimiz Cenab-ı Hak sana rahmet eylesin. Firdevs Cennetinde bizleri beraber kılsın. Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) bayrağı altında Nakşibendi büyüklerimizle bir arada toplasın.?

"İşte Allah'ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir." (Zumer suresi: 18)

Şanı yüce İslam ümmetinin tarih semasında, karanlık geceleri aralayan ve gecenin zulmetini kaldıran büyük ıslahatçıları, değerli alimleri vardır ki, yıldızlar misali yol gösterirler. Bunlar güneş gibidirler. Işık verir ve ısıtırlar. Nesiller boyu bu böyle devam edegelmiştir. Bu Allah?ın çok büyük bir nimetidir.

İlim direklerinden biri olan büyüklerden sayılan, ıslah edici, rehber, hidayetçi ve davetçi olan eşsiz dehaya, Şeyh İzzeddin hazretlerini (k.s.) anmak ve onun hatırasını yaşatmaya çalışmak aslında nimet verici olan Allah'a bir şükürdür.

İrşat semasında yüzen, şüphe bulutlarını izale eden ve kulların kalbinden günah damgalarını silen o parlak ve nurlu güneş her zaman aydınlatmaya devam edecektir.


Şeyh İzzeddin hazretlerinin (k.s.) üstünlüğüne uzak-yakın dost ve düşman herkes şahitlik ediyor. Haznevi Şeyhi?nin (k.s.) tarikatı; dünden bugüne kadar salik ve alimlerin terbiye gördüğü bir kaynak olmuş ve inş bu şekilde kıyamete kadar da devam edecektir. Bu medrese ve bu sağlam kale; İslam ümmetine, ilmi ile amil olan ihlaslı, parlak, taşıdıkları ağır mesuliyetin şuurunda olan; dinlerine ve inançlarına karşı sorumluluk duygusunu bilen ve Efendimiz Hz. Muhammed'den (s.a.v.) ilham alan alimler sunmuş ve hediye etmiştir.

Binlerce gönül eri ve Hakk aşıkları, Şeyh hazretlerinin (k.s.); durgun ve safi pınarından, bitmek bilmeyen ummanından içmek için dergâhına geliyorlar. Bu sahifeler ve satırlar, parlayan ruhunun tecelli eden akisleridir.

Şeyh hazretlerine (k.s.) hürmet aslında insandaki o ilahi yönelişe ve kulluk boyutuna hürmettir. Eğer bu şekil kavrayış bize hakim olursa dünya daha güzel olacaktır.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) hatırasını yaşatıp yadetmek, ruh olgunluklarını, güzel ahlâklarını, kalb temizliklerini ve sırlarının safiyetini görmeyi ve ibret almayı sağlayacaktır.

ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN (K.S.) HAYATINDAN KESİTLER


Şeyh İzzeddin El - Haznevi (k.s.) 1923 yılında Suriye'nin Kamışlı kazasına bağlı bir köy olan Hazne'de dünyaya geldi. Şeyh hazretlerinin pederi alisi ve validesi çok salih kimseler idiler. Şeyh hazretleri bu iki salih ebeveyninin kucağında büyüdü. Ailesinden aldığı terbiye hayatı için çok önemli bir başlangıç oldu.

Şeyh hazretlerinin babası, bütün dünyada şöhret bulan havas ve avam arasında meşhur olan Şeyh Ahmed El ? Haznevi (k.s.) hazretleridir. Valideleri ise; takva sahibi, gece namaz kılan, gündüz oruç tutan, Allah'a taat ve ibadetle yönelen bir hanımefendiydi. Şeyh hazretlerinin şerefli aile ve soyunun kökeninde ilim, takva, vefa, salah, temizlik ve nezaket vardır. Bu tahir ve temiz ailenin misali şu ayet-i kerimede belirtildiği gibidir: "Kökü sağlam, dalları göğe doğru olan, Rabbinin izniyle her zaman meyve veren bir ağaç misalidir.." (İbrahim Suresi: 24)

Şeyh İzzeddin El-Haznevi hazretleri ilk çocukluk dönemlerini babasının ve annesinin terbiye kucağında geçirmiştir. O zamanlar şerefli ebeveyni Suriye'nin doğusunda bulunan Kamışlı kazasına bağlı Telma'ruf köyünde idiler. İslami ve dini tahsillerini öncelikle akli ve nakli ilimlerde üstün bir otorite sahibi olan Allame Şeyh Ahmed El - Haznevi'den almışlardır.

Şeyh İzzeddin (k.s.) küçük yaşlarda Kur'an-ı Kerim'i okudu. Daha sonra kardeşleri Şeyh Ma'sum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte ilim tahsiline başladı. Arap edebiyatı kaidelerini çok güzel kavradı. Sarf, Nahiv, Belagat, adab vb. ilimlerde öylesine mesafe katetti ki zamanın Sibeveyh'i ve asrının müracaat edileni haline geldi.

Daha sonra Fars dilini ve bu dilin inceliklerini öğrenmeye başladı. Esaslarını, füru ve meselelerini kavradı. Mantık ilmini, meselelerini, kaidelerini bütün yönleriyle ele aldı.

Bunun akabinde Şafii mezhebi ile ilgili yazılmış fıkıh kitaplarını okumaya, usul ve füruunu, akli ve nakli yönlerini tahsile başladı. Kendi akranı olanları geçip adeta zamanın İmam-ı Şafii'si oldu. Yalnız bir ilmi değil birçok ilmi tahsil etti. Fıkıh, Nahiv, Edep, Tasavvuf, Belagat, Mantık, Ahlâk, Usul ilimleri: Arap ve Fars Edebiyatı v.d.

Bu tatlı ilim kaynağından doya doya içtikten sonra, babası Şeyh Ahmed El - Haznevi'nin marifet ve ilim deryasından; sarsılmaz azmi ve üstün zekası, âli himmeti ile cevherler ve eşsiz inciler çıkarınca, icazet almak şöyle dursun icazet vermek hususunda ehil olunca, pederi âlileri mübarek eliyle yazdığı icazeti ona vermiştir.

Üstün bir feraseti, kabiliyeti ve çok harika bir zekâsı vardı. Nasıl denizlerin hacmini ihata etmek, sırlarını keşfetmek zor ise, deniz misali olan bazı insanların da Allah'ın onların kalplerine ilka ettiği sırlar öyle çoktur ki onları bilmek ve anlamak çok zordur . İşte Şeyh İzzeddin (k.s.) bu sır dolu zatlardan birisiydi.

İLİM ÖĞRENMEK ve ÖĞRETMEK HUSUSUNDAKİ RAĞBETİ ve TEŞVİKİ

Şeyh İzzeddin hazretleri (k.s.) yalnız ilmi sahada derinleşmekle kalmamıştır. Şu mübarek hadis-i şerifin mânâsını ve ruhunu tamamen idrak etmiş ve yaşamıştır.

"Bu ilmi her nesilden adil (emin) olanlar taşır ve ilmi korurlar. Haddi aşanların (herhangi bir şeyi) değiştirmelerine müsaade etmezler. Yanlış yolda olanların kötü niyetlerini defederler cahillerin (uygun olmayan) te'villerini reddederler."

Şeyh hazretleri (k.s.) şuna inandı ki: Çok gayret etmek, meşakkatlere ve zorluklara tahammüllü olmak gereklidir. Bu yüzden Şeyh (k.s.) kendi rahatını terketti ve büyük bir ciddiyetle meseleye sarıldı.


Devamlı olan ruhi lezzetler uğruna, fani ve bedeni olan geçici lezzetleri terketti. Allah'ın indindeki nimetleri tahsil etmek için insanların yanındaki geçici lezzetlere göz uzatmadı. Allah (c.c.) şöyle buyurur: " İyi kişiler için Allah'ın katındaki (nimetler) daha hayırlıdır." (Al-i İmran Suresi ayet:19)

Şeyh İzzeddin hazretleri (k.s.) mezun olduğu medresede ilim okuttu. Şeyh Ma'sum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte geceyi gündüze katarak ders okutmaya ve istifade etmek isteyenlere faydalı olmaya çalıştı.

İlmi neşretmek, faziletleri yaymak yolunda hiç bir şey esirgemedi. Çok alim yetiştirdi ki, bu alimler ilim dünyasının gökyüzünde parlayan yıldızları ve simaları oldular.

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilme çok değer veriyordu. İlim öğrenmenin ve öğretmenin gereğini daima vurguluyordu. Dini müesseseleri yapıyor, yaptırıyor ve akla hayala gelmeyen malları bunun için harcıyordu.

Bu medreselerin en barizi ve görkemlisi dini ilim merkezi olan Haznevi Medresesi?dir. Bu muazzam medrese Tel'maruf köyündedir. Bu medrese adeta İslam'ın bir kalesidir. Bir iman kaynağıdır. Şeyh (k.s) bu medreseyi kendi özel malından yaptırmıştır. Medresede ilim okutacak müderris kadrosunu kendi seçmiş, maaşlarını kendi malından tahsis etmiştir. Bu hizmetin devam etmesi için kendi malından pay ayırmış ve büyük bir meblağ ayarlaması yapmıştır. Bütün bunları yaparken istediği tek şey Allah'ın (c.c.) rızası olmuştur.

