Pazartesi, Kasım 10, 2008

Hz. Ahmed Ziyauddin ibni Mustafa Gümüşhanevi

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevî Hazretleri, Gümüşhane'nin Emir-ler Mahallesi'nde H. 1228 M. 1813 tarihinde dünyâya gelmiştir.
Babasının adı Mustafa, dedesinin ise Abdurrahman olup “Emirler” diye maruf olan bir sülâledendir. Ailesi hakkında geniş bir bilgiye rastlanılmamıştır. Ancak, Gümüşhane'nin Emirler mahallesine adla-rını verdirecek kadar geniş nüfuzlu, köklü ve ticaretle meşgul olan bir aile olduğunu görülmektedir.
Hayatının ilk on senesini Gümüşhane'de geçiren Gümüşhânevî hazretleri 1822 senesinde ailesi ile birlikte Trabzon'a göç eder. Tah-silinin bir kısmını da, burada ikmâl eder. Kaynaklarda beş yaşında iken, Kur'ân-ı Kerîm'i, sekiz yaşında, Kasâid, Delâil-i hayrat ve Hizb-i âzam’ı hatmedip icazet aldığı zikredilmektedir.
O'nun, Gümüşhane'deki hocalarının Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdadî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali olduğu zikredilmektedir. Ho-calarının isimlerinden anlaşıldığı üzere ilk tahsiline tasavvufî bir çev-re içerisinde başladığını anlamaktayız. Trabzon'daki hayatından iti-baren, bu çevrenin kendisinde tesîrlerini hissettirdiği ve ömrünün sonuna kadar da devam ettirdiğini görürüz.
Ağabeyinin askere gitmesi sebebi ile ticari işlerinde yalnız kalan babası ve ailesinin muhalefetine rağmen, Trabzon’da ki alimlerden de, gizlice sarf, nahiv ve fıkıh dersi almağa devam etmiştir. Bu hoca-ları da “Laz Hoca” olarak zikredilen, fakat hakkında hiçbir bilgi ve-rilmeyen Şeyh Osman Efendi ile, Şeyh Hâlid as-Sa'îdî'nin olduğu zik-redilmektedir.
Emsallerinin eğlence ile vakit geçirdiği bir yaşta, oğlunun bir ta-raftan ilim tahsili, diğer taraftan da ticarî işler altında ezilmesinden endîşe eden babası, bir gün Gümüşhânevî'ye:
“Oğlum, ilmin mâsivâdan daha faziletli ve alış verişten daha lü-zumlu olduğunu bilirim. Ne var ki, henüz senin yaşın küçük. Şimdiye kadar öğrendiklerin sana yeter. Ben seni ilim yolundan alıkoyamam. Ancak, askere giden ağabeyin, gelip bana yardımcı oluncaya kadar sabret. O zaman seni, İstanbul'a (Dârü'l-'ulûm'a) gönderirim. Hiç olmazsa, kendini şimdilik ticâret ve kazanç yoluna bağla.” şeklinde nasîhatte bulunur.
Bu sözlere rağmen Gümüşhanevi Hazretleri bir taraftan derslerini ve hıfzını ikmâl etmeğe çalışırken, diğer taraftan babasına yardım etmekte ve kendi eli ile ördüğü para “kese”lerini satarak, istikbâlde, ihtiyacı olan parayı şimdiden biriktirmenin gayreti içerisinde bulunur. Ma'rifet ve ilim tahsiline, helâl lokma ile girilmesi zaruretine olan inancı, O'nu babasının kazancından faydalanmasına mâni olmuş, rı-zasız ve şüpheli lokmadan uzak durma hassasiyeti, kendi el emeği ve alın teri ile kazandığını biriktirmeye sevk etmişti. On beş yaşla-rında, çocuk denilecek bir yaşta Gümüşhânevî'deki, bu hassas tavır, tahsîlindeki tasavvufî muhitin tesîri ile olsa gerektir.
Babası 1831 yılında Gümüşhanevî'yi, amcası ile birlikte, ticarî eş-ya alış verişi için İstanbul'a göndermiştir.
Bu seyahat O'nun hayatında yepyeni bir ufkun açılmasına sebep olmuştur. Gümüşhânevî, babası için lüzumlu eşyaları satın alıp am-casına teslim ederek, ağabeysinin askerden döndüğünü beyanla, ar-tık Trabzon'a tekrar dönmek istemediğini, İstanbul'da ilim tahsili için kalmak istediğini şu sözleriyle ifâde eder.