Medresede okuyan sayıları bin iki yüz (bugün iki bini aştı) olan bu öğrenciler ücretsiz ilim okuyor; medresede barınıyorlar. Yiyecek içecek her şey medreseye aittir. Şeyh (k.s.)'e aittir. Şeyh hazretleri gerek medreseyi yaparken ve gerek medreseye ve medresedekilere harcama yaparken hiçbir kimseden veya hiçbir kurumdan bir kuruş dahi yardım almamıştır.

Şeyh hazretleri ilim ve alimlerin kadru kıymetini, şerefini anlatmak için özel gün ve gecelerde örneğin; Cuma gecelerinde toplantılar, meclisler teşekkül ettirirdi. Onlara iltifat eder, onları ilme teşvik ederdi. İlim ve alimlerin faziletlerini ihtiva eden ayet ve hadisler okuyup anlatırdı.

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilim hakkında şöyle buyuruyordu: "Kim dünyayı isterse ilim okusun. Kim de ahireti istiyorsa ilim okusun ve kim de hem dünyayı, hem ahireti istiyorsa yine ilim okusun."

Şeyh Hazretleri (k.s.) ilim ile ilgili şu misalleri verirdi:

"Eğer burada aynı ana babadan olan birkaç kardeş bulunsa ve bu kardeşlerden biri büyük bir mertebe sahibi olsa. Birisi doktor, öbürü mühendis, öbürü aşiret reisi olsa. Diğeri de servet sahibi zengin biri olsa ve yine diğer birisi büyük bir makam sahibi olsa. Yaş itibari ile en küçükleri alim olsa ve bunlar bir meselede istişare etseler. Önemli bir konuda karar vermek isterseler görülecek ki, hepsi alim olanın ağzına bakarlar. Ve onun görüşüne müracaat ederler. Çünkü inanırlar ki, en kesin çözüm ve hayırlı netice alimin yanındadır. Bu arada kendi meslek, mertebe ve makamlarını unuturlar. Allah'ın yücelttiği ilim makamını yüceltir ve ona son derece itibar ederler."

Şeyh İzzeddin (k.s.) hazretleri, Hz. Ali (r.a.) efendimize nispet edilen şu beyitleri çokça okur ve terennüm ederdi: "Fazilet ilim ehlinin hakkıdır. İlim ehli hidayetli yol arayanlara hidayeti gösteren rehberlerdir."

"Kişinin kıymeti, bildiği şeydir. Cahiller ise ilim ehline düşmandır. Öyle bir ilim tahsil et ki, onunla daima diri kalır yaşarsın. Zira insanlar ölür; ama ilim ehli olanlar diridirler."

ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİ (K.S.) İLMİ İLE AMEL EDİYORDU

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilmi ile amel etmeye çok önem verirdi ve daima bunu tavsiye ederdi. Peygamber?in (s.a.v.) şu hadisini pek çok dile getirirdi: "Kim bildiği şeyle amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir." (Keşfulhafa C.2 S. 265.)

Zira ilmin semeresi (meyvesi) ameldir. Amelsiz ilim gayesiz bir vesiledir ve meyvesiz ağaca benzer. İlmi ile amel etmeyen alimden uzak olmanın gereğine işaret ediyor ve şu şiiri okuyordu:

"Eğer ilim ile takva yoksa o ilimde hayır yoktur.

Eğer takvaya cehalet hakim ise o takvada hayır yoktur."

Şeyh hazretleri ilmi ile amel etmeyen alimlerden sakınmanın gereğini, şu kıssayı anlatarak vurguluyordu: ?Alimin birisi kumsal bir yerde sırtüstü uzanan ve insanları aldatmaktan vazgeçen bir şeytan görür ve ona sorar: ?Görüyorum ki sen insanları aldatma ve kandırma görevini yapmıyorsun. Niçin?? Lanetlenmiş şeytan der ki: ?Bu işi benim yerime yapacak halifelerim var.? Alim tekrar sorar: "Halifelerin kimlerdir?" Şeytan der ki: " Onlar İlmi ile amel etmeyen kötü alimlerdir."

Şeyh İzzeddin hazretleri şöyle buyurdu: ?Babam Şeyh Ahmed El -Haznevi (k.s.) bize ilim ile amel etmeyi emrederdi ve bizi teşvik ederdi. Ne bana ne de Şeyh Alâaddin'e (k.s.) ilimden ayrı kalmamamız için her hangi bir iş ve hizmet emretmezdi. Talebelere ders vermemizde bir aksaklık olmaması için bazı işleri bizzat kendisi yapardı. Onu böyle gördüğümüzde: "Ne olur biz yapalım." diye çok yalvarıyorduk ve istirhamda bulunuyorduk. Şeyh Ahmed El - Haznevi (k.s.), ilim ile uğraşmaya mani olacak hiç bir şeye müsaade etmez ve müsamaha göstermezdi.

HAZNEVİ - NAKŞİ TARİKATININ GÜZELLİKLERİ HAKKINDA ŞEYH

İZZEDDİN HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ

Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Bil ki Nakşibendi Tarikatı (Allah kudretiyle onu muhafaza buyursun), sahabenin (Allah cümle ashabdan razı olsun) çoğunun yaşayışını esas alır. Bu tarikat asliyetini ve safiyetini geldiği gibi koruyor. Bu tarikatta ilave olmadığı gibi ondan bir şey de çıkarılmamıştır.

Bu tarikat bütün hal ve hareketlerde adet, ibadet ve muamelelerde Allah-u Tealâ'ya karşı bir huzur içerisinde, bidat olan şeylerden ve ruhsatlardan uzaklaşarak kâmil bir azimet ve sünnete bağlılık içinde zahiren ve bâtınen Allah'a karşı olan kulluğun devamlı olmasından ibarettir.

Bu tarikatta en büyük vasıta Sıddık-ı Ekber olan Ebu Bekir Sıddık (r.a.)'dır. Tarikatın iki rüknü vardır. Bu iki rükün kime nasip olduysa o kimseye sanki bütün üstünlükler ve hayırlar nasip olmuştur. Bunlardan birincisi: Hz. Peygamber'e (s.a.v.) kemâl derecesinde ittiba etmek. İkincisi ise: Kâmil olan Şeyhe sevgidir.

Yine Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Allame İbn-i Hacer El- Haytemi Fetava-ı Hadissiyye isimli kitabının sonunda Nakşibendi tarikatından bahsederken der ki: ?Sofilerin cehaletinden uzak ve selim olan tarikat yüce olan Nakşi tarikatıdır.? Bu büyük alimin bu şehadeti bu tarikat hakkında şehadet olarak kafidir.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Apaçık ve tecrübe ile sabit oldu ki, Tevhid derecesine ulaşmak için müride en yakın ve kalıcı olan tarikat Nakşi tarikatıdır. Çünkü bu tarikatın aslı tasavvufa ve Peygambere varis olan mürşidin terbiyesine dayanır. Müridin nezdindeki seyr ve sülûke cezbe mukaddimdir. Bu tarikat şu mubarek sözde ortaya çıkar: "Allah göğsüme neyi koyduysa ben de onu Ebu Bekir'in göğsüne döktüm." (Hadis-i Şerif)

Bu üstünlüğün mimarı bu incilerin vasıtası Hz. Ebu Bekir'dir. Sünnete ittiba, bidattan uzaklaşma, azimetle amel, rezil işlerden uzaklaşma, fazilet ve ahlâkın güzellikleri ile süslenmeyi şiar edinmiştir.

Şeyh hazretleri (k.s.) şöyle buyurdu: ?Batın ilmini öğrenmek bazı insanların kurtuluşuna sebep olurken, diğer bazılarının helak olmasına sebep olur. Selim bir kalbi olmayan kimseye seyr ve sülük, muamele adabını öğrenmek farz-ı ayındır. Bu hakikat, hem önce gelen hem sonradan gelen alimlerce sabit olmuştur.?

?Allame İbn-i Hacer'in Tuhfet-ul Muhtaç kitabı gibi kaynak kitaplar derler ki: ?Selim bir kalb sahibi olmayan herkese kalb hastalıklarının ilacını, kibir, ucb, riya vb. öğrenmesi farzdır. Fakat bu ihtimal farz-ı kifayedir. Tıp ilmini öğrenmenin farz-ı kifaye olduğu gibi.?

?Gaye isimli kitabın şerhinde Şafii alimlerinden Hatip Eş-Şirbini şöyle der: ?Taharet; vacip ve sünnet diye ikiye ayrılır. Vacip ise bedeni ve kalbi diye ikiye ayrılır. Kalbi taharet; haset, ucb, kibir gibi. İmam-ı Gazali der ki: ?Kalbi taharetin haddini, sebebini ve ilacını bilmek farzdır.?

?En kötü ucb (kişinin kendini beğenmesi), kişinin hatalı görüşünü beğenmesidir. Üstelik bu görüşüyle sevinir, ısrar eder; kimsenin nasihatini kabul etmez, herkese hor bakar. Cenab-ı Allah buyuruyor ki: "De ki (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi ?" (El-Kehf: 103-104)

ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN ŞAHSİYETİ ve BAZI SIFATLARI

Şeyh hazretleri (k.s.) orta boylu idi. Kısadan uzun, uzundan kısa idi. Heybetli, celâletli ve vakarlı idi. Onunla ilk görüşen ondan heybet kapar ve ürkerdi. Bu ise Hz. Peygamber'e (s.a.v.) iktida etmesinden kaynaklanıyordu. Fakat onunla ilk görüşen ve ürperen insan onunla konuştuktan ve ünsiyetten sonra bu hali unutur, korkusu sevgiye dönüşürdü. Onunla ünsiyet ve mücaleseden tatlı sözlerinden çok haz alır rahatlardı.