“Muhterem amcacığım, ben şu anda, gökte ararken yerde buldu-ğum, ilim ve ma'rifet beldesi İstanbul'da bulunmaktayım. Bundan da, tarîfe sığmaz bir saâdet ve bahtiyarlık duymaktayım. Benim için artık, memleketime dönmek gerekmez. Babamın bana verdiği sözde de ifâde ettiği gibi, ağabeyim askerden gelmiş, babam da yalnızlık-tan kurtulmuş bulunmaktadır. Burada ilmimi ve seyr ü sülûkumu tamamlamak arzusundayım. Mazeretimi meşru, kabul edin. Ve bana gücenmeyin. İleride lâzım olur düşüncesiyle, kendi ellerimle örerek sattığım, para keselerinden birkaç kuruş biriktirmiştim. Bunları da, kendime hiç pay ayırmadan size vererek babama gönderiyorum. Yardımcı ve dost olarak Allah (c.c) bana yeter! Üzerimde hakkı olan yakınlarımın, haklarını helâl edip, dualarından unutmamaları, en bü-yük dileğimdir. Ben de, kapanacağım hücremde, sizleri dua ve hayr ile yâd etmekten bir an bile geri durmayacağım.” Bu vedalaşmadan sonra, İstanbul'da, hiçbir tanıdığı, yanında da tek kuruşu kalmadığı halde, Rabb'ına tam bir tevekkül ve teslimiyet duygusu içerisinde, Bâyezid Medresesi'nde yapayalnız kalakaldığı nakledilmektedir.
İstanbul'da uğradığı ilk ilim merkezi, Bâyezîd Medresesi olup, bu-rada bir velî'nin mânevî murakabesinde, “Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen” gibi aklî ve nakli ilimleri öğrendiği tespît edilen Gümüşhânevî'nin, kimliği meçhul olan bu zâtın, vefatının ardından, Mahmûtpaşa Medresesi'ne giderek, bir hücreye yerleştiği kendisini ilme verdiği anlaşılmaktadır.
Böylelikle çocukluğunda ilk tahsiline, şeyhlerin dizi dibinde başla-yan Gümüşhânevî'nin, bir velînin nezâret ve himayesinde ve mânevî murakabesinde, tasavvuf! bir atmosfer içerisinde, tahsiline devam ettiği görülmektedir. İstanbul'a gelişinin ilk günlerinde, gördüğü bir rüyânın, davranışlarına yön verdiğini Menâkıb'ında şöyle anlatılmak-tadır.
Gümüşhânevî, bir gece, büyük bir mabed içersinde, cemaat ara-sında oturduğu bir anda, çevreyi saran ve bütün canlıları kasıp ka-vuran bir yangının çıktığı ve alevlerin mabedi sardığını, kurtuluş im-kânının kalmadığını gören cemaatin, canhırâş feryâtlarla, sağa-sola kaçıştığını görür. Bu sırada, belki bir çıkış yolu bulabilirim ümîdi ile, gözlerini gökyüzüne ve kubbe'ye doğru kaldırır. O an, kubbe'nin tam ortasından, aşağıya sarkıtılmış bir zincir gözüne ilişir. Hemen o zinci-re yapışarak, semâya doğru yükselir ve bu badireden böylece kurtu-lur. Hâlen, türbesinin, hocası ve halîfeleri ile birlikte, Süleymâniye Camii avlusundaki mezarlıkta bulunuşu, o rüyânın, ömrünün sonuna kadar tesirini devam ettirdiğini, tam ve geniş manası ile tahakkuk ettiğini göstermiş bulunmaktadır.
Uyandığı zaman, gördüğü rüyânın dehşetinden sarsılan Gümüşhânevînin, ilâhî bir sır gibi herkesten sakladığı bu rüyâ, çok geçmeden, İstanbul'a Süleymâniye ve Ayasofya Câmi'lerinde ders vermek üzere geldiği haber verilen bir üstâttan istifâde etmek üzere gittiği Süleymâniye Câmii'nde geniş tabirini buluyor. Mezkûr mabe-din içerisine girdiğinde, rüyâsında gördüğü mabedin, bütün haşmet ve azametiyle karşısında durduğunu fark edince, manevî bir işaretle îkaz edildiğinin idrâki içinde, bir taraftan bekleme diğer taraftan da, kendisini ilim tahsiline vererek, kemâle erebilmenin gayreti içinde bulunduğu nakledilmektedir.
İcazet aldıktan sonra, Bâyezîd ve Mahmutpaşa Medresesi'nde, müderrisliğe başlayan ve gittikçe ders halkasını genişleten Gümüşnânevî'nin, bir yandan da, geceli gündüzlü otuz yıl sürecek olan, ilmî eserler tertîb ve telîfi ile, neşriyat hizmetlerine başladığını görmekteyiz. Bütün eserlerini, 1848 ile, 1875 seneleri arasında ver-diğini, eserlerinin baskı ve telif târihlerinden anladığımız Gümüşhânevî'nin, telif hayatının bu târihler içerisinde geçtiği kendi-liğinden ortaya çıkmaktadır.
Zahirî ilimlerde icazet verecek derecede ilerleyen ve zamanın ön-de gelen müellifleri arasında yer alan Gümüşhânevî'nin, küçüklü-ğünden beri içinde yetiştiği havanın da, tesîriyle, kâmil bir mürşid elinde irşâd edilmeye, şiddetle ihtiyâç duyduğu ve mükemmel bir şeyh arayışı içerisine girdiği rivayet edilmektedir.
Gümüşhânevî'nin, 1831 yılında başlayan ve yaklaşık olarak 1844'lere kadar devam eden, İstanbul'daki öğrenim hayatında eriş-tiği ilmî seviyeyi görmek ve okuttuğu dersler hakkında bir fikir edinmek için öğrencilerine verdiği icâzetnâmeleri araştırıp incelemek faydalı olacaktır.
Tasavvufa İntisabı
Çocukluğundan beri, tasavvufî bir çevre içerisinde tahsiline başla-dığını bizzat kendi ifâdelerinden anladığımız Gümüşhânevî Hazretleri İstanbul'daki öğrenim hayatında da, böyle bir muhitten uzak kal-mamıştır. Hocaları arasında yer alan, Şehrî Hâfız'ın, Hâlidî halîfele-rinden Abdullah-ı Mekkî'den hilâfet alabilecek derecede tasavvufî bir hüviyete sahip olması ile, Harpûtî Abdurrahman Efendi'nin, hem üveysî bir şahsiyyet, hem de, nakşî şeyhlerinden Muhammed Sâdık Erzincânî'nin halîfelerinden bulunması da, bu hususu teyîd etmekte-dir.
Gümüşhaneli Hazretleri ilim yolunda; ilmî eserler tertîb ve te'lîf edecek derecede ilerlemiş olduğu halde, bâtınını teslim edip, gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşid arayışı içerisindedir.
Şer'î ilimlerde zirvede iken, bu duygularla Mevlânâ Hâlid Hazretle-rinin en meşhur ve önde gelen halîfelerinden olan ve 1845 yılında İstanbul'a yerleşen ve Üsküdar Alaca Minare Tekkesi'nde ta-rikat neşrine çalışan Abdülfettâh el-'Ukarî ile bir sohbet mec-lisinde karşılaştığı ve aralarında sıkı bir samimiyetin geliştiği riva-yet edilmektedir.
Bu samimiyet ve yakınlık sebebiyle, Abdülfettâh Efendi'ye intisâb arzusunu izhâr eden Gümüşhânevî'nin bu isteği, her defasında, 'Ukarî'nin: “İleride gelecek olan zâtın buna izinli olduğunu, binâena-leyh, onun gelmesinin beklenmesi lâzım geldiğini” ifâde eden işaret-leri üzerine, geri çevrilmiş ve dostluğun muhabbet ve sohbet şeklin-de devam ettirilmesi istenmiştir.
Mürşide olan ihtiyâcının muhabbetle telâfi edilemeyeceğini anla-yan Gümüşhânevînin, mutlaka intisâb etme niyeti ile, Abdülfettâh Efendi'ye, gittiği bir gün, Alaca Minare Tekkesi'ne, girdiğinde, şimdi-ye kadar hiç görmediği fakat bir anda içerisinden çok yakın bir alâka ve sıcak bir sevgi hissettiği yabancı bir şahısla karşıla-şır.