Birisi ona bir soru sorsa sorusunu en güzel şekilde cevaplandırır, cevabın anlaşılmasını kolaylaştıran misaller verirdi. O kişi Şeyh'in (k.s.) meclisinden ayrılırken mutlaka ikna olmuş bir vaziyette ayrılırdı. Ömer'in cesareti, Hatem'in cömertliği, Ahnef'in hilmi ve İyas'ın zekâsı onun için biçilmiş kaftandı.

Şeyh İzzeddin (k.s.) sorulan bir soruya Allah'ın kitabından, Hz. Peygamber'in hadislerinden, sahabeden günümüze kadar gelip geçen İslam ümmetinin alim ve salihlerinin üzerinde ittifak ettikleri meselelerden cevap verirdi.

ŞEYH HAZRETLERİNİN (K.S.) MARİFET ve HİKMETLERİNDEN ESİNTİLER

Şeyh hazretleri şöyle buyurdu: ?Kalb hastalıkları içinde hasetten daha zararlısı yoktur. Alimleri tehdit eden afetlerin en büyüğü de budur.

-Bir baba kendi çocuğunun kendisinden üstün olmasını istediği gibi ruhi (manevi) bir baba olan mürşid de kendi müridinin kendisinden üstün olmasını ister.

-Muhabbet, istifade etmenin mıknatısı (cazibesi)dir.

-Güneşe baksanıza çok büyük olduğu halde ince bir bulut tabakası onun önüne geçti mi hizasını gölge yapar.

Şeyh İzzeddin hazretlerinden (k.s.) olağan üstü bir iş sadır olduğu zaman diyordu ki: ?Benim kerametim yoktur. Ben bunu, Allah'ın bana verdiği akıl ve ferasetle bildim.?

-Mürid tavus kuşu gibi olmalıdır. Daima siyah ön ayaklarına bakmalıdır. Rengârenk olan tüylerinin güzelliğine aldanmamalıdır. Bu güzellik kendisinden olmadığı gibi onu ucb ve fitneye de sürükler.

-İnsanın gücünü aşan kahredici düşünceler mürid olan kimseye zarar vermiyor ise de ondan dolayı istiğfarda bulunmak gereklidir.

- Allah (c.c.) Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hatırı için zahiri meshi (dış değişmeyi) Ümmet-i Muhammed'den kaldırmıştır. Eski ve geçmiş ümmetlerden biri günah işlediği zaman; domuz, maymun veya köpek suretine girerdi. Bu dış mesh (değişme) bu ümmette yoktur. Yalnız manevi mesh (iç değişme) hala vardır. Bu manevi meshin iki belirgin alameti vardır. Vaaz-ü nasihatten müteessir olmamak, yapılan günahlardan pişman olmamak ve müteellim olmamak.

- Allah korkusu kalbe girince (yasak) olan şehvetleri yakar ve o kalbde dünyaya istek kalmaz.

Şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.) namaz kılan birisinin namazda iken azaları ile oynadığını görür ve şöyle buyurur: "Eğer bunun kalbinde huşu olsaydı, organları da kalbe bağlı olarak huşu içinde olur, haşyet duyardı."

ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN (K.S.) ÖNEMLİ BAZI HUSUSİYETLERİ




Şeyh hazretleri mutasavvıf olan bir fakih, ilmi ile amel eden bir alim ve insanları hikmet ile irşad eden bir mürşid idi. Öyle bir şahsiyetti ki, şeriat ve tarikatı cemetmişti. İnsanları dine davet ederken dinin güzelliğini, tarikatın mükemmelliğini izhar ediyordu.

Şeyh İzzeddin (k.s.) avamın ve havasın arasında İslam'ı yaydı. Onun adabını öğrenmek ve tarikatına girebilmek için guruplar halinde insanlar akın akın yanına geldiler. İrşad ve kulları ıslah için: gayret, kâmil bir rüşd, kuvvetli bir akıl, geniş bir göğüs, üstün bir ahlâk, sâfi bir nefs, isabetli bir görüş ve hüsnü niyet gereklidir. Bütün bunlar ancak şehvetlerin zayıflayıp yok olması, nefsin belirli desiselerden, çirkin hasletlerden kurtulup safa bulması ile mümkündür. İşte Şeyh hazretlerinin irşadının başarı sırrı budur; kemâli bu zaviyedendir. İnsanların kalblerini bu sır ile kazandı; onların derinliklerine bu sır ile girdi; hislerini ve şuurlarını böyle uyandırdı.

Şeyh hazretleri büyüklere hürmet eder ve onları yüceltirdi. Küçüklere merhamet eder, atıfta bulunurdu. Her insanı layık olduğu makamda görür, herkese aklına ve idrakine göre muamele ederdi. Adil, insaflı ve her hak sahibine hakkını veren, nereden gelirse gelsin hakkı kabul eden ve haksızlıktan uzak olan bir müslüman için üstün bir misal teşkil ediyordu.

Şeyh hazretleri çok gayret sahibi idi. Haklı ve mazlum olan gayri müslimin hakkını müslümanlardan alırdı. Kim olursa olsun insanlara zulüm etmemeleri için müslümanları ikaz ederdi. Madem insanlar aynı yer küresinde yaşıyor, aynı toprakta iskân ediyorlar, o halde birlik ve beraberlik içinde olsunlar diye uğraş gösterirdi

Sıdk, doğruluk, ihlas, nefs safiyeti, vicdan temizliği, doğru söz söylemek gibi hususlarda önder bir şahsiyet idi. Derin düşünceli, görüşü isabetli, insanların gönüllerine nüfuz eden, onların konuşup söylemek istediklerini hemen kavrayan bir özelliğe sahipti.

Dış görünüşe aldanmazdı. Hiç bir hal ve durum ona karışık gelmezdi. Şeyh İzzeddin'nin (k.s.) sıdk-u ihlası ve kalb safası; müridlerin ona uymalarının ve emrini dinlemelerinin sırrı idi.

Şeyh hazretlerinin metodu terbiye ile dopdoluydu. Bu yönden tarikatın müceddidi sayılmaktadırlar. Bu anlayışı kendine tabi olanlara ve müridlerine de aşılamıştı.

Şeyh hazretleri yüklendiği bu emaneti sadece yakın akraba ve etrafına tebliğ etmekle kalmamış, İslam dünyasının her köşesine, Avrupa ve Arap memleketlerine kadar ulaştırmıştır.

Gittiği her yerde izzet ve ikram ile karşılanırdı. Renkleri farklı, ayrı dillerden muhtelif insanlar onun etrafında toplanıyorlardı. Hikmetli sözlerinden, tatlı pınarından istifade ederlerdi. Şeyh?in konuşmaları, dinleyenlerin kalbine ve kalb derinliklerine nüfuz ederdi.

Dinleyenler onun iksir misali sohbetini işittiklerinde ona intisap edip tarikatına girmek ve biat etmek isterlerdi. Bunun yanı sıra takvanın lezzetini, imanın halavetini tadarlar ve geçmişte yaptıkları hatalardan rucu eder, tevbeyi gerçekleştirirlerdi. Aklen ve fikren uyanırlardı. Ona tabi olanlar; İslam?ı anlayan, aslına inen, kıymetlerini kavrayan, fiilleriyle, sözleriyle, ahlaklarıyla birer mü?min olarak İslam?ı yaşarlardı. Bu yüzden her yerde kalabalıklar halinde insanlar aşk ve şevk ile tarikatına koşuyorlardı. Nefsini tasfiye eden, Allah'a adayan bu üstün insandan gördükleri ihlas sebebiyle; ciddiyetle, sevgi ve atılganlıkla tarikata giriyorlardı.

Şeyh hazretleri art niyetlerden uzaktı. Sözleri senetti. Edep, marifet ve hakikat talipleri bu senede dayanır ve itimat ederlerdi. Hâl ve hareketleri vaaz-u nasihatleri nesillere ibret oldu ve tesir etti.

Şeyh hazretleri; fikri derin, aklı güçlü, görüşü keskin bir şahsiyetti. Tercihi ve görüşü isabetli, tedbiri güzel ve keskin zekâlıydı. Daima doğru bir feraseti ve şaşmayan tespiti vardı, zekâda bir dahiydi.

En büyük özelliği iyi niyet sahibi olmasıydı. Her şeyi Allah için yapardı. Bunu daima ön planda tutar, niyetsiz bir tek kuruş harcamazdı.

Tasavvuf kitaplarını pek çok mütalaa ederdi. Kitap hiç elinden düşmezdi. Okumaya başladığı kitabı sonuna kadar okur, bitirir ve o zaman yerine koyardı.

TARİKAT ADABI HAKKINDA ŞEYH'İN (K.S.) SÖZLERİNDEN ESİNTİLER

Allah'a hamd, Peygamber'e (s.a.v.) salâtu selâmdan sonra şöyle buyurdu: ?Nakşibendi tarikatı -ehlinin sırrını Allah pak eylesin- edeplerle ve yüksek terbiye ile dopdolu bir tarikattır. Bu edep ve terbiyeden biri nefsi kırmaktır. Zira kötülüğü emreden nefs Allah'a düşmandır. Bu nefs Allah'ın buğzettiği her şeyi seviyor, razı olduğu her şeye de buğzediyordu. Müride yakışan kötülüğe teşvik eden bu nefsi kırmaktır. Çünkü bu nefis kırıldıkça insan yükseklik ve izzet kazanır.