O zat: “Yâ Ahmed! sizin inâbe ve irşadınız, ezelde bana tevdi edilmiş olup, yalnız sizin için görevlendirerek Şam'dan, İstanbula gönderildim.” der. Tanımadığı bir kişinin kendisine ismi ile hitâb etmesiyle hayretler içinde kalan Gümüşhânevî Hazretleri gayr-ı ihtiyarî o zatın elini tutarak Abdülfettâh Efendi'nin huzuruna girerler.
İntisâpları, mânevî bir işaretle vuku bulan Şeyh ile Müridi karşı-sında gören Abdülfettâh Efendi, Gümüşhânevî'ye hitaben: “İşte bu senin şeyhindir. Derhal ona intisâb et. Bizim aramızda yabancılık yoktur. Bizler aynı şeyhten feyz alan, aynı ağacın dallarındaki iki gül gibiyiz.” der. Böylece Gümüşhânevî Hazretleri, hemen orada Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî'ye intisâb eder.
Gümüşhânevî'yi irşâd etme emrinin, Ervâdî'ye verilmesi hususu bizzat Ervâdî'nin ağzından şöyle nakledilmiştir.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin, Ervâdî'ye: “Ey Dost, parıltısı ile, Ku-zey Afrika, Buhârâ, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Uzakdoğu'-nun aydınlanacağı zât için İstanbul'a git, onu ara bul. O henüz açıl-mamış bir velayet goncasıdır. Her ne kadar İstanbul'a senden evvel pek çok halîfe gönderilmiş ise de, onun nasibi ezelde sana tevdi edil-miştir.
Onun irşadı ile meşgul ol. Adın, onunla daha çok duyulacak ve sen onunla daha çok bilineceksin. Zira o, bizden sonra sâhib-i zaman ve rehber-i tarikat olacaktır.
Bu işaret üzerine harekete geçen Ervâdî'nin, İstanbul'a gelerek, Üsküdar Alaca Minare Tekkesi'ne indiği ve Abdülfettâh Efendi'ye mi-safir olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda arzedilen intisâb ve telkîn merasiminden sonra Şeyhini, Mahmûdpaşa Medresesi'ndeki hücresine davet eden ve orada misafir eden Gümüşhânevî'nin, burada halvete girdiği ve kırk gün süren te-veccühün ilk defa bu hücrede başladığı zikredilmektedir.
Zaman zaman, müridi Gümüşhânevî'nin Mahmûdpaşa Medrese-si'ndeki derslerine devam etmeyi de ihmâl etmeyen Ervâdî bir ara veda ederek İstanbuldan ayrılmıştır.
Tam bir yıl süren bu ayrılıktan sonra, tekrar İstanbul’a dönen Ervâdî Hazretleri iki yıl müddetle Ayasofya Câmii'nde hadîs okut-muştur. Bu müddet zarfında, icra edilen ikinci halveti müteakip Gümüşhânevî’ye, 1848 yılında nakşibendiyye, kâdiriyye, sühre-verdiyye, kübreviyye, çeştiyye, hâlidiyye, halvetiyye. bedeviyye, rifâiyye, şâziliyye ve müceddidiyye tarîkâtların-dan, “hilafet-i tâmme” ile icazet verdiği nakledilmektedir.
Mevlana Halid Hazretleri iki ayrı halîfesinden uymasını istediği hu-susları, ileride Gümüşhânevî'nin, irşâd hizmetlerine esas olması ba-kımından, burada, hulasaten belirtmek yerinde olacaktır.
1- İstanbul'a gidecek olan halîfe, vüzerâ ve devlet ricali ile yakın alâka kurmaktan sakınsın. Zira, onlarla bir arada bulun-mak, toplantılarına katılarak yakınlık peyda etmek, işlerine müdâha-leye kadar varacağından mahzurlu ve irşâd hizmetlerinde tehlikeli bir yoldur.
2- Gerek bizzat ve gerek bilvasıta, onlardan bir maaş tayini ve yakınlık istenmeyeceği gibi, tekke ve zaviyesi adına da ol-sa böyle bir talepten şiddetle sakınılmalıdır.
3- Tekke ve zaviyelere, bilhassa genç ve gösterişli kadınların, ta-rikat ve telkîn alma bahânesi ile de olsa, gidip gelmesine asla fırsat verilmemelidir.
4- İstanbul hilâfetini kabul edecek kişi, ufak ve önemsenmeyen bir mesele dahi olsa, merkezle irtibatı elden bırakmamalı ve müsta-kil hareket etmekten kaçınmalıdır.