Bunu yapabilmenin yollarından birisi şudur: Kişi kendi nefsini bütün insanlardan daha hakir ve düşük görmelidir. Eğer böyle inanır ve görürse rahat yaşar, müteellim olmaz. Kendine pay ayırmayan veya aramayan, kimse ile münakaşa ve düşmanlık yapmaz. Kendi mecrasında akan ve temas ettiği her şeye hayat veren, gülleri, çiçekleri ve çeşit çeşit ekinleri canlandıran, canlıların ilacı, meyvesi, gıdası ve lezzet olan bitki ve ekinleri yeşerten su gibi olur.

Mürid kendine pay ayırmamalı ve düşünmeli ki bu pay imtihan içindir ve ne lüzumu vardır? Malı olduğu için şeref ve üstünlük taslıyorsa, bazı gayri müslimlerin malı haddi hesabı bilinmeyecek kadar çoktur. Eğer güçlü olduğunu iddia ediyor ve bundan dolayı üstünlük taslıyorsa; deve, fil gibi bazı hayvanlar ondan daha güçlüdür. Eğer bilgili olduğundan dolayı üstünlük taslıyorsa şeytan ondan daha bilgiliydi. O zaman fazilet ve şeref, nefsi kırmakta, zelil etmektedir. İşte o zaman nefs Allah'ın kendisinden istediğini vermiş olur.

Şah-ı Nakşibend (k.s.) şöyle buyurdu: ?Müslümanların en aşağısı olan kimseden daha üstün olduğunu iddia eden kimse daha tarikatın kokusunu bile koklamamıştır. Çünkü yükseklik ve üstünlük tevazu ve merhamet ile ölçülür.?

Allah (c.c.), Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ashabını methederken şöyle buyuruyor: "Beraberinde bulunanlar; kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." (El-Fetih Suresi: 29)

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah mütevazı olanı yüceltir." Tevazu Allah için olduğu zaman faydalıdır. Zengine zengin olduğu için, mertebe sahibine mertebesi için, güçlü olana gücü için gösterilen tevazu zararlıdır ve dini zayıflatır. Allah'a olan inanca menfi mânâda etki eder. İşte böyle yanlış bir tevazu insanı helak eder; yapılan amelleri boşa çevirir. Bunu söylerken şunu da unutmayalım: İnsanın tevazusu, onu iyiliği emretmekten ve kötülüğü nehyetmekten alıkoymamalıdır ve bu dereceye ulaşmamalıdır.

Dine muhalefet edenle mücadele edilmeli, bu mücadele bu muhalefetin kalkması için olmalı, o insana düşmanlık için yapılmamalıdır. Doktor hastayı ameliyat edip karnını yararken hastaya acı vermek için değil, hastalığı tedavi için bunu yapmalıdır.

Allah yolunda cihad eden kimse, mücadele ettiği kimselerden kendini daha aşağı kabul etmelidir. Çünkü sonu ve akibeti meçhuldür. Kimin nasıl olacağı belli değildir.

Nasihate muhtaç kişi bazen tevbe eder. Allah tevbesini kabul eder. Nasihat eden ise -Allah korusun- Allah'ın emrinden çıkar, yanlış yola girer ve sapıtabilir.

Şeyh (k.s.) şöyle buyurdu: "Gafleti yok etmek lazım. Gafletten kurtulmak ve sefaletin kökünü kurutmak lazım. Zaten tarikatın faydası ancak gafleti yok etmekle olur." Peki gaflet nedir? Gaflet nefsin çeşitli düşünceleri ve kalbin vesveseleridir. Kalbin dolaşması, kayması, kişinin başkalarıyla münakaşa ve husumet yapması, dine uygun düşmeyen alış-verişler ve insanı Allah'tan uzaklaştıran her fiildir. İnsan gafleti bertaraf ettikten sonra iki hususa son derece dikkat etmelidir:

BİRİNCİSİ: Daima kalbini kontrol etmesi lazımdır. Sanki kalbi durmadan ?Allah, Allah, Allah? diyor. Sanki kalbinde ağız ve dil varmış gibi bu dil ve ağızdan Allah'ı zikrediyor. O takdirde bu beden bu zikrin tesiriyle titrer ve sağa sola harekete geçer. Kişinin belli bir zaman zikredip, diğer zamanlarda unutması yetmiyor. Daima Allah'ı zikretmelidir. Tuvalette, yatarken, yürürken, münasebet esnasında kısaca her hal-û kârda ve her an Allah'ı zikretmelidir. İşte yarışmak isteyenler böyle bir huzuru yakalayabilmek için yarışmalıdırlar.

İKİNCİSİ: Kişi kendini her zaman Cenab-ı Hakk'ın gölgesinde görmelidir. Aynı zamanda Allah'ın velilerini de sevmelidir. Nakşibendi büyükleri, insanın zahiri meyletmesi ile yetinmezler. En üstün mertebe ne ise ona teşebbüs etmeli ve daima kalbi ile Allah'ı zikretmelidirler.

Biz bizden istenen şeyleri yapmıyoruz. İstenilenden uzağız. O şuuru yaşamıyoruz. Allah şöyle buyuruyor: "Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın." (Kehf Suresi: 18)

VERA ve TAKVASI

Şeyh İzzeddin (k.s.); bütün nefeslerini ?takva takva? diye alıp veren, takvaya teşvik eden, ona; insanları davet eden ve muttaki bir nesil yetiştirmek için bütün imkanlarını seferber eden gayretli bir şahsiyetti. Bunu yaparken her şeyini feda ederdi ve kimseden dünyevi bir yardım istemezdi. Tabir-i caiz ise katılık icap ederse katılık cenahını sergilerdi. Talebelere karşı halim-selim olmak gerekiyorsa öğle olurdu.

Gerek kendisi ve gerekse yetiştirdiği talebeler ve alimler, irşat ve ilim öğretmeye karşılık asla hediye kabul etmezlerdi. Çünkü o bu hizmetinin karşılığını yalnızca Allah'tan beklerdi. Hediye küçük-büyük, kıymetli- kıymetsiz kabul etmezdi.

Bir gün şöyle bir hadise vuku buldu: Şeyh İzzeddin (k.s.) Rakka şehrinde irşat görevini ifa ederken yanında olan ve onunla dolaşan birisi vardı. Bu kişi fakir idi ve üstü başı eski idi. Hava soğuk, mevsim kış idi. Rakka'lı birisi bu adama acıdı ve ona üşümesin diye bir ceket vermek istedi. O fakir kişi Şeyh hazretleri ile irşad görevinde olduğundan cekete ellememek ve ona dokunmamak için bağırdı ve yılandan kaçar gibi kaçtı. En muhtaç olduğu bir anda bakın nasıl davrandı. Sonra fakir kişi öbür adama dedi ki: ?Senden bunu almamamın sebebi şudur: Ben Şeyh (k.s.) ile irşattayım, tarikatın adabı buna engeldir.?

?Allah'a yemin ederim ki, kişinin hayatı ilim ve takva iledir.

Eğer bu ikisi yoksa kişinin şahsiyetinin pek kıymeti yoktur.?

Şeyh buyuruyordu: ?Bir mürşidin birçok talebesi vardı. Bunlardan birisini hepsinden daha çok severdi. Diğerleri bu sevgiyi kıskandılar ve onu çekemediler. Bu mürşid talebelerinin hasedini ve çekememezliğini anladığından onları denemek kastıyla dedi ki: ?Herkes bir kuş ve bir bıçak alsın ve kuşunu kimsenin görmediği bir yerde kessin.? Herkes kuşunu kesip getirdiği halde bu çocuk kuşunu kesmeden geldi. Hocası sordu: ?Niçin kuşu kesmedin?? Çocuk dedi ki: ?Siz kimsenin görmediği bir yerde kesin dediniz. Nereye gitsem Cenab-ı Hakk'ın beni gördüğünü ve hiç bir yerin ve şeyin ona gizli olmadığını gördüm. Onun için kesemedim.?

Mürşid öğrencilere döndü ve dedi ki: ?İşte bu murakabe ve anlayış sebebiyledir ki bu çocuğu sizden daha çok seviyor ve size takdim ediyorum.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) tavkası dillere destan idi. Öyle ki hiç bir şüpheli şeye yanaşmazdı. Küçüklükten beri ihtiyatlı idi. Şeyh İzzeddin (k.s.) kelimenin tam manası ile salih idi. Vera ve ihtiyat sahibi idi. Allah'a çokça ibadet eden bir abid idi.

Şeyh hazretleri (k.s.) asla boş kalmazdı; ya ibadet ederdi, ya kitap okurdu, ya Allah'ı zikrederdi, ya da sadaka veya namaz ile veyahut insanları irşat ile, talim ve terbiye ile insanların ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olurdu.

Çok vera sahibi idi. Çok ağlardı ve gözleri daima yaşlı idi. Hiçbir dünyevi makamı ne kendisi ne de evlatları için arzu etmezdi. Makam ve mevki için uğraşmazdı.

ŞEYH HAZRETLERİNİN (k.s.) İSTİKAMETİ ve PEYGAMBERİN (s.a.v.) SÜNNETİNE BAĞLILIĞI

Şeyh İzzeddin (k.s.) istikamet üzere olmayı, kendine hem yol hem de prensip edinmişti. İstikamete uyan bir işi alıp kabul ediyor, uymayanı reddedip terkediyordu.