5- Beraberinde götürdüğü hanımı üzerine, İstanbul hanımlarından biri ile evlenmemeli, Çünkü bu fitneye sebep olup irşâd hizmetlerinin bereketine mânıdir.
6- Mürîdlerin ve dergâha gidip gelen müntesiplerin gerek şahsî işlerinde, gerekse diğer insanlarla olan münâsebetle-rinde, tarikat ve inâbelerini bahâne ederek, tekke ve tarikat adını sû-i isti'mâl etmelerine asla göz yummayıp bu gibi dav-ranışlara müsaade edilmemelidir.
7- Dünyâ işlerinde kanaat ile iktifa edilerek, devlet büyüklerinin debdebeli hayatına benzemeye çalışmaktan kaçınılmalı ve Hz. Pey-gamberin: “Yaşayabileceğin kadar dünyân için, içerisinde ka-lacağın kadar âhiretin için çalış. Muhtaç olduğun kadar Allah için, ateşinin yakıcılığına, tahammül ve dayanma gücün ka-dar, cehennem için çalış” emr-i Nebevi'sini hatırdan uzak tutma-malıdır.
İstanbul'da, hizmet görmesi düşünülen Halidi hâlifeleri için ileri sürülen bu emir ve tavsiyeler, aynı zamanda Mevlânâ Hâlid Hazret-lerinin tarikat prensiplerine de ışık tutmaktadır. Ayrıca zamanın şartları çerçevesinde, tarikatlara yönelik, tenkît noktalarını ortadan kaldırmaya çalışması bakımından da çok önemlidir.
Aynı şekilde, Mekke'deki halîfelerinden olup, Mevlana Hâlid Haz-retlerini İslâm Dünyâsı'nın kalbinde temsil eden Abdullah-ı Mekkî'ye yazmış olduğu bir mektubunda da şu tavsiyelerde bulunmaktadır.
1- Fıkıhla, diğer ilimlerden daha fazla meşgul olup, irşâd hizmetle-rinin, Kitâb ve Sünnet esasları çerçevesinde yürütülmesine hassasi-yet gösterin,
2- Hediye ve sadaka adı altında dahi olsa, hasbî hizmete manî ve Rızâ-i Bârî'ye muhalif, aynı zamanda dedikoduyu mûcib davranışlardan şiddetle kaçının,
3- Devlet adamları ve hâkimlerin işlerine karışmaktan kaçınmakla beraber, istişârî mâhiyette fikir sorulduğunda, en doğru sözü söyle-mekten asla çekinmeyin,
4- Bir beldede ancak bir halîfenin istihdamına dikkat edilerek, lü-zumsuz tefrika ve çekişmelere sebebiyet vermeyin. İstanbul ve Mekke gibi ehemmiyetli bölgelerde ise, en kıdemli halîfeye ittibâ ve itaat etmenin, hem halîfeler, hem de mürîdlerce benim-senmesini temîn edin.
5- Ufak ve ehemmiyetsiz kabul edilen meselelerde olsa, Şam'da-ki merkez tekke ile irtibatın devamına sağlayarak müstakil hareket etmekten sakınması Abdullah-ı Mekkî Hazretlerinden bil-hassa istenmektedir.
Halîfelerine, mânevî kemal ve kabiliyetten dışında yukarıdaki şart-lara riâyeti de şart koşan Mevlânâ Hâlid'in, halîfelerinden Ervâdî'yi, sırf Gümüşhânevî'yi irşâd etmek üzere, manevî bir işaretle İstanbula göndermesi, O'nun, İstanbul şartlarında ve konulan esaslar çerçeve-sinde, tarikat neşrinde bulunabilecek bir kabiliyete sahibi olduğunun delilidir.
Son Zamanları:
Ömrünün 28 senesini neşriyat ve ilmî çalışmalara veren Gümüşhânevî'nin, 16 yıl mürîdlerine bizzat tarîkat telkini yaptığı ve hatm-i hâce icra ettirdiği, O'nu görenler tarafından ifâde edilmekte-dir. Mısır seyahati dönüşünde tekkesini, halifesi Kastamonu'lu Hasan Hilmi Efendi'ye bırakarak, kendisinin sâdece cuma sohbetleri ile, hatm-i hâce zikirlerini yaptırdığını bilmekteyiz.