Şeyh Hazretleri (k.s.) yanlış olan işe buğzeder, asla kabul etmezdi. İstikameti severdi. Şeyh hazretlerinin bu uygulaması: "Emredildiğin gibi dosdoğru ol" (Hud Suresi: 112) ve: "Allah'ım bizi dosdoğru yola ilet" (El - Fatiha Suresi: 6) ayeti kerimelerinin kendi alemindeki yansımaları idi.

Şeyh hazretlerinin en büyük gayreti ve çabası, insanların dine sarılmaları ve Peygamberin (s.a.v.) sünnetine tabi olmaları idi.

Şu hikâyeyi daima anlatırdı: ?Bir şeyhin talebeleri vardı. Bunlardan birisini çok severdi ve onu diğerlerine takdim ederdi. Diğer talebeler bundan müteessir oldular. Şeyh efendi bu öğrenciye fazla iltifatının sebebini anlatmak istedi. Bir caminin yanında idiler. Şeyh efendi hepsine camiye gelin girin diye emretti. Hepsi önce sol ayaklarını camiye atarak girdiler. Sevdiği öğrenci ise önce sağ ayağını camiye atarak girdi. Şeyh ikinci kez emretti: ?çıkın.? O sevdiği hariç diğerleri önce sağ ayakları ile çıktılar. O talebe ise önce sol ayağını çıkardı. Bunu gören şeyh dedi ki: "İşte bu öğrenci benimdir, sizinle her hangi bir alakam yoktur." Bakınız sünnete tabii olduğu için şeyh efendi ona nasıl iltifat etti.

Şeyh İzzeddin (k.s.) bu hikaye ile şu sonuca varmak istiyordu. Hakki bir mürşidin gayesi, insanların dine sımsıkı sarılmaları ve Peygamber'in (s.a.v.) sünnetine tam uymalarıdır. Yoksa gaye etrafında çok insan toplama değildir. Şeyh (k.s.), Hz. Peygamber'in sünnetine sımsıkı bağlı idi.

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Kim ölmüş bir sünneti ihya ederse elli veya seksen şehid ecri vardır."

Şeyh hazretleri (k.s.) bidatlardan ve dine uymayan şeylerden son derece sakınırdı ve derdi ki: ?Bunların olduğu yerde tarikat ölür ve söner. Çünkü tarikatın varlığını sürdürebilmesi sünnet ile amel etmek ve bidatları terketmekle mümkündür.

Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) tarikat-ı aliyyeyi dünya menfaatlerine alet etmediği gibi başkalarının da alet etmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Kendi menfaatlerine kullanmaya çalışanlara hiç taviz vermiyordu. Bu anlamlı metodu yaşayıp yaşatmaya çalışıyordu. Müslümanların bu gibi şahıslara aldanmamaları için kendi mesuliyetinin gereği olarak onları defalarca ikaz ettikten sonra bu gibi art niyetli ve sünneti yaşamayan insanları ilan ederek şerlerine son veriyordu. Sünneti ve sünnet ehlini korumak ve bidatlarla mücadele etmek onun asli metodu idi.

ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN (k.s.) MENKIBELERİ ve SİRETİ

Şeyh hazretleri (k.s.) onu dinleyen insanların kalbine tarikatın hak olduğunu, dini ve dinin adabını yaşamanın Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahlâkını yaşayabilmenin en büyük vesilesi olduğunu vurgular ve bu fikri sürekli aşılardı.

Makam sahibi veya sorumlu birisine bu tarikatın adabını ulaştırmak istediği zaman zahiri bir sebep bulur mutlaka ona ulaşırdı. Ona dinin ve tarikatın adabından mümkün olduğu kadar bahsederdi. Şeyh Hazretleri (k.s.) Meşfa eş-Şami Şam hastanesinde yattığı günlerde bu hastaneye her tabaka ve sınıftan o kadar ziyaretçiler geldi ki bu olay herkesin dikkatini çekti. Hastane sanki bir medrese oldu. Doktorlar, ilgililer ve herkes dinin ve tarikatın adabını öğrenmeye başladı. Bu olay Şam'da büyük yankı uyandırdı. Şeyh hazretleri (k.s.) hastaneden çıkarken şöyle diyordu: ?Allah'a hamd-ü senalar olsun ki Şam halkı Haznevi Tarikatının hakikatini, müridlerin Şeyhlerine olan sıdk ve ihlasını, müridin; mürşidin sevgisine maldan, evlattan, akrabadan daha çok değer verdiğini bizzat gördüler.?

Şeyh İzzeddin?e (k.s.) , kendi geçimini kendi temin ettiği gibi, misafirlerin, bazen sayıları on binleri aşan ziyaretçilerin dergâhta daimi kalan ve şimdi sayıları iki bine ulaşan öğrencilerin, hergün sayıları dört yüzü bulan misafirlerin iaşelerini de temin ediyordu.

Bütün bu ihtiyaçları kendi malından karşılıyordu, Allah'tan başka hiç kimseden hiç bir şey kabul etmiyordu. Bu infak ve harcama yorulmadan, usanmadan, başa kakmadan, öf bile demeden seksen küsür yıldır devam etmektedir.

Bu yüzden görüyoruz ki uzaktan yakından her yoldan insanlar gelip onun tarikatına giriyorlar. Suriye'den, Türkiye'den, Amerika, Avrupa ve daha başka ülkelerden insanlar işlerini güçlerini terkedip geliyorlar; Şeyh'in (k.s.) dergâhında o safi, temiz, manevi pınardan su içmek ve tevbe etmek için, günahlardan vazgeçmek için ve iyi işler yapmak , Allah'a taat ve ibadet için gelip Allah'a söz veriyorlar.

Şeyh hazretleri (k.s) dinin bütünü ile meşgul oluyor ve buna çokça ihtimam gösteriyordu. Bütün işlerinde ve sözlerinde ihlas ve hüsnü niyete dikkat ediyor ve diyordu ki: ?Kişi yaptığı işlerde son derece ihlasa riayet etmelidir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Halbuki onlar Allah'a onun dininde ihlas (ve samimiyet) ten başkasıyla emrolunmamışlardı." (Beyyine suresi: Ayet 5) Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyetinin karşılığı vardır."
Meşhurdur ki Şeyh (k.s.) niyetini salih etmeden hiç bir şey yapmaz ve hiçbir şey söylemezdi.



Çok ülke gezdi. Oralarda da vaaz ve irşad eyledi, hareketiyle binlerce insan günah bataklıklarından kurtuldu. Onlara sahih imanı ve İslam?ı anlattı. Allah'ın kitabına ve Peygamberin sünnetine nasıl sarılmaları gerektiğini gösterdi. Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) sünnetine son derece bağlıydı. Daima dinde en kuvvetli olanını alırdı. Eğer bir meselede bir kaç görüş varsa en üstününü seçerdi.

Tarikatın adabına bağlıydı. Adaba uymayan şeylerden sakınırdı. Hatta şöyle buyurdu: ?Bir defa Şeyh Ahmed EI-Haznevi (k.s.) alimleri topladı ve kızarak onlara dedi ki: ?Tarikatta meydana gelen bidatlardan siz sorumlusunuz. Çünkü siz adabı tam öğretmiyorsunuz, onlar ise zaten bilmezler.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) misafirlerle çok ilgilenirdi. Yemeklerine dikkat ederdi. Bazen fırına gider ve çıkan ekmekte bir kusur var mı diye kontrol ederdi. Eğer ekmek hamur veya iyi pişmemiş ise hemen fırıncıyı ikaz ederdi. Bazen mercimek çorbası tabaklara dökülürken hazır olur ve derdi: ?Daha başka çeşitli yemekler veremiyoruz; zira misafirler çok Allah'a hamd olsun.?

Şeyh hazretleri şöyle buyurdu: ?Allah'ın her nimetine şükrediyorum. Babam üç hasletten dolayı Allah'a hamd ederdi. Ben de aynı şekilde Allah'a hamd ediyorum.

Birincisi: Hiç bir fakiri boş çevirmedim.

İkincisi: Hiç kimseden herhangi bir mal istemedim.

Üçüncüsü: Şeyh hazretlerinin (k.s.) dergâhı hiç bir zaman talebesiz kalmadı.

Bulundukları bir mecliste Bir gün Şeyh hazretleri mürşidi Şeyh Ahmed (k.s.) hakkında çölde yaşayan bir bedevinin ağzından şu kıssayı anlattı:Bir bedevi alimlerin sohbet ettikleri meclise geldi ve bir şeyler anlatmak istediğini söyledi ve şöyle dedi: ?Biz çölde yaşayanlar helali haramı bilmezdik, temiz olanı temiz olmayandan ayıramazdık. Necaset bakımından koyun ile köpek arasında fark görmezdik. (Bazı mezheplere göre köpek necistir) Daha Şeyh Ahmed el-Haznevi (k.s.) ile tanışmamıştık. Çölde yaşadığımız için kazanlarda, tencerelerde ayran çorbası yapardık. Köpekler o çorbadan içmek için gelirdi. Benim ailem gelen köpeği, çorbanın içinden çıkardığı ıslak kepçe ile vurur ve tencere içine koyardı. Islak kepçe köpeğe temas ettikten sonra tekrar kazana veya çorba tenceresine girerdi. Yıkanmadan temizlenmeden kabın içine daldırılırdı. Biz tarikata girdikten sonra Şeyh Ahmed EI-Haznevi bize dinimizi, tarikatı, helali, haramı öğretti, dinin inceliklerini bildirdi.

Yine böyle bir gün Şeyh Ahmet'in (k.s.) arkasında yatsı namazını kıldım ve eve gittim, baktım ki benim eşimin elinde bir tencere var onu dökmeye götürüyor. Dedim ki bu nedir, içinde ne var? Dedi ki içinde ayran var. Bir kedi bundan içti, ben de temiz değil diye dökmeye götürüyorum. Ben dedim ki: Bu necis değil, temizdir dökme. Ailem dedi ki: Sen benim Şeyhime git ondan temiz olduğuna dair fetva getir kabul edeyim, yoksa sen temiz desen de mutmain olmam.

Anladım ki ben onu ikna edemem. Tamam dedim ve Şeyh Ahmed'e (k.s.) geldim, meseleyi anlattım buyurdu ki: ?Sizin oturduğunuz yere yakın nehir var mı? Biz nehrin tam kenarındayız dedim, Şeyh buyurdu ki muhtemel kedi herhangi bir necaset yedikten sonra nehire gitmiş ve su içerek ağzını temizlemiştir, yine de hanımına söyle madem öğle ihtiyatlı davranıyor o ayranın yağını alsın, fakat senelik yağın içine katmasın.? Bedevi bunu anlattı ve dedi ki: ?İşte ey hoca efendiler, biz koyun ile köpek arasındaki farkı bilmez iken şüpheden uzak ve ihtiyatlı davranır bir hale geldik.?

Şu acaip kerameti oğlu Şeyh Muhammed (k.s.) anlatıyor. ?Şeyh İzzeddin (k.s.) prostat hastalığına yakalanmıştı. Doktorlar dediler ki: ?Ameliyat yapmak için sizi uyuşturmamız gerekiyor.? Şeyh İzzeddin (k.s.): ?Olmaz dedi. Ameliyat yapacaksanız uyuşturmadan yapınız.? Doktorlar dediler ki: ?Nasıl olur, uyuşturmadan çok acı çekersiniz, nasıl tahammül edersiniz?? ?Evet dedi. Tahammül edebilirim ve Allah'ın zikrinden mahrum kalmamak için beni uyuşturmanıza razı olmam? dedi ve bu konuda ısrar etti. Doktorlar onu uyuşturmadan ameliyat ettiler. O anda elinde bir kitap vardı onu okuyordu.?

Şeyh (k.s.) sadece bazı ilim ve faziletleri kazanmakla kalmamış aksine bütün mevcut ilimlere vâkıf olmuş, adeta bütün faziletleri kendi şahsında toplamıştı. Bir meseleyi tabir ederken onu gören biri zannederdi ki: büyük müctehitlerden biri tekrar dünyaya geri gelmiş.

Onun vera, zühd ve tevazusunu gören bu insan ya Uveys el-Karani veya Ebu Yezid el Bestami derdi.

Akli meselelere girip de hikmeti sarf ederken ona kulak veren diyecekti ki İmam-ı Gazali veya İmam-ı Kuşeyri bu imamdan istifade etmişlerdir.

İhlası ve ibadetine bakan onu Hz. Ebu Bekir'e benzetir. Adalet ve siyretini gören onu Hz. Ömer'den ayırt edemez, cesaret ve kararlılığında Hz. Ali'yi, edeb ve hayada Hz. Osman'ı andırırdı.

İşte Şeyh İzzeddin (k.s.) böyle kâmil bir şahsiyet idi. İlmi ile amel eden alimlerin tasavvufta yol arayan mutasavvıfların numune-i imtisalleri idi.

Şeyh?in (k.s.) zekâsı; dini ilim ve faziletlerin yanında, diğer ilmi faziletlere de şamildi.

Alimlerin müracaat ettikleri bir kaynak olduğu gibi, ziraatçıların dahi ziraat hususunda müracaat ettikleri bir ziraat muallimi idi. Mühendislik hususunda Hendese'den son derece iyi anlayan bir mühendis idi adeta.

İnsanların arasında onu gören derdi ki: Bu zat mükemmel bir derviştir. Abidlerin arasında bir abid, kalp hastalıkları ve nefsin rahatsızlıkları konusunda şifa arayanlara ise basiretli bir arif ve mahir bir tabip idi.

Allah (c.c.) Şeyh hazretlerine hikmet, akıl ve velâyet nasip etmişti.

ŞEYH HAZRETLERİNİN CESARETİ, SABRI ve DİNİ GAYRETİ

Şeyh İzzeddin hazretlerinin (k.s.) en büyük özelliği ve bariz vasfı üstün cesaret ve nadir bir cüret sahibi olmasıdır. En zor şartlarda ve en çetin hallerde zillet tanımaz, kör kuyu bilmez ve makamı mevkisi ne olursa olsun kimseden çekinmezdi.

Daima hakkı terennüm eder; iyiliği emreder, kötülükten sakınırdı. Allah'ın dinini yaymak hususunda kimseden korkmaz, kınayanın kınamasına aldırış etmezdi. Allah'ın dini için son derece gayret sahibi idi.

Bütün güzelliklerin Hz. Peygamberin ahlâkında ve dinin de mevcut olduğunu, Avrupa'da var gibi görünen güzel hasletlerin Peygamberin ahlâkından çalıntı olduğunu söylüyordu. Maalesef Avrupalılar Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ahlâkını adet olarak yaşarken biz, dinimiz olan o nefis hasletleri terk etmişiz.

Şeyh hazretlerine (k.s.) göre dünya; salih amel, iyilik ve hayır işler işlemek için bir vesiledir. Kişinin, gaye ve hedefe giderken bindiği bir binittir.

Şeyh İzzeddin'i (k.s.) tanıyan biliyordu ki, Şeyh dünyanın peşine asla düşmedi, makam, siyaset, mevki peşinde değildi. Onun dünyadan tek bir gayesi vardı: ALLAH RIZASI. Teveccüh hakkında şunları söylerdi:

Ey aşağılık dünyayı isteyen kişi bil ki dünya insanın önünde kurulmuş ve onu kendine düşürmek isteyen bir tuzaktır.

Dünya öyle bir diyardır ki insanı bir gün güldürürse yarın mutlaka ağlatır. O halde ne kötü bir diyardır.

Şeyh İzzeddin (k.s.) çok merhametli, hassas ve yufka yürekli olmasına rağmen zorlukların karşısında dağ gibi dururdu. Eşine rastlanmayan bir sabır ve metanetle sabrederdi. Onun sabır ve metanetinden ders alınır, ibret kazanılırdı.

Şeyh (k.s.) çok halim idi. Ahlâkı geniş ve sabırlı idi. Dağların bile tahammül edemeyeceği ancak çok büyük insanların başarabileceği tahammül gücüne sahip idi. Cenab-ı Hakk?ın kullarına şefkatli bir babadan daha fazla şefkat gösteriyordu. Özellikle ilim okuyan talebeler için: ?bunlar benim evladım.? derdi.

Hilm konusunda onunla yarışılmazdı. Düşmanlarından çokça eziyet görür, yine de iyilikle karşılık verirdi. Onlara kin gütmez, cehaletlerine ise üzülürdü. Salih olmaları için dua ederdi. Kendi hakkında yapılan hataları affeder, bu gibi davranan kişilere ikramda bulunurdu. İnsanların gönlünü alırdı. İşte bu üstün ahlâk sayesinde insanların kalbini kendine bağladı.

ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİ (k.s.) TEVAZU SİMGESİ

Onu ziyarete gelenler elini öpmek istediğinde, yaşlı olmasına ve belindeki ağrıya rağmen eğilir ve onların ziyaret etmelerine fırsat verirdi.

Şeyh hazretleri (k.s.) kendi çocuklarına terbiyeyi anlatırken şöyle diyordu: ?İnsanların, sizin etrafınızda toplanmasına aldanmayın. Çünkü sadatımızın birisinin etrafında kalabalık olunca kendi Şeyhine mektup yazıyor ve vaziyeti ona anlatıyor. Şeyhi bunun üzerine diyor ki: ?Bu kalabalığa aldanma; bu teveccühe kanma. Zira bu teveccüh bir köpeğin boynunda asılı olan ekmeğe bakarak gelen köpeklerin teveccühüne benzer. Bunların teveccühü ekmek içindir. Ekmek olmazsa veya biterse kimse gelmez. Gelseler de ayrılırlar.?

Şeyh hazretleri (k.s.); "Kim ki Allah için tevazu gösterdi, Allah onu yüceltir." hadisi ile tam amel ettiği için son derece mütevaziydi.

Bir çok yerde Şeyh (k.s.) şöyle yemin ediyordu: ?Vi, Billahi, Ti aranızda kendimden daha kötü halli kimseyi göremiyorum.?

Hastaları çokça ziyaret ederdi. Umumi meclislerde kendine özel bir yer ayrılmasını ciddi bir mazeret yoksa kabul etmezdi. Bilakis yaşlı olmasına rağmen sıradan biri gibi otururdu. Ve derdi ki: ?Mürid kendine pay ayırmamalı, kendine kadru kıymet verilsin arzusunda olmamalı, hatta kendini bir kafirden dahi üstün add etmemelidir. Zira akıbet meçhuldür. Kimin nasıl, ne şekilde öleceği belli değildir. Kâfir tevbe edip imana girebilir ve mü'min olabilir; fakat taat ve ibadet ehli bir insanın durumu değişebilir ve arzu edilmeyen bir şekilde ölebilir.?

?Mürid, tavus kuşu gibi olmalı. İnsanlar onun rengârenk tüylerine bakarlar, ama onun gözleri daima siyah olan ayaklarındadır.?

Şah-ı Nakşibend (k.s.) şöyle buyurdular: ?Kendi nefsini müslümanların en aşağısından üstün gören kişi tarikatın zevkinin kokusunu dahi alamamıştır.?

Bazı tarikat erbabına sormuşlar: ?Allah'a varmak ne ile mümkündür?? Cevap vermişler: ?Bir ayağını nefsin boynuna bas, öbür ayağını varacağın makamda bulursun.? Böyle olan insan, yani nefsini terbiye eden kişi, insanlar ona değer vermeseler de onlara kızmaz. Çünkü kendini herkesten aşağı görür.

Vaazını dinlemek ve dersine kulak vermek için yanına gelen kalabalıklara şöyle diyordu: ?Ben zayıf bir insanım, kıymetim yok. Siz inanıyorsunuz ki bu alimdir. Alimler de Peygamberlerin varisleridir. Sizin bana olan hürmetiniz aslında dininize olan hürmettir. Hatta bu Cenab-ı Allah'a olan hürmettir. Benim hakkımda olan düşüncelerinizi gerçekleştirmesi için Allah'a yalvarıyorum.?

Şeyh hazretleri (k.s.) herhangi bir şeye okudu ve sonra şöyle buyurdu: ?Rivayete göre bir gurup hırsız bir eve misafir olurlar. O ev sahibinin felçli bir çocuğu vardı. Ev sahibi misafirlere izzet ve ikram eder, yemek verir. Misafirler yedikten sonra arta kalan yemekten misafirin artığı şifa diye felçli çocuğa verir. Çocuk yemeği yiyince iyileşir, kalkar ve yürür. Hırsızlar ikinci defa o eve giderler; fakat felçli çocuğu yürürken görürler ve bu işe çok şaşırırlar. Ev sahibi meseleyi anlatır ve der ki: ?İşte bu çocuğun iyileşmesi sizin bereketiniz sayesindedir.? O misafir olan hırsızlar mahcup olurlar, utanırlar ve bu hallerinden tevbe ederler.

ŞAHSİ GAYRETİ

En büyük oğlu ve değerli halifesi Şeyh Muhammed EI-Haznevi Hazretleri şöyle buyuruyor: ?Ne zaman gece uyanmışsam babamın, Şeyh İzzeddin (k.s.), Şah-ı Nakşibend (k.s.) veya Molla Cami?nin (k.s.) şiirlerini ve tasavvuf hakkında sözlerini okuyup terennum ettiğini ve evinde cenazesi olanın ağlamasına benzer bir şekilde ağlayıp gözyaşı döktüğünü görmüşümdür.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) nefsine karşı sanki savaş yapıyordu. Mübah olan lezzetleri dahi ona yasaklamıştı. Nefs artık Şeyh hazretlerinden umudu kesmiş ve ona istediğini yaptıramayacağını anlamıştı. Dünyadaki vaziyeti böyle idi. Mübarek vücudu çok eskimiş ve yıpranmış bir testi misali Allah için yorgun ve meşakket içinde idi.

Şeyh Hazretleri şu hikayeyi sıkça anlatırdı: ?Geçmiş zaman içinde ibadetle meşgul olan salih bir zat vardı. Başka biri bu abidi rüyasında bir dağın başında görür. Rüyasını ona anlatınca adam hayırdır der. Bir başka zaman, aynı adam bu abidi dağın başında değil de dağın eteklerinde rüyasında görür. Tekrar rüyasını anlatır ve abid der ki: Hayırdır. Bir yıl sonra üçüncü kez rüyasında onu dağ başında görür ve rüyasını tekrar anlatır. Abid tekrar hayırdır der. Rüya gören kişi abide dedi ki: Ne olur beni meraktan kurtar ve aydınlat. Her üç rüyayı sana anlattım ve sen her seferinde hayırdır dedin. Bu nedir? Adam dedi ki: Birincisinde beni dağ başında gördün o zaman Allah (c.c.) ile aram iyiydi. İkincisinde eşimi şehvetle öptüm makamım düştü ve Allah mertebemi düşürdü. Makamı büyük olanların Allah'tan başka şeylerden zevk alıp ona iltifat etmesi heybetine leke kondurur. Tevbe ve pişmanlık duydum. Bir yıl bu yaptığıma ağladım. Allah tekrar beni eski makama yükseltti ve sen beni tekrar dağların zirvesinde gördün. İşte rüyanın tabiri budur.?

ZEKÂ ve FERASETİ

Şeyh İzzeddin (k.s.) çok akıllıydı, ileri görüşlü idi. Üstün bir zekâsı vardı. Onu vasfedenler onu vasf etmekten aciz kalıyorlardı.

Babası Şeyh Ahmet EI-Haznevi (k.s.) onun için yazdığı icaze (diploma) de onu överken şöyle diyordu: ?Zeki, zarif, cüretli ve dinin yücelmesine gayret eden İzzeddin (k.s.) çok üstün bir fetanet ve feraset sahibidir.? Kendi nefsi için şöyle derdi: ?Kerametim yok; ama aklım kılı kırk yarar. Benim aklım ise babamın aklından sadece bir parça (cüz)dür.?

Şöyle buyurdu: ?Birisiyle bir defa görüşürsem elli yıl sonra ikinci defa gördüğümde hemen tanırım. Birisi benimle konuşursa sözünü bitirmeden ne diyeceğini anlarım.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) bir gün irşat münasebetiyle Amuda kazasının etrafındaki köylere gitmişti. Her taraftan gelip vaaz ve nasihatını dinlemek istediler. Aşiret reisi Şeyh Hazretlerini görünce çok sevindi ve dedi ki: ?Ey Şeyh İzzeddin (k.s.) senin iki hususiyetin benim acaibime gidiyor ve hayret ediyorum. Şeyh buyurdu ki bu iki husus nedir? Aşiret reisi dedi ki: ?Birincisi şudur: senin bu zayıf vücudun nasıl bu kadar güçlü kuvvetli aklını taşıyabiliyor?? Bu söze karşılık Şeyh hazretleri ona şöyle cevap verdi: ?Vücudumun maddi ağırlığı kırk beş kilodur; fakat aklıma gelince benim aklım Şeyh Ahmet EI-Haznevi hazretlerinin aklından sadece bir parçadır.?

İkincisi de şudur: ?Sen nasıl evlendin. Bu zekâ ve incelik ile nasıl hanım beğendin?? Şeyh İzzeddin (k.s.) buna da şöyle cevap veriyor. ?Ben evlilik hususunda kendi kendime karar vermiş değilim. Beni babam evlendirdi.?

Şeyh hazretleri üstün zekâsına binaen: Herkese haline göre muamele eder, anlayış kabiliyetine göre davranır, aklına göre konuşur ve onu layık olduğu mertebede görürdü.

Bu yüzden Şeyh hazretlerinin (k.s.) çeşitli meclisleri vardı. Bir meclisi vardı ki avam havas her tabakadan insanlar bulunur ve herkes vaazı kavrar ve istifade ederdi. Diğer bir meclisi vardı ki bu meclise sadece alimler ve salikler katılır, onlara tarikatın ve insanları irşat etmenin hususiyetlerini anlatır, irfan demetleri sunardı. Bazen de böyle bir mecliste o kadar veciz konuşurdu ki söylediklerini anlamalarını istediği kimseler anlar, diğerleri anlayamazdı.

Üçüncü bir meclisi daha var idi ki bu dünya ehline has bir meclisti. Bu vazifeli, ileri gelen ve kabile reisleri gibilere has idi. Bu insanları irşat eder, yönlendirir ve kapasiteleri ölçüsünde konuşurdu.

Dördüncü bir meclisi daha vardı. Alimler ve salihlerden istediği kimseler ile oturur ve onların zekâ ve kabiliyetlerini teftiş ederdi. Akıllı ve tedbir ehli, organizeden anlayan birini görünce sevinirdi.

Şu kıssayı Şeyh İzzeddin (k.s.) babası Şeyh Ahmet'den nakille çokça anlatırdı: Şeyh Ahmet (k.s.) yanındaki saliklerden birisine hilafet vermişti. Başka bir salik (alim) daha vardı ki yapılması gerekeni yaptığı, katedilmesi gereken mesafeyi katettiği halde kendisine hilafet verilmemişti. Şeyh Ahmet?in (k.s.) hanımı (r.a.) sohbet ve hasbıhal olsun diye Şeyh Ahmet'e (k.s.) sordu: ?Ey Ma'sum?un babası filana hilafeti verdin; ama onun gibi amelini bitiren diğer birine vermiyorsun niçin?? Şeyh Ahmet buyurdu: ?Kendisine hilafet vermediğim kişi tedbir ve organizeyi beceremiyor. Epey mesafe almışsa bile ona hilafet vermek uygun değildir. Kendisine hilafet verilse irşat edeceği insanları ıslah değil ifsat eder.?

DAVETİ ve İRŞADI

Şeyh İzzeddin (k.s.) yetmiş yıla yakın ömrünü irşat, gayret, talim ve terbiye ile geçirdi. İlk yıllarını ilim ve marifet tahsiline verdi. 1969 yılında kardeşi Şeyh Alâaddin?ın (k.s.) vefatından sonra irşat makamına oturdu ve tarikatı teslim aldı.

Maddi-manevi bütün gücünü harcadı. Allah'ın kullarına marifetin, menfaatin ulaşması için pekçok cemaatlere vaaz ve nasihatlerde bulundu. Doğudan batıdan her taraftan gelen insanlara tarikat dersleri vermekle ömrünü geçirdi.

Onlara gerekli talimatları veriyor; terakki etmeleri için gereken zamanda da ellerinden tutarak halden hale yükseltiyordu.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) davetinin çok çarpıcı özellikleri vardır. Kendisi Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnetini takip ediyordu. Ashab-ı Kiram'ın ve üstün tabiilerin izinde yürüyordu.

İki husustan son derece uzaktı ve uzak kaldı. Dünya menfaati ve siyaset. Vaaz-u nasihatlerinde söze şöyle başlardı: ?Acizane ben, Şeyh Ahmed El - Haznevi'nin oğlu İzzeddin El - Haznevi'yim. Babamdan ve iki kardeşimden iki husus ile uğraşmamayı miras olarak devraldım. Birinci husus: Ben ne kendi memleketimde ne de başka bir yerde asla siyasetle uğraşmıyorum ve siyasi işlere müdahale etmiyorum. Zira insanların irşadı ile uğraşanların belli bir grubu değil bütün dinleyenleri ve müslümanları muhatap seçmeleri gerekiyor. Biz herkesi muhatap kabul ettiğimiz için derslerimize her çeşit insan geliyor. İkinci husus: Hiç kimseden mal istemiyorum. Bana verilmek istenen malları asla kabul etmiyorum. Bu hususlar için Allah'a şükürler ediyorum. Zira irşat ile uğraşan insanların, başkalarının elindekilerde gözü olmamalıdır.?

VEFATI

Şeyh İzzeddin Hazretleri 31 Temmuz 1992 (1 Sefer 1413 Hicri) tarihinde Cuma ikindi namazını kıldıktan sonra en faziletli ve duaların en çok kabul edildiği bir saatte Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

Vefat etmeden önce kendi evinde binlerce insana vaaz-u nasihat ediyordu. Onlara şu hadisi anlatıyordu: Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Size iki vaiz bıraktım. Biri konuşan vaiz diğeri de susan vaiz. Konuşan vaiz Kur'an-ı Kerim, susan vaiz ise ölümdür." İşte bu mübarek Hadis-i Şerifin ışığı altında konu Feth Bin Seleme'nin Ömer bin Abdülaziz'e nasihati idi.

Şeyh hazretleri konuya devam etti. Ölümden, ölüme hazırlanmaktan, ölümün çok yakın olduğundan, bunun şuurunda olmanın gereğinden bahsediyordu. O dereceye geldi ki, rahatsızlandı ve konuştuğu kelimeleri mübarek ağzından tam telafuz edemiyor, mübarek eliyle mikrofonu tam tutamıyordu. Şeyh'in elinden mikrofonu Şamlı eş Şeyh Arabi Kabbani aldı. Bu zat çocuklarıyla Şeyh'i ziyarete gelmişti ve Şeyh'in yanında oturuyordu. Şeyh İzzeddin hazretleri (k.s.) misafiri olan Şeyh Arabi Kabbani?ye vaazı tamamla diye emretti. Misafir zat muhabbetten ve sevgiden bahsetti. Şeyh İzzeddin (k.s.) ona teşekkür etti ve dedi ki: ?Siz ve çocuklarınız eve buyurun size yemek verelim." Şeyh hazretleri son dakikalarını yaşadığını anlayınca kendini kıbleye doğru çevirdi. Etrafındakiler Şeyh hazretlerinin kendini kıbleye çevirdiğini görünce ağlamaya başladılar.

Şeyh İzzeddin (k.s.) etrafındaki insanların ağlamalarını ve üzüntülerini görünce onlara merhamet etti ve aralarında iken mübarek ruhunu teslim etmemeyi temenni etti. Hemen ilacını kullanmak için su istedi ve "arabayı getirin" dedi.

Misafir olan Şeyh Arabi Kabbani?nin arabası yanaştı. Arka koltuğa hizmet ehli olan Hasan efendi oturdu ve Şeyh İzzeddin'i (k.s.) kucağına aldı. Ön tarafa Şeyh Arabi Kabbani ve Şeyh'in torunu Muhammed Faiz bindi. Çok süratli bir şekilde Zebedan'daki evden iğneyi alıp Şam Hastanesine doğru gittiler. 31 Temmuz 1992'de akşam saat 18:00'da mübarek ve tahir ruhunu Allah'a teslim etti. En son sözü: "Lailahe ill Muhammedun Resulullah. La havle ve la kuvvete illa billahilaliyyil azim" oldu.

Akla hayale gelmeyen kalabalıklar; Şam'dan, Zebedan'dan ve her taraftan geldi ve hastaneyi adeta kuşattılar. O gün dehşetli bir gün idi. Şam Radyo'su vefat haberini duyurdu. Sonra başka radyolar da bu elim haberi verdiler. Gazeteler ve mecmualar bu elim haberi yazdılar. Mübarek cesed yıkandıktan sonra hastaneye yakın Sad bin Muaz hazreterinin (r.a.) adıyla bilinen camiye kaldırıldı. Şam'ın ileri gelen alimleri ve muhteşem bir kalabalık cenaze namazını kıldılar. Şeyh İzzeddin (k.s.) hayatında insanlara vaaz-u nasihat ettiği gibi vefatından sonra da vaaz etmiş oldu.

Sonra bu dehşetli kalabalık eşliğinde Mübarek cenaze 1 Ağustos 1992'de Şam havaalanına getirildi. Özel bir uçak ile büyük oğlu Şeyh Muhammed (k.s.) refakatinde Şeyh'in diğer oğulları, kerim ailesi, akrabalar, alimler ile birlikte Kamışlı havaalanına getirildi.

Kamışlı havaalını, uçak pistine yakın her yer, yollar, bahçeler yüz binlerce insanla doldu taştı. İnsanlar ağlıyor, gözyaşı döküyorlar, mürşidleri ve mürebbibleri olan Şeyh'den ayrılık onları son derece üzüyordu. Evet yüz binler sanki gözyaşı değil, kan ağlıyorlardı.

Şeyh İzzeddin hazretlerinin (k.s.) cenazesi kilometrelerce uzanan konvoy eşliğinde Telma'ruf?a doğru yola çıktı.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) mübarek cenazesi Telma'ruf'a vardığı gece defnetmek mümkün olmadı. Çok aşırı bir kalabalık ve insan seli karşısında izdihamdan dolayı mübarek naaşı o gece defnedilemedi.

Mübarek cenaze Şeyh hazretlerinin evine götürüldü ve bir müddet çocukları, ehli ve akrabaları arasında kaldı. Bu arada insanlar, cenaze münasebetiyle gelenler hiç bir yere sığmıyorlardı. Ne camide, ne medreselerde ve ne avluda hiç bir yer kalmadı. Telma'ruf?a gelenler, Müzdelife'de, meşar'ı haram'da ve çevresinde sabahladıkları gibi buldukları yerlerde sabahladılar.

Evet 31 Temmuz günü ve onu takip eden bir kaç gün insanların hiç karşılaşmadığı ve görmediği bir gün idi.

İnsanların akılları başlarından gitmiş, gözler soluk ve sönük, kalbler heyecanlı ve canlar boğaza gelmişti. Büyük kalabalıklar bir yana, Kamışlı bütünüyle Şeyh'in cenazesini karşılamak için havaalanına gitmişti. Ve aynı kalabalık Şeyh hazretlerinin cenazesini, ikametgâhı olan, dergâhın ve medresenin olduğu Telma'ruf'a getirmiş, beraberinde gelmişlerdi.

2 Ağustos 1992 pazar günü Telma'ruf görmediği kalabalıklara sahne oluyordu. Suriye'den, Lübnan'dan, Ürdün'den, Türkiye'den ve daha başka yerlerden binlerce, on binlerce insan.

Bu muazzam kalabalık Şeyh Muhammed'in arkasında cenaze namazını kıldıktan sonra; Şeyh'in kerim ailesi, aile efradı, evladı, ev halkı onunla vedalaştılar. Sonra o kalabalık, başları ve elleri üzerinde Şeyh hazretlerini, babası ve iki kardeşinin olduğu Markad-ı Şerif'e doğru taşıyıp götürdüler. Tekbirler, tehliller ve gözyaşları arasında babası ve kardeşlerinin yanına defnedildi. Allah Rahmet eylesin. Geniş rahmetine gark eylesin. İslam ümmeti adına onlara rahmet eylesin ve hayırlar versin.

Menzilleri uzakta da olsa onlar benim kalbimdedir.

Ben aşklarıyla yaşarım ve bundan razıyım

O sevdiğimi kulaklarımdan uzak tutsalar da ve mesafe uzak da olsa.

Ruhum ondan gelecek haberlere sevinir ve rahat eder.

Ah o geçen zamana ve ah o güzel yerlere.

Fırsatı kaçırıp murakabe edemeyenlere.

Acaba geçen hayat geri gelir mi ki ben de

O hayatı tatması için bir gün olsun nefsime müsaade edeyim.

Üzüntülü oturup kederli olarak beklemek bana yeter.

İştiyakler önümde ama, kaza ve kaderde beni takip ediyor.