Ömrünün sonlarına doğru, ihtiyarlık sebebiyle, tâkattan düştüğü nakledilen Gümüşhânevî'nin şemaili de şu şekilde tasvir edilmekte-dir.
Dengeli ve uzuna yakın orta boylu, yanakları kırmızı, beyaz yüzlü, orta kısmı hafifçe yüksek çekme burunlu, çatık kaş ve açık alınlı, sağ ve sol gözünün altında birer siyah ben bulunan, yuvarlak yüzlü, be-yazı daha beyaz, siyah ve iri gözlü, başı devamlı traşlı ve beyaz sa-kallı bir zât idi. Başlarına nakşı tacı ve beyaz imame sarar, cübbe, hırka ve uzun entari giyerlerdi. Ayağında devamlı ayakkabı bulunur, siyah renge hiç rağbet etmezlerdi. Yazları beyaz, kışları da, yeşil renkli elbise giymeyi tercih ederlerdi.
Vefatı:
Yazlarını, Beykoz'un Yûşâ Tepesi'ne çadır kurarak geçirdiği söyle-nen Gümüşhânevî'nin, cuma günleri mutlaka dergâha gelmeyi âdet edindiği ve bunu ömrünün sonlarına kadar sürdürdüğü anlaşılmak-tadır. Haftanın bu gününde yapılması âdet olan “hatm-i hâce” zikrini bizzat yaptırmayı hiçbir zaman ihmâl etmediğini ifâde eden Mustafa Fevzî Efendi, Gümüşhânevî'nin vefat senesinden önceki yazı da Yû-şâ'da geçirdiğini ve o yaz cuma günleri de dâhil tekkeye gelemediği-ni, yerine Hasan Hilmi Efendi'yi vekâleten bıraktığını söylemektedir. Kışın dergâha döndüğünde de, mihraba hiç geçmediği tekkenin bü-tün mesûliyetini halîfesine terkettiğini açıkça zikretmektedir.
Bu hengâmede rahatsızlanan, pek zayıf ve mecalsiz düşen Gümüşhânevî'nin bir aralık çok ağırlaştığı ve yatağa düştüğü, beş gün hiçbir şey yiyip içmediği, son üç günde de gözünü dahi hiç aç-madığı, ağzından da tek sözün çıkmadığı, görenlerden naklen anla-tılmaktadır. Bu hâli ile renkten renge giren Gümüşhânevî'nin, dâima sağ yanına dönük olarak yatmaya meylettiği halde, ansızın gözünü açıp: “Hepsini isterim Yâ Kibriya!” diyerek gözlerini kapattığı ve sa-bahleyin saat on sularında 80 yaşında iken teslîm-i rûh ettiği kayde-dilmektedir. (7 Zilka'de 1311/13 Mayıs 1893 Pazar)
Süleymâniye Camii Şerifi avlusunda, Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi'nin, kıble duvarına bitişik, demir parmaklıklarla çevrili mak-berinin yanında zevcesinin kabri ile birliktedir.
Gümüşhaneli Hazretlerinin kabri aynı zamanda, halifelerinden Hasan Hilmi, İsmail Necati, Ömer Ziyaeddin ve Mustafa Fevzi Efendi ve Mustafa Fevzi Efendinin halifelerinden Mehmet Zahid Kotku’nun kabirleri ile beraber Süleymaniye camii civarında, Kanuni’nin türbesinin yanındadır.
Ruhuna Fatiha ihsan kılalım.
Gümüşhaneli Hazretleri aldığı vazifeyi bütün gücüyle yerine getirmek için gayret etmiştir. İlmi zahir ve batın sahasında yüzlerce kişiyi irşad hizmeti ile görevlendirmiştir. Yüz civarında eser telif ettiği de rivayet edilmektedir.
Çin’den Komor adalarına kadar dünyanın birçok bölgesine tevhid inancının tebliği ve Nakşibendî tarikatinin neşri için halifeler göndermiştir.

Vefatından iki sene evvel kendi yerine halifelerinden Hasan Hilmi’yi görevlendirmiştir. Bazı rivayetlerde 116 zata tarikatı neşretmek için icazet verdiği ifâde edilmektedir. Bunlar dünyanın birçok ülkesinde irşad faaliyetlerinde bulunmuşturlar.

Hiç yorum yok: