Perşembe, Ekim 30, 2008

ABDURRAHMAN İBNİ ALİ OSMAN TRABZONİ HAYATI



Aslen Trabzon'un Arsin ilçesinin Sifla köyünden olan Hacı Abdurrahman Efendi’nin dedesi, Abdullah Efendi’dir.

Babaannesi Abdurrahman Efendi’nin babasına üç aylık hamile iken dedesi Abdullah Efendi ağaçtan düşerek vefat eder. Yetim kalan çocuklar anneleri tarafından büyütülür.

Abdurrahman Efendi’nin babası Ali Osman Efendi, annesi Fatıma Alime Hanımdır. Annesinin teşvikinden dolayı Ali Osman Efendinin ilme karşı büyük bir merakı vardı. Fakat şartlar müsait olmadığından dolayı bu arzusunu gerçekleştiremedi. Bundan dolayı çocuklarını okutmak için bütün imkanlarını seferber etmiş ve bu gayretinde de muvaffak olmuştur.

Çocuklarından büyük oğlu Mehmet Efendi, Arapça ve Farsça lisanlarına vakıf büyük bir alim olmuş, ismini tespit edemediğimiz bir okulda müderrislik vazifesinde bulunmuştur. Ortanca oğlu Hacı Salih Efendi ise bir müddet ilim tahsil ettikten sonra tasavvufa meylederek, ticarete atılmış ve “altın makas” terzi ünvanına sahip bir terzi olmuştur. Küçük oğlu olan Abdurrahman Efendi ise zahir ve batın ilimlere vakıf bir ilim ehli olarak yetişmiştir.

Abdurrahman Efendi altı erkek, bir de kız olmak üzere yedi kardeştiler. Bunların dördü bebek yaşlarında vefat etmiştir. Büyük ağabeyi Hacı Mehmet Efendi 1915 yılında yakalandığı bir hastalıktan dolayı genç yaşta, diğer ağabeyi Hacı Salih Efendi ise kendisinden dokuz yıl sonra 1981 yılında vefat etmiştir.

Hacı Abdurrahman Efendi, ailenin beşinci ferdi olarak 18 Zilkade 1307 (5/7/1890) Cumartesi günü Trabzon’un Arafilboyu mahallesinde, ilim meraklısı bir ailenin beşinci evladı olarak dünyaya gelmiştir.

Abdurrahman Efendi, dört yaşında o devir mahallelerinde bulunan kadın hocalardan Kur’an-ı Kerim tahsiline, on yaşlarında ise Pazarkapı mahallesinde bulunan İslahane mektebinde, ilim tahsiline başlamıştır. Burada dört sene okuduktan sonra ayrılıp, babasının yanında beşikçilik mesleğinde çalışmaya başladı. Burada zevk almadan beş sene çalışan Abdurrahman Efendi daha sonra amcası Hafız Ahmed Efendi’nin bakkal dükkanında çalıştı. Kendisini saran ilim hevesi ile ticaretin bir arada yürümeyeceğine karar vererek bir müddet sonra amcasının yanından da ayrılmıştır.

Daha sonra tanıdıkları bir mektep muallimi olan Dağıstanlı Ali Hoca’yı bularak ondan özel Arapça dersleri almaya başladı. Bu arada Müftü camii medresesine de kaydolarak, ilim tahsiline devam etti. Aynı zamanda Müftü camiinde müezzinlik görevine de başlamıştı. Burada büyük bir alim ve müderris olan Hafız Salih Efendiden ilim tahsiline devam etti. Bu arada Zeytinlik medresesi muallimlerinden de Kur’an-ı Kerim kıraati ve talimi dersleri de almaya başladı. Bu arada bir müddet sonra, hocası Hafız Salih Efendi hastalanarak vefat etti.

Hacı Abdurrahman Efendi, amcasının yanında çalışırken kendi kendine “Emsile” isimli Arapçanın ilk temel dilbilgisi kitabını ezberlemişti. Daha sonra Müftü camii medresesine kaydolunca Hafız Salih Efendi’den “Sarf-Nahiv” dersleri okumaya başlamış ve “Kafiyeye” kadar ders kitaplarının tamamını ezberlemişti. “Molla cami” kitabının “Mensubat” ve “Mecrurat” bahislerine kadar Arap diliyle ilgili bahisleri okudu. Bu arada, akaid, usulü fıkıh, hadis ve tefsir sahasında bir çok dersi tamamladı.

Hacı Abdurrahman Efendi, hocası Hafız Salih Efendinin vefatından sonra, tahsilini devam ettirerek ilmini tekamül ettirmek için Trabzon dışına çıkmaya karar verir. Bu kararı üzerine 1913 yılında ağabeyi müderris Mehmet Efendi ile birlikte İstanbul’a gitmek üzere Trabzon’dan ayrılırlar.

Büyük biraderi müderris Mehmet Efendi, Arapça, Farsça lisanlarına vakıf, dini ilimlere, tasavvufa ve ilim ehline karşı büyük muhabbet besleyen bir zattır.

Ağabeyi ile beraber İstanbul’a giden Hacı Abdurrahman Efendi, burada bir müddet kaldıktan sonra İzmir’e, oradan da büyük bir zatın varlığını haber aldıkları Armutlu nahiyesine giderler. Orada Şeyh Efendinin oğlu olan müderris Hacı Ahmed Efendinin yanında otuz iki gün kalarak, ilim tahsiline devam ederler.

Buradaki eğitim kendilerini tatmin etmediğinden oradan ayrılarak Şam’a giderler. Burada Darü’l Hadis medresesinde meşhur şeyh Bedrettin Hazretlerinden ilim tahsiline devam ederler. Bir müddet burada ilim tahsil ettikten sonra Sultan Abdülhamit’in yaptırmış olduğu Hicaz demiryoluyla Medine’ye giderler.

Medine-i Münevvere’de Çinliler tarafından yaptırılmış olan İrfaniye medresesinde kendilerine tahsis edilen bir odaya yerleşerek ilim tahsiline devam ederler. Bir müddet sonra anne babasının ısrarları üzerine tahsillerine ara vererek hac vazifelerini yapıp 2,5 yıl üzerine çıktığı ilim seyahatini tamamlayarak Trabzon’a dönerler.

Hacı Abdurrahman Efendi hac dönüşünde ilim merakı yüzünden tekrar İstanbul’a gitmeye karar verir. Ancak 1915 yılında seferberlik ilan edilince mecburen memlekette kalır ve askere gider. Kafkas alayı 2. Tabur 6. Bölük hocalığına tayin edilir. Vazifeli olarak Batum’da bulunduğu sıralarda kışla önünde birliklerinin uğradığı saldırıda sol omzundan yaralanarak askerlikten terhis edilir.

Bu arada biraderi Hacı Mehmet Efendi yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak genç yaşta vefat eder. Hacı Abdurrahman Efendi ailesiyle beraber seferberliğin ilanı sebebi ile Samsun’a hicret eder. Burada da hanımı vefat eder. Seferberlik esnasında bir müddet Samsun’da ikamet eder akabinde tekrar Trabzon’a dönerler.

Hacı Abdurrahman Efendi ilim tahsili için seyahat ederken İstanbul’dan İzmir’e gitmek üzere bindikleri vapurda Ahmed Hamdi Akseki gibi bir çok ilim ehli ile tanışır. Burada tanıştıkları bir evkaf müdürü kendisine, Tokat’ın Erbaa ilçesinin Eksel köyünde Muhammed Bahrullah isimli bir Nakşî meşayihinin bulunduğunu söyler. Hacı Abdurrahman Efendi seferberlik esnasında Samsun’a gidince bu Şeyh Efendiyi ziyarete gider. Onun tekkesinde beş gün kalır. Bu arada Şeyh Efendiye intisap eder.

Hacı Abdurrahman Efendi Trabzon’a döndükten bir müddet sonra, şeyhi Muhammed Bahrullah Efendinin vefat haberini alır. Bunun üzerine daha evvelden tanıdığı Gümüşhaneli dergahına bağlı Of’lu, Hacı Ferşad Efendi diye bilinen İbrahim Hakkı Hazretlerine intisap eder.

Hicri 1342 yılının Cemayizel ahirinde (1924 yılı Ocak ayı) Gümüşhaneli Ahmed Ziyauddin Hazretlerinin İstanbul Babıali mevkiinde bulunan ve şu anda tamamen yıkılmış olan tekkesinde vazife yapan Mustafa Fevzi Tekfurdağî Hazretlerinin yanına gider ve ona intisap eder. Burada bir müddet kalır. 7 Recep 1342 (13/2/1924) Çarşamba günü riyazete girerler ve 16 Şaban 1342 (22/3/1924) Cumartesi günü riyazet eğitimini tamamlarlar. Riyazete girenler arasında icazetname almaya layık olanlardandır.

Tarikata karşı ilgisini kendi hatıralarında şu şekilde ifade etmektedir.

“Çocukluğumdan itibaren Yunus ve Niyazi divanlarını ezberler ve okurdum. Bu divanlardaki şiirler bana çok tesir etmekte, değişik bir dünyanın kapılarını önüme açmaktaydı. Bunlar benim tarikat yolunu merak etmeme vesile olmuştu. Fakat merak ettiğim bu yolun, ilimsiz elde edilemeyeceğini de çevremdeki insanları görerek kavramaktaydım. Bu düşünceler içerisinde yoğrulurken içime Ârabî ilimleri okuma muhabbeti / hevesi düştü.”

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere Hacı Abdurrahman Efendi’nin tarikat yoluna karşı aşk ve muhabbeti küçüklüğünden beri vardır. Bu hususları yine kendi hatıralarından nakledelim:

“Tarikata küçüklüğümden beri aşk, merak ve muhabbetim vardı. Pazarkapı mahallesinde bir Kadiri tekkesi vardı. Birkaç defa buraya gittim. Ayrıca Ortahisar Camii kenarında Halvetîlerin de bir dergahı vardı, burada zikir ve esma hatimleri yaparlardı. Buralara da giderek onların zikirlerini seyrederdim. Lakin kalbimde bu yollara karşı herhangi bir muhabbet hasıl olmamıştı. Çünkü benim tarikat yolundaki muhabbetim Nakşibendi tarikatına idi.”

Bu sevgi, kendisini yukarıda da ifade ettiğimiz gibi evvela Muhammed Bahrullah Efendiye, arkasından Hacı Ferşad Efendiye ve neticede de Mustafa Fevzi Efendiye doğru yolcu etmiştir.

Tahsil hayatı boyunca hiç kimsenin tesiri altında kalmadan ilmini insanlara ulaştırmanın tek yolunun da geçimini kendisinin temin etmesine bağlı olduğunu düşünen Abdurrahman Efendi, seferberlik dönüşü Trabzon’un Kunduracılar caddesinde daha sonra da Çarşı Camiinin karşısında kitapçılık yapmaya başlar. Aynı zamanda Konak Camiinde, ardından Tabakhane Camiinde ve son olarak da sekiz yıl Çarşı Camiinde imamlık yaparak, irşad vazifesini sürdürür. Günün şartları gereği bu vazifeden de ayrılır. İlme olan hevesi hiç azalmadığı için kitapçılık yaptığı sıralar da dükkanı ilim ehli hocaların istişare ve uğrak yeri olmuştur. İlme olan hevesi sebebi ile ticari hayatının yanında Trabzon’un yetiştirdiği büyük alimlerden Mustafa Cansız Hocadan da Farsça okumaya başlar.

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Abdurrahman Efendinin kitapçı dükkanı âdeta bir ilim merkezi, yani hocaların buluşma mekanı olarak da vazife görmekteydi. Bu durumun önemini o baskıcı yönetim devrinde yaşayan insanlardan daha iyi kavrayabilecek kimsenin olmadığı da bir başka hakikattir.

O devirlerde lisan değişimi sebebiyle Arap harflerine karşı katı bir tutum sergilenmektedir. Birçok defa Kur’an-ı Kerim sattığı için hakim önüne çıkan, zaman zamanda kitapları alınarak yakılıp imha edilen Hacı Abdurrahman Efendi, hiçbir yılgınlık göstermeden vazifesine devam etmiştir.

Hacı Abdurrahman Efendi ilim tahsili için gittikleri Medine'den dönünce evlenir. İlk hanımı yukarıda ifade ettiğimiz üzere seferberlik esnasında Samsun’da vefat etmiştir. Daha sonra evlendiği Tayyibe hanımdan altı erkek evladı olur. Bu çocukların en küçüğü beş aylık iken bu hanımı da vefat eder. Bundan sonra aldığı hanım efendi de vefat etmiştir.. Daha sonra evlendiği Methiyye hanımdan ise iki kız evladı olur. Bundan sonra da Müzeyyen hanımla evlenir. Bu hanımı da Abdurrahman Efendi'nin vefatından on iki yıl sonra 1984 yılında vefat eder. Kabri Hacı Abdurrahman Efendinin kabri civarındadır.

Abdurrahman Efendi’nin altı erkek ve iki kız evladından Büyük oğlu Necmeddin BEŞİKÇİ kendinden 5 yıl sonra 14/1/1977 yılında vefat eder. Abdullah isimli evladı üç yaşında, Şemseddin ise dokuz yaşında hafızlık yaparken annesinin vefatına duyduğu üzüntüden dolayı hastalanarak vefat eder. Mahmut Saadeddin, İbrahim Alaeddin ve Emaneddin Ali hâlen hayattadır.

Abdurrahman Efendi'nin çocukları annelerini küçük yaşta kaybettiklerinden dolayı oldukça sıkıntılı bir çocukluk hayatı yaşarlar. Hayatta olan dört evladı çeşitli sıkıntılar içerisinde hayatlarını devam ettirir. Ve her biri ayrı bir işle meşgul olur. Günün şartları sebebiyle ilim tahsil etme imkanı bulamazlar. Ancak küçük oğlu Ali, hafızlık yapma imkanına kavuşur. Bu arada bütün çocukları ailenin getirdiği bir İslami kültüre sahip olurlar.

Hacı Abdurrahman Efendi irşad ve tebliğ vazifesi sırasında bilhassa Karadeniz bölgesinin tamamında, Gümüşhane ve Erzurum bölgelerinde büyük bir cemaat kitlesine sahip olur.

Abdurrahman Efendi sık sık İstanbul’a seyahat ederdi. Çünkü İstanbul’da, kendi döneminde Mustafa Fevzi Efendi’den hilafet alan Mehmet Zahid Kotku Efendi ile görüşür, gerekli görülen hususlar hakkında istişarelerde bulunurlardı. Bundan dolayı Mehmet Zahid Efendiyle aralarında büyük bir muhabbet bağı vardı.

Hacı Abdurrahman Efendi, Nakşibendî tarikatından hilafet ve vekalet görevini aldıktan sonra sürekli olarak seyahatlerde bulunarak, tebliğ ve irşad faaliyetinin sırtına yüklediği mesuliyeti yerine getirmeye çalışırdı. Bu vesile ile birçok defa Gümüşhaneli Hazretlerinin memleketi olan Gümüşhane’ye gitmiştir. Bilhassa yaz aylarında Gümüşhane ve çevresinde uzun müddet kalarak tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürürdü.

Hacı Abdurrahman Efendi bir edep abidesi olarak çevresindekilerden saygı ve hürmet görürdü. Evin kumanya ihtiyacını da bizzat kendisi görürdü. Hiçbir zaman içini gösteren ambalajlarda bir şey taşımazdı. Az veya çok aldığı malzemelere başkalarının nazarının yönelmesine sebep olmak istemezdi. Çünkü insanlar arasında imkânları bunları almaya yetmeyecek olanlar mevcuttu. Bir çok defa aldığı malzemeleri yolda yanına gelen muhtaç insanlara vermiştir.

8 Eylül 1972 Cuma günü torunu ile birlikte sabah erkenden evin ihtiyaçlarını almak üzere çarşıya çıkan Hacı Abdurrahman Efendinin Hakk ve hakikat üzere bir ömür boyu sürdürdüğü hayatı 82 yaşında iken sona erer. O gün Trabzon’da sebze pazarının içerisinde bulunan “Kadın Halinin” giriş kapısının karşısında rahatsızlanır. Yanında bulunan torunu Ahmet Faruk BEŞİKÇİ’ye aldığı yemekliklerin eve getirilip pişirilerek yenmesini ve oğlu Hacı Necmettin BEŞİKÇİ’ye rahatsızlandığını haber vermesini söyleyerek böyle hadiselerde bile insanların mûtad işlerine devam etmelerini tavsiye etmiştir. Pazarkapı mahallesinde bulunan evine getirildikten kısa bir müddet sonra vefat etmiştir.

Cenazesi, Necmeddin ERBAKAN’ın da aralarında bulunduğu Trabzon da o güne kadar görülmemiş büyük bir cemaatin iştiraki ile 9 Eylül 1972 Cumartesi günü ikindi namazını müteakip kılınan namazın ardından Toklu köyündeki aile kabristanlığına defnedilir. Cenazesini İstanbul Sankiyedim Camii imamı Mehmet Emin KUTLUOĞLU kıldırmıştır.









İRŞAD FAALİYETLERİ

Hacı Abdurrahman Efendi hiçbir zaman büyük, küçük, zengin, fakir, şehirli, köylü ve grup ayrımı yapmadan tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürmüştür. Herkesle en güzel şekilde ilgilenmiştir. İster gece, ister gündüz olsun, gelenleri hiçbir zaman geri çevirmeyerek dertlerini dinlemiş, mümkün olan maddi ve manevi yardımı yapmıştır.

Hacı Abdurrahman Efendi irşad görevi sırasında birçok çilelerle karşılaşmışr ve hepsine göğüs germitir. Ülkemizde fetret devri diye hatırlanan devirlerde büyük zorluklar çekmiştir. Hacı Abdurrahman Efendi’nin dükkanında birçok defalar Kur’an-ı Kerimler alınıp yakılmış, bunları bulundurduğu için ifade vermek zorunda kalmış ve bunları sattığından dolayı kısa süreli hapse girmiştir.

Hacı Abdurrahman Efendi’nin tarikat anlayışında keramete pek itibar yoktur. “En büyük keramet istikamet üzere yaşamaktır,” buyurarak müntesiplerine daima Kur’an ve sünnete bağlı bir hayat yaşamalarını tavsiye etmiştir.









İLME, EĞİTİME VE ALİMLERE VERDİĞİ ÖNEM

Alimlere ve ilme çok büyük önem vermiştir. Evlatlarına yaptığı vasiyetinde alimler için söylediği “Din ulemasına gayet tazim ve hürmet ediniz, onlarla konuştuğunuz zaman güler yüzle dualarını celbediniz.” sözü çok dikkat çekicidir.

İlme verdiği önemi yine evlatlarına yaptığı vasiyetinde de görebiliriz. Evlatlarına şöyle vasiyet eder; “Hiç olmazsa evlatlarınızdan birine, dini ilimleri tahsil ettiriniz ki, evleriniz harabe olmasın.”

Müntesiplerine de, israftan azami derecede korunmayı, ifrat ve tefrit dengelerini koruyarak, orta hal üzere yaşamayı tavsiye etmiştir. Cemaatini, yaşayışlarında Rabb’imizin koyduğu hududu aşmamaları hususunda sürekli ikaz ederdi.

Sosyal faaliyetlerden de hiç bir zaman uzak kalmayan Hacı Abdurrahman Efendi, cemaatinin bu gibi müesseselerden olan vakıf kuruluşlarında bulunmalarını, bu müesseseleri tekrar canlandırmak için ellerinden gelen gayreti sarf etmeye teşvik ederek, her zeminde mücadele ve tebliğde bulunmalarını tavsiye ederdi.

İslam davası için hiçbir mali fedakarlıktan kaçınmamıştır. Bir misal vererek bu hususu ifade etmek isteriz. O günün şartları gereği Milli Nizam Partisinin kuruluş faaliyetleri içerisinde bulunmaları için cemaatini teşvik etmişti. Bu faaliyet için bir miktar para lazım olmuştu. Bunun temini için eşraftan bazılarına haber yollayarak yardımcı olmalarını istedi. Müntesiplerinden zengin bir zat beklenenin çok altında bir meblağ gönderince, onun parasını iade ederek, aldığı emekli maaşının tamamını bu hizmet için vermiştir.

Hacı Abdurrahman Efendi'nin hayatını daha güzel kavrayabilmek için, müntesiplerinin onun hakkındaki hatıralarını zikretmek gerekir. Çünkü onlar birlikte geçirdikleri bir ömür boyunca, bir çok hadiseye şahit olmuşlardır. Günümüzdeki gibi kayıt cihazlarının olmadığı devirlerde bu nakiller çok büyük önem taşımaktadır.







HACI ADBURRAHMAN EFENDİ’NİN İRŞAD GÖREVİ VERDİĞİ HALİFELERİ



1) Ahmed Yaşar Hocaefendi

Ahmed Yaşar Hoca Efendi 1936 tarihinde Of’un Ballıca köyünde ailenin tek erkek evladı olarak dünyaya geldi. Babası Hüseyin annesi Elmas olup, dördü kız olmak üzere beş kardeştiler. Altı yaşında iken babası vefat eder. Beş kardeş annesinin elinde büyür. Anneleri ilme çok meraklı olduğundan çocuklarını okutmaya gayrete eder. Ahmed Yaşar Hoca Efendi 18 yıl süren uzun bir ilim tahsilinden sonra, 18 yıl boyunca da hem öğrenmeye hem de öğrendiklerini talebelerine aktarmaya gayret ederek yüzlerce talebe yetiştirmiştir.

Bugün hala hayatta olan Ahmed Yaşar Hoca Efendi, Hacı Abdurrahman Efendiye vekaleten tebliğ ve irşad vazifesini devam ettirmektedir. Sosyal hayatta da oldukça yoğun bir çalışmanın içerisinde olan Ahmet Yaşar Hoca efendi Yavuz Selim Vakfının kurulmasına vesile olmuştur. Hacı Abdurrahman Efendi'nin vefatından sonra Trabzon’a yerleşen Ahmet Yaşar Hoca efendi, tefsir, hadis ve değişik konularla ilgili sohbetlerine aralıksız olarak devam etmektedir. Hoca efendi aynı zamanda ülkemizin değişik vilayetlerinde de sohbet ve irşad faaliyetlerine devam etmektedir.

1998 yılında Samsun civarında büyük bir trafik kazasın geçiren Ahmet YAŞAR Hoca efendi Allahu Teala'nın lütfuyla uzun bir müddet süren tedavi döneminden sonra sıhhatine kavuşmuştur. Kendisine bu sıhhati lütfeden Allahu Teala’nın bu sıhhati bir kenarda oturması için ihsan etmediğini ifade eden Ahmet YAŞAR Hoca efendi bir yandan Trabzon’da ki sohbetlerine devam ederken mûtat olarak her ay İstanbul, Gebze, Gümüşhane, Rize, Giresun ve Samsun ve ilçelerinde sohbet ve irşad faaliyetlerine de devam etmektedir. Hoca efendi bir çok kitap telifiyle de irşad faaliyetlerine devam etmektedir.



2) Miktad Hoca

Bayburt’un bir köyünde imamdı. Hacı Abdurrahman Efendi, mûtat ziyaretlerinin birisinde Miktad Hocaya vekalet vermişti. Ancak Miktad Hoca otuz yaşlarında kan kanserine yakalandı ve Kısa bir müddet sonra da Rabb’ine kavuşmuştur.



3) Hopşeralı Hasan Efendi

Hopşeralı Hasan Efendi Trabzon’un yetiştirdiği nadir alimlerden biridir. İstanbul-İskenderpaşa da Mehmet Zahid KOTKU hazretlerinin dergahında seyr-i sülük’e girmiştir. Yıllarca irşad ve tebliğ faaliyeti sürdüren hoca efendi binlerce talebe yetiştirmiştir. Hasta yatağında bile tedrisata ara vermeyen hoca efendi Rabb’ine kavuşmak üzere dar-u bekaya irtihal etmiştir.



4) Hacı Hüseyin Efendi

Hacı Hüseyin Efendi Of ilçesinde irşad faaliyetinde bulunan muttaki bir alimdi.









Ahmed Yaşar Hocaefendi anlatıyor...

Hatıraları hatırlamak zordur ve her şey istendiği vakit akla gelmez, fakat vakti gelince kendiliğinden gelir.

Ben çocukluktan beri tasavvufa meraklı idim. On beş yaşlarına yeni girdiğim bir kış günü ders okumakta olduğumuz yedi arkadaşla (Zaten kaçak okuyoruz. Kimseye okuduğumuzu söylemiyoruz.) vakitlerimizi nasıl geçirelim, ne yapalım diye dertleşiyorduk. Ders okuduğumuz Hocamız bize çok samimi dostu, aynı zamanda Gümüşhanevî dergahına bağlı Mapsonalı Hacı Ahmed Efendiden bahsederdi. Vardığımız karar neticesinde bir kış günü Hacı Ahmet Efendi ile görüşmek üzere bir Cuma günü yola çıktık. O devirlerde araba bulmak mümkün değildi. Dolayısıyla üç dört saatlik yolu yürüme gidecektik. Yolumuzun üzerindeki Taşhan Nahiyesi’nden Hacı Ahmet Efendiye hediye olarak bir şeyler alacaktık ama paramız da yok. Çünkü o günler fakirlik dünyasının insanların hayatlarına tesir ettiği zamanlardı. Taşhandan Biraz ekmek, biraz şeker benzeri birkaç şey alarak yolumuza devam ettik.

Uzun bir yolculuktan sonra köye vardık ama Hocanın evini bilmiyoruz. Kime soralım derken yolun yukarısından aşağıya doğru piri fani, beyaz sakallı birisinin geldiğini gördük. Arkadaşlarımızdan birisi daha önce gördüğü Hocaefendiyi tanıdı ve “İşte Hoca Efendi geliyor” dedi. Derhal yanına giderek elini öptük. Bize, "camiye derse gidiyordum. Bana, belki misafirlerin gelir dediler. Bundan dolayı yolda oyalanıyordum.” dedi.

Elimizdeki bohçada bir şeyler vardı, ona verecektik ama çok az olduğu için hem utanıyor hem de çekiniyorduk. O durumumuzu fark ederek “Hediyeniz ne kadar azsa da, makbulümdür,” buyurarak elimizdekini aldı. Sohbetini dinleyip Cuma namazını kıldıktan sonra, kendisine intisap ederek geri döndük.

Kısa bir zaman sonra Hacı Ahmed Efendi vefat etti. Bunun üzerine birisine intisap etmeyi düşünürken, bir geçe Hacı Abdurrahman Efendi rüyama girdi. O zamanlar kendisini tanımıyordum. İlk gördüğümde rüyada gördüğüm zat olduğunu anladım.

Tahsilimizi tamamlayıp icazet merasimine sıra gelince Hocamız Muhammet Sula bizi Hacı Abdurrahman Efendiyi icazete davet için Trabzon’a gönderdi. O zaman rüyamda gördüğüm şahsın o olduğunu gördüm. Kendisine hocamızın selam ve davetini ilettik böylece de tanışmış olduk. O zamanlar 25 yaşında ve Of’un Melinos Köyünde tahsile devam etmekteydik.

Hocamız Muhammet Sula, Hacı Abdurrahman Efendiyle manevi bağlarının mevcudiyeti ve kitapçı olmasından dolayı zaman zaman görüşmekteydiler. Hocamız Muhammed Sula’dan on sekiz sene dini ilimlerle ilgili ders gördük, böylelikle medresede uzun bir zaman kalmıştık. Orada Arapça eğitimimizi tamamlayınca bir icazet merasimi düzenledi. Hocamıza bu çocuklar yıllardır okuyor onlara niçin icazet vermiyorsunuz denilince “icazet alan insan ilmi tamamladım sanarak tahsili bırakıyor” buyurarak bizleri ve onları susturmuş ve bizlerle bir ömür boyu ilgilenmiştir.

Hocamız çevreden meşhur hocaları ve tasavvuf ehli insanları çağırmıştı. Bu merasime Hacı Abdurrahman Efendi de gelmişti. İkindi namazını kılıp oturmuştuk. Namazdan sonra, Hocamız Hacı Abdurrahman Efendiye “Biz de olan zahir ilmini bunlara aktardık, bundan sonra onları size teslim ediyoruz. Siz de artık manevi yardımlarınızı bunlardan eksik etmeyiniz,” dedi. Hacı Abdurrahman Efendi ile tanışmamız ve 40 arkadaşla tarikat yolundaki intisabımız bu şekilde oldu.

Bundan sonraki günlerde hemen hemen her hafta Hacı Abdurrahman Efendiyi ziyaret için Trabzon’a gittim. Köyün orta mahallesinde imamlık yapıp talebe okuttuğum bir ara meşguliyetten dolayı kendisini bir müddet ziyarete gidemedim. Bir gün ikindi namazını kıldık talebelerimden Mustafa Akyüz “Hocaefendi geliyor” dedi. Nerede dedim “köyün girişindeki çeşmede abdest alıyor” dedi. Hemen çeşmenin yanına giderek kendisini karşıladık beraberce köye geldik. O zamanlar bu gün ki gibi değildi. İnsanlar bir şeyler öğrenmek için dinleyecek insan arardılar. O gün kadın erkek bir çok insan Hacı baba’nın sohbetine iştirak etti. Akabinde intisap ederek ders alanlar da oldu.

Cemaat dağılınca Hacı baba bana “niye geldim bilir misin” dedi. Ve “Resulullah Efendimiz gelmeyenlere siz gidin” buyurdu “ben de onun için geldim” dedi.

Ders arkadaşlarımızdan Tahsin Hoca vardı. O da Hacı baba ile tanışırdı. O akşam onda misafir kaldık. O akşamdan sonra sohbetlerin ardından yatmaya bize gittik.

Hacı baba bundan sonraki Of ziyaretlerinde bizim köyle, Süleyman Akyüz hocanın babası Mehmet Akyüz’ün köyünü merkez yapmıştı. Bir gün yine Of’a geldi. Buluştuk. O günlerde sel gelmiş bizim köyün sal köprüsü yıkılmıştı. Fakat bunu Hacı babaya demeye fırsatım olmuyordu. Bana dedi ki “bu sefer Mehmet’e çıkalım.” Ben sevindim ama o zaman yol yok, araba yok ve köy oldukça yüksekte yağmurda yağıyordu, biz bu halde köye çıktık. Bir akşam orada kaldık daha sonra ayarladığımız bir atla bizim köye gittik. Böylece irtibatımız devam etti.

Bir gün bizi ziyaretten dönerken beraberce Of’a doğru bir müddet yürüdükten sonra yol kenarındaki bir ağaç kütüğünün üzerine oturduk bu esnada bana “Ahmet evladım sana irşad ve zikir dersi verme vazifesi veriyorum” dedi. Benim o zaman insanlara hitap edecek bir kabiliyetim yoktu ve böyle ağır mesuliyetlerin altına girmeye de hevesim yoktu. Bundan dolayı çekingen davrandım.

Bunun üzerine “İnsanlardan ve insanlığa hizmet etmekten niçin çekiniyorsunuz,” dedi. Ardından da “Eskiden dergahlar vardı oralarda insanlar otuz-kırk gün seyr-i sülük eğitimi görüyor ve bir şeyler öğreniyordu. Siz ise aşağı yukarı yirmi sene ilim tahsil ettiniz. Acaba yirmi otuz senelik bu ilim tahsilinizin, otuz kırk günlük seyri sülük kadar feyzi bereketi yok mudur? Niye çekiniyorsunuz?” dedi ve “Bir insana görev verildi mi onun itiraz hakkı yoktur. O görevini yapmak için çalışmakla mükelleftir. Allah da ona yardımcıdır.” buyurdu. Dolayısıyla itiraz hakkımızı kaybettik ve çok değerli sohbetlerde bulunarak Of’a kadar yürüdük ve Of’tan Hacı babayı Trabzon’a yolcu ettik. Daha sonra kendileri bir vekaletname yazarak gönderdiler. Zaman içerisinde bazen kendisi geldi, bazen biz ziyaretine giderek irtibatımız devam ettirdik.

Kendi evinde Pazar günleri sohbetler olurdu. Onun sağlığında zaman zaman bu sohbetlere devam ettik. Rahmet-i Rahmana kavuşunca yazdığı vasiyetname üzerine tebliğ ve irşad faaliyetini bize devretmişti.

Hacı baba’nın büyük oğlu Necmeddin gibi insana da ben rastlamadım. Hacı baba rahmet-i ilahiye kavuştuğu gün gece saat 10 da kapı çalındı. Açtım Kenan Akıntürk, Suat Kurtuldu, Nihat Kastan ve Hacı Necmeddini i gördüm. Hayırdır dedim. Bu arada Annem hemen sofrayı hazırladı. Necmeddin bana Hacı babanın vefat ettiğini söyledi ve vasiyetini göstererek öncelikle pazar günleri Trabzon’a gelip cemaate rehberlik yapmamın gerektiğini söyledi. Talebelerimin olduğunu bundan dolayı gelip gitmemin zor olduğunu öne sürerek bu işten affımızı istediysek de sonunda razı olduk. Hacı Necmettin daha sonra da Trabzon’a yerleşmem için ısrar etti. Eğer Necmeddin olmasaydı bütün Trabzon’u bana verselerdi ben Trabzon’a gelmezdim.

Bu vasiyet üzerine beş yıl Trabzon'a gidip geldik.

Daha sonra kurstaki görevimizden de ayrılarak Trabzon’a yerleştik. Ama biz Trabzon’a geldikten 1 ay kadar sonra Necmeddin kardeşimiz de hakkın rahmetine kavuştu.

Bu beş yıl içinde bizleri hiç bir menfaat gözetmeden hatimlerden sonra gece yarısı Of’a getiren Suat Kurtuldu kardeşimizi unutmam da asla mümkün değildir.

Onu burada takdir ve minnetle anmak isterim. Kendisi tam bir çile ve hizmet eridir. Bizi beş sene boyunca Pazar günü yatsı namazından sonra yapılan hatmin peşinde Trabzon’dan Of’a yani köye getirmiştir.

Hocamızın kütüphanesinde tarikat-ı Nakşibendi'ye ile ilgili birçok eser mevcuttu. Hacı Abdurrahman Efendi kitaplara çok düşkündü, gittiği her seyahatten birkaç kitap alarak dönerdi. Bu kitapların çoğunu da o devirde kitap bulma imkanı olmayan talebeye ve hocalara hediye ederdi. Hacı Efendi köyden ayrılarak şehre gelmelerini de şöyle anlatır.

“Babamın mesleği beşikçilikti. Babası, köyleri satıp da şehre geldiği için dedesine dua ederdi. “Allah onların kabrine nur doldursun. Köylerde kalsaydık hem cahil kalacaktık, hem de “köy, körlüktür” derler, köydeki insanlar cehaletleri sebebiyle genellikle kavgacı olur, zulümkâr olurdu. Oradan bu vesile ile kurtulup buraya geldik,” derdi.

Ben de bundan istifade ettim. Babamın beşikçilik sanatı da hoşuma gitmedi. Boş vakitlerimde medreseye gittim, böylelikle ilimle ve ilim ehli insanlarla tanıştım. Ardından kitapçılık yapmaya ve kitap toplamaya başladım,” dedi.

Özel olarak Çalekli Hacı Dursun Efendi ile birbirlerini çok severlerdi. Çaykara’dan Hasan Efendi, Çaykara Müftüsü Yusuf Efendi, Of Müftüsü Celal Efendi gibi zatları da, zaman zaman ziyaret ederdi. Hacı Abdurrahman Efendi'nin ziyaretleri mûtat idi. Genelde senede iki üç defa ziyarette bulunurdu. Bir ilkbahar da gelirdi birde sonbaharda. Bu gelişlerini, insanların bağ bahçelerde meşgul olmadığı zamanlara göre ayarlardı. Çünkü hiç kimseyi işinden alıkoymak istemezdi. Geldiği zamanda bir müddet o civarda kalırdı.

Hacı Abdurrahman Efendi genelde Trabzon’da bulunurdu. Sık sık Gümüşhane’ye giderdi bilhassa yaz dönemlerinde Gümüşhane'de bir ay civarında kalarak, yaylaları ziyaret edip irşad faaliyetini sürdürürdü. Gümüşhaneli Hazretlerinin memleketi olduğu için burayı ihmal etmek istemezdi. Bize de “Gümüşhaneye sık gider gelirim. Belki arkadan bir filiz yetişir. O yüzden burayı bırakamam,” derdi.



Bir sene Gümüşhaneye gitmeden evvel, bize gelmişti. Dedi ki “Gümüşhane’ye gelseniz de oradaki ihvanlarımızla sizi tanıştırsam.” “Emir buyurursanız gelirim,” dedim. "Ben sana mektup yazarım, sen de gelirsin dedi" ve gitti. Birkaç gün sonra mektup gönderdi. Mektupta “Yirmi bir gün sonra seni Gümüşhane'de bekliyorum,” diyordu. Bu tarihte bir yanlış anlama oldu. Hacı Efendi mektubu ayın 28 inde yazmış ve yirmi bir gün sonrayı kastetmiş, ben ise ayın yirmi biri anladım. Arada üç gün fark var. Ben de ayın yirmi birinde Gümüşhane’ye gittim. İkindi namazı nerede ise geçecekti. Hacı Efendi bana “Gümüşhane’nin büyük bir camisi var, orada buluşuruz,” demişti. Alel acele caminin avlusuna girdim. Abdest almaya gidiyordum. Tam o anda aminin avlusunda sakallı, gözlüklü, yaşlı birisi oturuyordu. İsmini daha sonradan öğrendiğim bu zat Hafız Mehmet isimli çok muhrik bir sedası olan ve tegannisiz Kur’an okuyan nadir bir kurra hafız idi. Bu zat bana “sen Oflu Hafız Ahmet misin?” diye seslendi. Ben Gümüşhane’ye daha önce hiç gitmemiştim. Hayrola dedim nasıl tanıdın. Bir oturalım dedi. Ben namaz kılmadım abdest alıp kılayım, dedim. Bana “Beş dakika oturalım, sonra kılarsın,” dedi. Tekrar selam verdim oturdum. O kişi tekrar, Oflu Hafız Ahmed sen misin? diye sordu. Evet, dedim. Hayrola. Burada üç gündür nöbet tutuyorum. Hacı Abdurrahman Efendi sana bir mektup yazmış. Bize, “Ben yirmi bir gün sonra dedim ama o ayın yirmi biri hesap etmiştir. Her ihtimale karşı siz burada bekleyin, gelirse onu misafir edin, ben geleceğim,” dedi ve Kelkit’e gitti.

Daha sonra namazı kıldık. Oradan Ömer Karabulut isimli ihvandan bir zatın oteline gittik. Buranın sahibi de Hacı Abdurrahman Efendiye mensup muhterem bir kardeşimizdi ve oteli de çok temizdi.

Gurbete çıkınca evlerde misafir kalmaktan pek hoşlanmadığımdan otelciye, “Bana bir yer ayarla bu akşam burada kalayım,” dedim. Otelci “Seni burada bırakmazlar,” dedi. Ben ısrar edince yeri ayırdık. Bu arada epey cemaat toplandı sohbet ettik. Bu arada maliye tahsildarı Zekeriyya Güler bey isimli bir kardeşimiz gelerek beni evine davet etti. Ben otelde yer ayırdığımı söyleyince O “Burada kalamazsın, eve gideceğiz, benim misafirim otelde olunca, ben yatıp uyuyamam ve Hacı babaya cevap veremem” diyerek ısrar etti. Mecburen o akşam onlarda kaldık. Zekeriya Güler isimli bu kardeşimiz genç yaşta vefat etti.

Zekeriya kardeşimizin evi oldukça kalabalıktı. Bu ziyarette unutamadığım şeylerden biri de Zekeriyya’nın ailesi yaylaya gittiği için evde hizmet edecek 12 yaşında ki kızından başka kimse yoktu. Çocuk daha masaya uzanamıyor. Masayı çekerken kaldıramadığı için ayağından tutarak sürüklüyordu. O akşam cemaatin hizmetini bu küçük çocuk yaptı. Sabah namazına gidince Hacı baba’nın Kelkit’ten dönmüş olduğunu gördük. O günün şartlarıyla ne zaman yola çıkıp namaza yetiştiğini anlamamışsak da verdiği sözlerde ne kadar titiz olduğunu bir kere daha görmüştük.

Üç gün Zekeriyya da kaldık. Evden ayrılacağımız gün o kız çocuğu babasına “Babaçığım hocalarıma söyle birkaç gün daha bizde kalsınlar da hizmetlerini yapıp dualarını alayım” dedi. Bunu hiç unutamam.

Gümüşahane’den Bayburt’un 7-8 km dışındaki Keskesi köyündeki ders arkadaşım Mikdat hocanın ziyaretine gittik. Mikdat hoca cumhuriyetin ilk devirlerinde Arapça dersine başladığımız beş arkadaştan birisiydi. Mikdat hocanın köyüne yol var, fakat araba yoktu. Bir fayton kiralayarak yola çıktık. Yolda soğuk bir suyun yanında namazlarımızı kılıp yolumuza devam ettik. Mikdat Hoca'da üç gün misafir kaldık. Bu günlerde çevreden çok kalabalık bir cemaat toplandı, sohbet ve hatimler yaptık, bu arada intisap edenler de oldu. Ama Mikdat hocanın evinde hatim taşları olmadığı için hatimlerde fasulyeleri kullandık. Gece orada kaldık ama köyde bir sinek var ki insana rahat vermiyor. Hacı baba “Mikdat bunlara ilaç kullansan“ dedi. Mikdat “bunların hepsi canlı. Benim canım acıyacak diye, sineğin canına kıyamadığım için, ilaç kullanmıyorum,” diye cevap verince, Hacı Abdurrahman Efendi, çevresine zikir dersi vermek için, onu görevlendirdi.

Köyü işgalden bu sinekler ne hikmetse Mikdat’a hiç yanaşmıyorlar fakat bizi ise sabaha kadar yalnız bırakmadılar. Sabahleyin Hacı baba’ya bir at verdiler ve kestirme yollardan giderek kısa bir zamanda ana yola indik. Attan inen Hacı baba yolun kenarından küçük taşlar toplayarak Mikdat hocanın hatim taşlarını verdi. Oradan Bayburt’a geçtik. Daha sonra Mikdat’la beraber İstanbul’a riyazete gittik. Dönüşte rahatsızlandı. Kısa bir müddet sonra kan kanserinden genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Hacı Abdurrahman Efendi, Zonguldak’tan Artvin’e kadar olan Karadeniz bölgesini boş bırakmazdı. İstanbul, Kırşehir, Ankara çevresinde de bir çok müridi vardı. Samsun’da oldukça geniş bir cemaate sahipti. Burada isimlerini hiçbir zaman unutamayacağım Hüseyin ve Ali Manzak kardeşleri, Hacı Şuayip Kosif’i ve isimlerini hatırlayamadığım bir çok kardeşimizi de zikretmek isterim. Bunlar Hacı Abdurrahman Efendi ile beraber diğer illeri dolaşırlardı. Bu sınırlarını çizdiğimiz bölgenin dışına pek nadir olarak çıkardı. Erzurum’dan öteye gittiği bilmiyorum.

Hacı Abdurrahman Efendi “Keramet haktır. İnsanlar bir radyo yapıyor, frekansını bir yere ayarlıyor ve yayınları duyabiliyorsunuz. Halik’ın yarattıkları onlardan çok daha mükemmeldirler. Ama kerametler günün insanları için bir istismar vesilesi oluyor. Bir insan büyük olursa, bir tarikat büyük olur düşüncesi en büyük hatadır. Çünkü büyüklük Allah’a, kulluk ve ümmetlik biz insanlara mahsustur. Üstünlük ancak takvadadır,” buyurarak bizlere nasihatte bulunurdu.

Hacı Abdurrahman Efendi’nin de muhakkak ki kerametleri vardı. Fakat bunların gündem olmasından sürekli rahatsız olur ve “Halik, bunu dilediğine verir. İnsana değer kazandıran kerameti değil, istikametidir, Kişinin hayatında dikkat çekecek olaylar olur. Ama bizim için dış hali önemlidir. Çünkü hayatının ölçüsü Kur’an ve sünneti orada müşahede edebiliriz. İnsan iç aleminden bir şeyler izah ediyorsa, bunlar ferdin ikrarı ile oldukları için, ispatta zorluk çekiliyor. Bu ifadelerde çok doğru olan hususlar varsa da bazı kendini bilmezler, insanları aldatıcı ifadeler kullanmaktan geri durmuyorlar. Biz bu yola pek rağbet etmiyoruz. İnsanın maneviyatının büyük olduğuna inancımız vardır. Çünkü bütün kainat insana hizmet için yaratılmıştır. İki değişik noktadaki karıncaların birbirleri ile irtibat sağladığını ilmen ispat ediyoruz. Bu hakikat ortada iken, bir insanı bunun altındaki bir makamda görmek, ancak cehaletten kaynaklanır. Varlığın hepsi, insan için yaratılmış ve hiçbir mükellefiyete tabi tutulmazken, manevi bir dünyası olan insanın Allah’ın izniyle bazı manevi güçlere sahip olduğunu düşünmekten daha makul bir şey de yoktur,” buyururdu.

Benim çocukluktan beri adetimdir, bir şey sormaktan utanır ve sıkılırım. Bu büyüklerimize karşı saygımızdan ve bir yanlışlık yaparak onları kırıp incitmek istemeyişimizdendi. Bir gün Hacı baba köye geldi ve birkaç gün kaldı. O sıralar ayağımı incitmiştim. Bundan dolayı da ağırmakta ve gezmekte zorluk çekmekteydim. Bazı meselelerim var bunları sormak istiyor fakat müsait bir zamanda bulamıyordum. Ziyaretini tamamlayıp köyden ayrılacağı sabah kendisini yolcu etmek için dereye kadar indireceğiz. O zamanlar şimdiki gibi köprü yoktu. Sal köprüler vardı. Oradan karşıya geçip arabaya bindireceğiz. Sabahleyin birkaç kişi kendisini yolcu etmek için dereye kadar gelmek istedi. Onlara “Beni Ahmed getirsin,” dedi. Beraberce indik, dereyi geçtik. Biraz ileride Of’a giden arabalar vardı. “Hocam, yukarı geçelim, oradan bir arabaya binersiniz,” dedim. O, “Biraz yürüyelim, hem de sohbet ederiz. Araba gelirse de bineriz,” dedi.

Epey yürüdük. Yolun kenarında bir ağaç kütüğü görünce “Buraya oturalım,” dedi, oturduk. Kendisi çok güzel Kur’an okurdu. Fakat, bazı ihfaları yapmıyordu. Ben de “Acaba namazda ihfanın bir fazileti yok mudur ki hocam bunları terkediyor?” diye düşünüyor, fakat “Niye terkediyorsunuz, “ diye de soramıyordum. Konu hiç buralara gelmemişken aniden “İhfa çok güzeldir, faziletlidir ama insan ihitiyarlayınca sesi bozuluyor, nefesi de yetmiyor,” dedi. Hocama karşı ilk devirlerde samimiyetimi artıran hadise bu olmuştu. Ben cevabımı almıştım, o kadar yol yürümeme rağmen ayağımda da bir ağrı kalmamıştı.

Köyde imamlık yapıyordum. Köylü “Hastalarımızı okuyacaksın, yoksa seni burada saklamazlar,” dediler. Ama biz gençtik, okunmak için genç hanımlar geliyordu. Bu durumdan sıkılmakta ve tedirgin olmakta ve gelenleri okusam mı? okumasam mı? diye düşünüyor fakat Hacı babaya bu husustaki fikrini de soramıyordum. Yine bizleri ziyaret ettiği bir zaman aniden “Kendi nefsinizi hatalardan koruyun, ama insanların meşru olan arzu ve ihtiyaçlarını da reddetmeyin. Onlar sizden bir şey bekliyorsa, siz elinizden geleni onlardan esirgeme hakkına sahip değilsiniz,“ buyurarak sorumun cevabını vermiş oldu.

Bir de amcamla aramızda yer meselesinden bazı ihtilaflar olmuştu bu hususta da tavsiyelerini öğrenmek istiyordum. Yine sohbet esnasında “Dünya için münakaşaya değmez” buyurarak bu hususta da bize rehberlik etti.

Hacı Abdurrahman Efendi hediye alır ve verirdi. Ben onun bu özelliğine hayrandım. Küçük bir çantası vardı. Bu çantanın içinden şeker ve benzeri şeyler asla eksik olmazdı. Ne kadar gezmiş isek, hangi eve gitmiş isek bir çocuk görüp de ona şeker vermediğine şahit olmadım.

Kendisine çok hediye gelirdi. Ancak hediyeleri evinde iki günden fazla saklamazdı. Hemen etrafa, komşulara, gelene gidene dağıtırdı. Bu hediyelerden çok nadir olarak ev halkına da ikram ederdi. Fakat toplumu daha öncelikli olarak düşündüğü için aldığı hediyeleri gelen insanlara verirdi.

Misafir gittiği yerlere mutlaka büyük, küçük bir hediye getirirdi. Bize şunları tavsiye ederdi. “Hediye verin, hediyeleri kabul edin. Hediye sadakadan üstündür. Hediye Müslümanlar arasında muhabbeti artırır. Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz. Bir insanla arkadaş olduğunuz zaman onu bir defa yemeğe davet edersin, ikram edersin. Ardından ikinci defa davet ve ikramda bulunursun. Daha sonra üçüncü bir defa davette veya bir ikramda bulunursun. Buna rağmen arkadaşından bir mukabele, fedakarlık görmez isen onunla arkadaşlık yapma.”

İrtibatların devamına büyük hassasiyet gösterirdi. Kendisine yazılan mektubu hiçbir zaman cevapsız bırakmazdı. Ben de de birçok mektubu vardır. Ben cevap yazma konusunda biraz tembelim. Hürmetimizi belirtmek için Of’tan Trabzon’a mektup yazardık. Mektubumuza hemen cevap verirdi. Tebrik ve iltifatlarını hiçbir zaman kesmezdi. Sadece bize karşı değil, herkese karşı tavrı aynıydı. Hatta kendisine değişik çevrelerden mektup gelirdi. Gönderdiği cevabi mektuplarda öncelikle, mektubunu aldığını belirtir, ardından ifade-i meramını anlatırdı. Mektuplarını, Osmanlıca yazardı. Mektuplarının başlıkları Arapça ve Farsça ile karışık ve değişik üslupta idi. Mektupları edebi bir üsluba sahipti.

Davetlere icabet etmeye de azami dikkat ederdi. Hatta bir gün Rize’nin Kendirli kasabasına gittik. Oradaki cemaat “Hoca Efendi bu sefer geç geldiniz,” dediler. O da, “İstemediniz ki, erken gelseydik,” diyerek, İstek olunca icabet gerekir buyurdu.

Misafirlerinin ağırlanmasına da aşırı titizlik gösterirdi. Uzaktan gelen bazı misafirlere kendi odasını tahsis ettiği de olurdu. Misafirlerini, kesinlikle ikram etmeden yollamazdı. En azından şeker ve kahve ikram ederdi.

İhvanını ziyarette bulunur “Bu bir samimiyettir,” derdi. Bu olayların verdiği feyz ve tecellileri anlatmak istesek de gerektiği gibi anlatamayız. İhvanına karşı sevgisi sonsuzdu. Onlar ziyaretine gelmezse bile, onları ziyaret ederek, nasihatte bulunurdu. İhvanı arasında bir ayrıcalık yapmazdı, “Bizim aramızdaki bağ, Allah için olan muhabbet bağıdır, Bunu ifade etmek de zordur,” buyururdu.

Kadınlara karşı hiç bir zaman sünnet-i Resulullah’ı terk etmemiştir. Hiç bir kadına el vermemiştir. 1967 yılı hac dönüşünde kalp rahatsızlığı geçirir. Bir müddet İstanbul’da aldıktan sonra Trabzon’a döner ve evinde istirahat eder. Bir gün rahatsızlığı sebebiyle dalgınlığından istifade eden yaşlı bir hanım, elini öper durumu fark eden Hacı Abdurrahman Efendi kadını ikaz ederek, bu davranışından dolayı Allah’ın kendisini affetmesi için tevbe etmesini ve kendisine kırıldığını ifade eder. Kadınlarla, yanında mahremi olmadan katiyyen görüşmezdi. Oldukça geniş bir hanım cemaati de vardı. Ama hiçbir zaman hiç bir kadın eli, Rasulullahın eline değmediği gibi. Onun da eline değmemiştir.

Bize yaptığı tavsiyelerde, “Hiç bir hanıma elinizi vermeyiniz,” derdi. Hanımları irşad ederken bir yerde oturur. Yanlarında bir erkek yada kadının mahremlerinden birini bulundurarak, onlara gereken tavsiyelerde bulunurdu.

Meczuplara da, diğer insanlara davrandığı gibi davranırdı. İnsanlar arasında ayırım yapmazdı. İnsanların hepsine karşı şefkatli idi. İyi davranırdı. Ve hepsini iyi görmeyi tavsiye ederdi.

Fakirlere karşı kendi imkanlarını kullanırdı. Zenginlerden onlar için yardım alırdı. Hatta zenginler için şöyle derdi; Burada şu kadar yaşadık, “Şu zekatımı alda, fakirlere ver diyen,” bir zengini de görmedim, derdi. “Bunlar ne kadar cimrileşmiş,” diye üzüntülerini ifade ederdi. Kendi imkanlarını kullanır, başkalarından bir şey istemezdi. Ancak fırsatını bulduğunda, fakirlere dışarıdan yardım toplamayı da ihmal etmezdi.

Anlaşılır şekilde sohbet yapardı. Adeta herkesin alması gerekenleri cebine kordu. Kendisiyle yaptığımız seyahatler esnasında şöyle bir olay yaşadık. Bir camiye gitmiştik. Orada Hoca Efendiyi vaaz etmek için kürsüye davet ettiler. Kürsüye çıkınca: “Herkes abdesti ilmi olarak size anlattı, ama ben başka şekilde anlatayım" diyerek, kollarını sıyırıp, göstere göstere abdesti güzelce anlattı. Ardından namazın kılınışını da bu şekilde anlatınca,” cemaat çok oldu. Bir çok noksanlıklarını giderdiği için kendisine şükranlarını ifade ettiler.

Sürekli olarak “Tasavvuf ehlinin ölçüsü sünnettir. Bundan dolayı, sünneti, hayatlarının her kademesine uygulamaya gayret ederler,” derdi. Kendisi de buna çok dikkat ederdi. Nasıl ki Resul-ü Ekrem Efendimiz yolda koşarak ve süratli bir şekilde gitmezdi. Hacı Abdurrahman Efendi de öyle idi. Yolda giderken ona yetişmek isteyenler ona yetişemezlerdi. Kafasını hiçbir zaman sağa sola çevirmez. Bize de öyle tavsiye ederdi. “Nereye gidiyorsanız oraya gidin, başınızı öteye beriye çevirmeyin.” Yokuşta insan nasıl yavaş gider de, hızlı inerse öyle giderdi. Selamı da kimseden esirgemezdi.

Her şeyi çok temizdi. Bize ilk geldiklerinde, bizim evler köy evleriydi. Tuvaletlerin yanında lavabo gibi müştemilşat yoktu. Bize “Şu tuvaletten çıkınca, bir lavabo, birde sabun olsa ne güzel olur,” buyurarak bizleri nazik bir şekilde ikaz etmişti. Giyimde lüksü tercih etmez, fakat giydiklerinin temiz olmasına büyük titizlik gösterirdi.

Hocamız hemen hemen yediği her lokmada besmele söylerdi. Sofrada tuz bulundurur. Yemeğe tuz ile başlar ve tuz ile bitirirdi. Hazreti Ali’den rivayet edilen “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitiren kimse, mide ve bağırsak hastalığı görmez.” hadisini anlatır, buna dikkat eder ve ailesine de bunu çokça tavsiye ederdi.”

Su içerken de adaba riayet ederek, suyu oturarak ve üç yudumda içerdi. Ayakta içmenin zararından bahsederdi. Sofrada su bulundurmaya özen gösterir ve “İkramın en faziletlisi hane sahibi tarafından verilen sudur", buyururdu.

İsraftan kaçınır, müsrif olmayan bir hayat yaşardı. Sahip olduğu imkanları insanlara infak eder, fakat evlatlarından hiçbir zaman bir şey istemezdi.

Ticaret ahlakı da örnekti. Hatta ortaklıkta yapmıştı. Of’ta meşhur Hafız Mustafa vardı. Onunla birlikte belli bir müddet ortaklıkta bulunmuşlardı. Sonra Hafız Mustafa Of’a gitmek isteyince ayrıldılar. Ticaretinde fedakârdı. Küçük hesaplar içerisine hiç girmemiştir. Daima ölçü ve tartıda karşısındakinin lehine davranırdı. İnsanları hiçbir zaman mahcup etmeyi istemezdi. Hatta şöyle bir olay olmuştu; Birisi göz göre göre masanın üzerindeki parayı alıp giderken, oğlu da peşine gitmek istedi. O, bırak her ne kadar yaptığı yanlışsa da ihtiyaç sahibi olabilir diye takibini men etti.

“Müslümanın bulunduğu safı tespit etmesi gerekir, kendi hakkını koruması için inancından taviz vermeden yapabileceği şeylerden kaçmamalıdır.” derdi. Aktif bir şekilde siyasi faaliyetlerde bulunmadı. Halk partisinin cumhuriyetin ilk yıllarındaki baskıcı idaresine karşılık, ihvanına Demokrat Partiye yardımcı olmalarını tavsiye etti. Daha sonra Milli Nizamın kurulmasında yardımı oldu. “İslam, Hakk - Batıl mücadelesidir. Bir mü’minin batılın saflarında olması mümkün değildir,” diye söyleyerek ihvanını bu yapının kurulması için teşvik etti.

Said-i Nursi Hazretleriyle Trabzon’a geldiği zaman görüşen Hocamız, Rize’de onunla irtibatı olan, ismini şu anda hatırlayamadığım bir doktoru da ziyaret ederdi. İstihbarat onu takip ederek bir gün ifadesini almak isterler. Kendisine “Sen Nurcu musun?” diye soran yetkililere Hacı Abdurrahman Efendi “Nurcu değilim, ama nursuz da değilim,” diye cevap vermiştir.

Elmalı’nın tefsirlerini okurdu ve bunu tavsiye ederdi. Ömer Nasuhi Bilmen’i de hayırla anardı. İyi birer âlim olduklarını söylerdi.

Devlet adamlarıyla ilişkisi olmazdı. “Görüyorsunuz bunlar beni sevmez,” derdi. Çünkü “Biz cumhuriyetin ilk günlerinde kitap satıyorduk. Kitap satmamızı yasakladılar. Evler aranacaktı. Evden kitapları çuvallara doldurup bir at arabası kiralayıp ona yükledik. Hamal da bunların üstüne oturdu. Güya odun var diye Akçaabat’ın bir köyüne götürdük, Biz her evde bir Kur’an bulunsun isterdik. Emniyete sorardık ne satalım. Kur’an-ı Kerim ve Mevlüd satabilirsiniz, derlerdi. Sattığımız zaman da yine gider alıp götürürdüler. Tekrar satış izni için başvururduk, yine alın satın derlerdi, arkasından polis gelip kitapları alırdı. Bir gün polis geldi ve Kur-anları mangala attı. Arkadan birde bizi tartakladılar. Sonra götürüp üç günde içeride yatırdılar. Onun için bunlarla birbirimizi sevmeyiz,” derdi.

Bize, "hiçbir zaman şeyhinizi methetmeyin, şeyhiniz için kutup demeyin,” derdi. Arkasından kendisini kutup diye tanıtmak isteyen bir müntesibini çağırarak “İnsanları niçin sahip olmadıkları makamlarda gösteriyorsunuz?” diyerek azarlamış ve her halinde olduğu gibi kendisiyle ilgili meselelerde de daima tevazu yolunu seçmiştir.

Sünnete uymaya büyük bir itina gösterirdi. Bir örnek verecek olursak, tabağına dolma koyarken hiç bir zaman çift koymamıştır. Ya bir dolma alırdı, yada üç dolma. Buna çok dikkat ederdi. Biz kendisinde, sünnetin dışında bir hareket görmedik. Şunu sayalım da şu kalsın dersek, eksik olur. Sünnete kasıtlı muhalefet eden insanların insanlığa hizmet edemeyeceğinden bahseder ve bu gibilerden uzak durmamızı söylerdi.

Abdest ve namaz hususunda dikkati çeken bir özelliği yoktu. Orada da tadili erkan ve sünnete riayet ederdi. Teheccüdü namazlarını aksatmaz, sabah namazını kılınıncaya kadar, yatmaz, misafir olduğu zaman bile işrak vaktini bekler, ekseriyetle namazını kıldıktan sonra kahvaltı yapardı. Ondan sonra da bir müddet uyurdu. Kalkınca Delail-i Hayrat’ı ve Kur’an-ı Kerim okur. Sonra öğle vakti yaklaşırdı. Abdestini alır ve halkla sohbet ederdi. Genellikle yatsıdan sonra hemen yatardı.

Hastalığından hiç bir zaman şikayetçi olmamıştı. Hatta tevekkül ehli idi. Doktarların uzun boylu perhiz ve tavsiyelerine bağlanmazdı. Ortalama gidelim derdi. Hasta iken, çok fazla perhiz vermişlerdi. Yemek yerken oğlu Necmeddin; “Baba bunlar biraz yağlıdır, tuzludur,” deyince, yemeğime karışma dedi. Bunları Allah (c.c.) fayda için yarattı. Ondan sonra da, “Ye Abdurrahman ye, bundan sonra kimse yemeğine karışamaz,” dedi.

“Vefa ilahi emirdir,” derdi ve verdiği sözleri kesinlikle yerine getirirdi. Bize şu gün geleceğim, deyip de, gelmediğine hiç rastlamadık.

Rızk hususunda “Tasavvuf ehli, kamil insanların bir düşünce telaşı olmaz,” derdi. Cenab-ı Allah (c.c) “Yeryüzündeki bütün varlıkların rızkı, bizim üzerimizedir, dedikten sonra, bu hususta endişeye kapılmak yersizdir." derdi. Kendileri belli bir zaman ticaretle meşgul oldular. Buradaki gayesi de, topluma İslam’ı tebliğ etmekti. Çünkü her yerde her zaman her şey anlatılamıyor. Onun için o dar günlerde, ticaret şemsiyesi altında tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürmüştür.

Bize “Kur’an ve Sünnet yolunda yürüyen cemaatler, isimleri farklı olsa da tek bir cemaattir. Kur’an ve Sünnetin dışındakilerin de hepsi bir cemaattir. Biz bunları en güzel şekilde böyle tanıyabiliriz. Eğer Kur’an-a ve Sünnete hizmet etmeye karar vermişseler, hepsi bizim kardeşlerimizdir. Kur’an ve Sünnetin dışındaki tasavvuf yollarının hepsi batıldır. Bu hususlara çok dikkat ediniz,” derdi.

Hocamız, Mehdi (a.s) Hazretleri ile ilgili hadisleri okur ve anlatırdı. “Kıyamet alametlerini zamana bağlamayınız, Çünkü Allah’ın indinde, zaman yoktur,” derdi. "Cenab-ı Allah (c.c) Peygamber’e ve bir takım evliyaya bazı keşifler ihsan eder. Bunlar bir film şeridi gibi gelip geçici şeylerdir. Kâinatta olacak-bitecek bütün işler, saniyeler içinden insanın gözünün önünden geçip gider. Bu zat-ı ilâhinin tecellileridir. Araya saniye de girmiyor. Belli şeyler olacağını insan keşfedebilir. Fakat hadisenin zamanını bilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı gelecekle ilgili hadiselere, zaman tayini yapmayın derdi. Eğer öyle yaparsanız, sonra sözleriniz yanlış çıkar. Bu da İslam’a mal edilir. Onun için olacaklar hakkında, Mehdi’nin (a.s) geleceği hakkında kaydedilmiş olan hadisler, itikat kitapları sonundaki Mehdi kayıtları, boşu boşuna kayıtlara alınmamış. Onun için Mehdi bekleniyor. Hatta bazı olaylara dikkatler çekiliyor,” derdi. Buharideki, kıyametle alakalı on büyük alameti anlatan hadisler dışında, herhangi bir şey söylemezlerdi.

“Hz. Adem (a.s) Hakk ile geldi, batıl yok idi. Batıl sonradan geldi. Sonradan gelen şeyler arazdır. Bunlar bulutlar gibidir. Güneş Haktır ama bulutlar arazdır,” diye söyleyerek “Müslümanların üzerindeki karanlık bulutlarının araz olduğunu, inşaallah kısa zaman içerisinde dağılacağını" ifade ederdi.

İslam’ın geleceği pek parlaktır. Ama ne zamandır onu bilemiyoruz. Güneş doğmadan önce bulutlar havayı karartır. Patırtı gürültü olur. Şimşekler çakar, yıldırımlar düşer. Bunlar olacak ama, sonunda bütün bulutlar gidecek. Bundan dolayı kesinlikle ümidimizi kesmememizi bize tavsiye ederdi.

Edebiyatı severdi. Evinde beyitlerden bir bant doldurmuştu. "Beni irşad eden Yunus’un bir mısrasıdır", derdi. Arapça ve Farsça’yı bilirdiu, batı dillerinden bildiği yoktu.

“Dünya hayatı boyunca insanı tanımanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sünneti Kur’anın dışında görmemek gerekiyor. Tasavvuf ehli sünnete çok önem verir. Çünkü sünnet Kur’an’a dayalıdır. “Resûl size ne veriyorsa onu alın,” hükmü her halinize şamildir. Size ne veriyorsa, sözüyle, hareketleriyle, onu alın, neden nehyediyorsa, ondan kaçının. Sünneti böyle anlamamız gerekir,” derdi.

“Tasavvuf, Kur’an ve Sünneti önder, örnek almış. Onun dışındakilerin dalalet ve batıl olduğunu belirtmiş. Hakkın dışındakilerin hepsi şaşkınlık yollarıdır,” derdi.

Bütün tavsiyeleri, Kur’an ve sünnete bağlanmak içindi. Şöyle derdi: “Zaten inancımızı yıkmak isteyenler, evvela insanları sünnetten koparmaya gayret ediyorlar. İslam dini Peygamberimize Kur’anın gelmesiyle tamamlanmıştır. İslam dini Peygamberin hayatıyla tescil edilmiştir. Daha sonra sahabenin hayatıyla, ondan sonra yıllar boyu müttaki zikir ehli ulemanın hayatlarıyla imzalanmıştır. Bu bir gerçek, saklanamaz bir hakikattir.” İslam dininin böyle bir din olduğunu belirterek, insanların nefislerini tarikat mekteplerinde eğiterek terbiye etmesini tavsiye ederlerdi.

Hocamızla ilgili anlatılacak şeyler muhakkak ki bu kadarla sınırlı değildir. Biz onun hayatından şu kısa zaman içerisinde hatırladıklarımız ise aktarmaya gayret ettik. Umulur ki okuyanlar istifade ederler.

Mekke-i Mükerremede Hafız Ahmed Zeki diye Hanefi mezhebine mensup bir Trabzon delili vardı. Bu zat çok muttaki ve samimi bir insandı. Biz hacca gidince Hacı baba’nın tavsiyesi üzerine o delilin yanına giderdik. Bizi evinde misafir ederdi.

Hacılarla uğraşmak çok zordur. Ne yapsan onları memnun edemezsin. Bu seyahatlerimiz esnasında bir hacı pasaportunu kaybeder. Ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Çünkü yeniden pasaport çıkartmak oldukça zor ve zaman isteyen bir işti. Biz ise ertesi sabah yola çıkacaktık. Delile gittik hadiseyi anlattık. O bu işi hallederiz ama zaman lazım dedi. Biz de arkadaşı bırakacak durumda değiliz bu lisan bilmez dedik. Bunun üzerine bir çaresine bakarız dedi. Ertesi sabah bizimle Mekke’nin çıkış kapısına kadar geldi ve “şöyle toplanın, ben dua edeyim sizler amin diyin inşallah geçip gidersiniz bir aksilik çıkarsa onu o zaman düşünürüz” dedi. Hafız Ahmet Zeki Efendi Mekke kapısından çıkarken çok uzun bir dua okur. Bu duayı hiçbir zaman unutamam. Böylece Mekke'den ayrıldık. Yol boyunca bir çok yerde pasaport kontrolü oldu, ama Türkiye’ye gelene kadar hiçbirinde o arkadaşımıza pasaportunu sormadılar. Böyle insanlar artık bulunmaz. Hafız Ahmet Osmanlıdan bahsederken gözünden aşağı yaşlar akardı.

Hacı baba bir gün vapurla Trabzon’dan İstanbul’a giderken Samsuna gelir. Gemi burada 5-6 saat mola verir. Hacı baba’nın geldiğini haber alan Hacı Şuayb Kosif hemen limana gelip onu gemiden alır. Hacı Şuayb hacı babanın biletini alınca 3 mevki olduğunu görür, gidip farkını vererek bileti ikinci mevki yapar. Daha sonra Hacı baba Hacı Şuayb’a “Bunun niçin yaptın” der. Fakat iltifattan da çok memnun olur. Bu bize Hacı baba’nın imkanı olduğu halde lükse yanaşmadığının bir başka delili idi.











Hüseyin Manzak (Samsun) anlatıyor…



Kendisine hacı baba diye hitap ettiğimiz Hacı Abdurrahman Efendi ile 1960 lı yıllarda tanıştık. Kendisi çok vakur, heybetli, hakikati çekinmeden söyleyen ve hiç bir şeye tenezzül etmeyen bir zattı.

Biz o zamanlar çok çekingendik. Hocamızın yanında bir şey demeye cesaret edemezdik. Bundan dolayı yanına gidince bir kenarda oturup anlatılanları dinlerdik. 1969 da Milli Nizam Partisinin teşkilatlanması ile ilgili faaliyetlerde bulunmaya başlayınca yapılacak işler hakkında istişarede bulunmak için her hafta Samsun’dan Trabzon’a ziyaretine gittim. Bu vesile ile çok sık ve daha rahat olarak görüşmeye başladık.

Gerek bu esnada, gerekse değişik zamanlarda şahit olduğumuz bazı halleri vardır ki bunlar iki kişi arasındaki özel haller ve şahadetler olduğu için söylemeye gerek yoktur. Ama bazı hatıralarımız anlatmak gerekirse:

Bir gün Efendi Hazretleriyle Kastamonu üzerinden Zonguldak ve İstanbul seyahatim oldu. Kastamonu’dan geçerken Hacı Şabanı Veli hazretlerini duyup duymadığımı sordu. Ben de ilk defa bu yoldan geldiğimi dolayısıyla bilgimin olmadığını söyledim.

Bana onun kabrine giden yolları tarif etti ve hayatı hakkında kısa bilgi vererek “Buraya gelip de bu zat ziyaret edilmeden geçilmez” buyurdu. Hacı Şabani veli Hazretlerinin Halveti tarikatının pirlerinden olduğunu söyledi. Ve beraberce ziyaretine gittik. Bundan sonra 11 sene İstanbul’a gidişlerimde daima Kastamonu üzerinden giderek Hacı Şabani veli Hazretlerinin kabrini ziyaret ettim.

Zonguldak’ta birkaç gün kaldık. Bu esnada Hacı Abdurrahman Efendinin şahit olduğum bazı hassas davranışları çok dikkatimi çekti. Bunlardan hatırladıklarımı kısaca zikredeyim.

Zonguldak’a bir zatın evine davet edilmiştik. Davete gittik. Bizi aldıkları odaya girince masanın üzerinde Cumhuriyet gazetesi vardı. Hacı baba görmeden gazeteyi alarak masanın altına koydum. O akşam orada sohbet ve hatim yaptık. Hatimden sonra Hacı baba müsaade aldı ve evden ayrıldık. Halbuki bu akşam oraya kalmak üzere gelmiştik. Yolda giderken Hacı baba, görmeden kaldırdığım gazeteye atfen “Evladım o gazetenin olduğu yerde yatılmaz” diyerek İslam dışı görüşlere itibar edilen yerlerden uzaklaşmak gerektiğini bizlere hatırlatmış oldu.

Yine Zonguldak’ta ihvanımızdan birinin evine davet edilmiştik. O akşam Hacı baba orada kalacak ben ise başka bir yerde kalıp sabahleyin kendisini evden alacaktım. Ben hatimden sonra ayrıldım. Ertesi sabah Hacı babayı almak üzere belirlediğimiz saatte evin önüne gittim. Bir saat beklememe rağmen gelen giden yoktu. Daha sonra evin kapısını çalıp Hacı babayı sorunca onun akşam geç saatlerde gittiğini söylediler. Ben şaşırmış bir şekilde geri döndüm. Merkez caminin yanından geçerken Hacı baba’nın ilk akşam misafiri olduğumuz İmam Efendinin evinden çıktını gördüm. Nerede kaldığımı sordu. Ben de bir saatten bu yana akşamki evin önünde beklediğimi söyledim. Meğer, çok titiz bir insan olan Hacı baba biz dağıldıktan sonra abdest almak için lavaboya gidince yerleri ıslak görmüş. Evde küçük çocuklar olduğu için bu durumdan rahatsız olmuş ve oradan ayrımış.

Zonguldak’ta 4 gün kaldık ve birçok kişi ders aldı. Bir kardeşimize de ders açma izni vererek oradan ayrıldık.

Dönüşte Zonguldak Merkez Camiinin imamı da bizimle geldi. İmam Efendi yol üzerinde bulunan Kozlu’dan amcasının oğlu ve yeğenini de yanına alarak bizimle Düzce’ye kadar geldi.

Kozlu’ya uğradığımız zaman Kozlu Merkez Camiinin imamı Hacı baba’dan ders almak istedi. Hacı baba da “inşaallah daha sonra” diyerek İstanbul’a doğru yolumuza devam ettik. İstanbul’a gidince Hacı babayı mahdumu Sadettin beyin yanına bıraktım ve ben karayoluyla, Hacı baba ise uçakla Samsun’a döndük.

Samsun’da Hacı baba’yı karşıladık. Her zaman olduğu gibi ihvanımızın önde gelenlerinden Hacı Şuayb KOSİF Efendi'nin evine gittik. Hacı baba Samsun’da kaldığı zamanlarda her nereye giderse gitsin yatmak için kesinlikle Hacı Şuayb’ın evinde kendisi için ayrılan misafirhaneye gelirdi.

Bir gün Hacı baba ve Hacı Şuayb ile beraber Trabzon’a gitmek üzere hareket ettik. Bulancak’ta Hacı Şuayb Efendi’nin akrabalarından birine uğradık. Orada hatim yaptık, bazı kişiler de intisap edip ders aldılar. Hatim esnasında bir kişi hatim halkasının dışında kaldı. Bunun üzerine Hacı baba bana “ona söyle halkaya girsin” dedi. Durumu o kişiye anlatınca o “ben başka yerden dersliyim” dedi. Durumu Hacı babaya iletince Hacı baba ona hitaben “sen aldıklarını bana ver ve burada oturarak dersini al” dedi. Bunun üzerine o kişi de halkaya girdi.

Oradan Giresun’a geçerek hepimizin tanıyıp sevdiği, fare düşse başı yarılacak kadar sade döşenmiş bir evde mütevazi bir hayat yaşayan Hacı Harun amcaya uğradık. Giresun’da Hacı babanın bir çok seveni olduğu halde o kalmak için daima burayı tercih ederdi. Daha sonra Hacı babayı Trabzon’a getirerek Samsun’a döndüm.

Son hatıralarımdan birisi de şudur. Vefatından iki ay evvel yani 1972 yılı Temmuz ayında Samsun’a gelmişti. O akşam hatim bizim evde ve çok kalabalıktı. Ertesi gün dükkanımıza uğradı ve "akşamki ev sizin miydi" diye sordu. Evet deyince, "çok güzel güle güle oturunuz" dedi. Ve yeleğin cebinden bir esans şişesi çıkararak bana hediye etti. Hacı baba bu seyahati esnasında aşağıda anlatacağım şekilde ömrünün sona erdiğini bize işaret etti ise de bizler uyanamadık.

Bana “Zonguldak seyahatimiz esnasında Kozlu camiinin imamına ders vermediğimiz için hala pişmanım” dedi. Ben ”İnşaallah bir daha ki sefere nasip olur” dedim. O “bir dahaki seferin olmayacağını” buyurdu. Yine bize “Necmeddin size benim yokluğumu aratmaz” buyurdu. Fakat biz bunda gizli hakikati anlayamadık.

O an arabam yoktu. Fakat Hacı baba “Kalk gidelim” deseydi, hemen borç harç bir araba alıp yola düşecektim. Fakat o Samsun’dan Trabzon’a geri döndü. 1,5 ay sonra da vefat etti.

Bir Cuma günü İstanbul’da iken Remzi Gör isimli bir ihvan kardeşimiz “Hacı Abdurrahman Efendi İstanbul’da” dedi. “Gel ziyaretine gidelim” deyince “Ben Cuma namazına Fatih camiine gideceğim. O Süleymaniye camiinde kılar” dedi. Bunun üzerine ben Süleymaniye camiine gittim. Şadırvanda abdest alırken Hacı babanın da yanıma gelip abdest aldığını gördüm. O da yanıma geldi. Ben abdest alıp kalkarken o da kollarını kuruluyordu. Derhal giymesi için şadırvana asılı paltosunu tuttum. Önce sol kolunu giydi ve bana “biz malulüz onun için sol kolumuzu önce giymekteyiz” buyurarak Batum harbinde sol omzundan yaralandığını ve istediği gibi hareket edemediğini söyledi.

Beraberce camiye girdik. Daha önceleri bana “camiye gittiğiniz zaman minberin sağında oturun” derdi. Kendiside bize dediği gibi gitti ve minberin sağında oturdu. Bende yanına oturdum. 15 dakika sonra Fatih’e gideceğini söyleyen Remzi Gör’ün de arka safta olduğunu gördüm. Cemaat dağılınca Hacı babanın etrafında 50-60 kişilik bir halka oluştu. Hacı baba onlara “buraya gezmeye gelmediniz haydi herkes işinin başına gitsin” dediyse de pek ayrılan olmadı. Kısa bir sohbetten sonra kalkarak Süleymaniye camisi civarında bulunan Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretlerinin ve halifelerinin kabirlerini ziyaret ettik. Kabrin yanından ayrılırken “Allah buraları imar edenlerden razı olsun” buyurdu.

Remzi Gür’le biz Demokrat partinin hizmetleri noktasında bir türlü uyuşamazdık biz “D.P. halkı oyaladığını” söylerdik, o ise buna karşı çıkardı. Hacı baba’nın bu sözü üzerine bana dönerek istihzalı bir şekilde “gördün mü” gibisinden siteme başladı ve “Efendi Hazretleri dua etti sen ise beğenmiyorsun” dedi. Tam o anda Efendi Hazretleri “ama büyüklerini rahatsız ettiklerinden dolayı cezalarını da buldular” buyurdu. O zaman ona dönerek “Şeyhim böyle buyuruyor” dedim.

Yine bir seyahatimiz esnasında Taşköprüye gitmeden Hacı baba “Boyabatta abdest tazeleyelim” dedi. Hacıbaba abdest almaya gidince ben de arabada sabun olmadığı için hemen yakındaki bir bakkaldan sabun aldım. Lavaboya gelince kendisine sabunu verdim. Bana “benim cebimde sabun vardır. Sizde sabunsuz gezmeyin” buyurarak temizliğe verdiği öneme bir kez daha dikkatimiz çekmişti. .

Daha sonra camiye gittik bana “ben malulüm namazları münferit ve iki rekat olarak kılalım” dedi. Namazdan sonra doğru düzgün bir lokanta aradıysak da bulmamız mümkün olmadı. Neticede köhne bir yerde oturduk. Ben rahatsızım bir şey yemiyorum. O yemek yerken arkasında kalan yaşlı bir adam el kol işaretiyle bana “bu adam senin neyin” diye soruyor. Ben daha cevap veremeden Hacı baba geriye dönerek “Ne soruyorsun. Hem babası hem de hocasıyım” buyurur.

Hacı babanın vefat haberini duyunca bir taksi kiralayıp 2.5-3 saat gibi kısa bir zamanda Trabzon’a gittim. Eve gelince beni cenaze yıkanan odaya sokmadılar. Daha sonra Hacı babayı görmek üzere odaya girdim. Orada Ahmet Yaşar Hocaefendi ile görüştüm, sakalları simsiyahtı. Kendisini de hiç tanımadığımdan bu zat kimdir diye merak etmiştim. Daha sonra onun Ahmet Yaşar Hoca efendi olduğunu öğrendim. Hoca efendi ile dostluğumuz o gün başladı, inşallah ölünceye kadar devam eder. (Bu arada Ahmet YAŞAR Hoca efendi söze müdahale ederek “İnşallah Cennette de dostluğumuz devam eder” buyurdu.)

Cenazede çok büyük bir kalabalık oldu. Vasıtalar şimdiki Sigorta Hastanesinin yanından ileri geçemediler. Oradan kabre doğru adeta karınca misali bir insan seli akıyordu. Yokuşları aşarak. Kabrin olduğu yere geldik ve Şeyhimizi istirahatgahına bırakarak gözlerimiz yaşlı gönüllerimiz hüzünlü bir şekilde geriye döndük.

Hacı baba Samsun’a gelince biz kimseyi hatim var diye aramazdık. Bir kişiye giden haber derhal yayılır ve akşam cemaat eve sığmazdı.. O zaman Elemneşrahleke taşı dağıtılınca herkese taşlar yetmezdi. Bu günlerde ise halimiz görülmektedir. Hacı baba Samsuna gelince Hacı Şuayp yanında olmadan hiçbir yere hatme gitmezdi. Ve ondan sonra o günkü ahenk ve huzur hiçbir zaman olmadı.

Bir hususa daha dikkat çekmek isterim. Hacı baba aynı zamanda insanların evlerde yapılan toplantılarda asla külfet altına girmesini istemezdi. Bundan dolayı hatimlerin peşine bir şeker dağıtarak ikram faslını tamamlatırdı.

Zonguldak’tan İstanbul’a giderken İzmit’te bir yerde yemek yedik. O ellerini yıkamaya gidince ben yemek paralarını ödedim. Gelişte kendisi de ödemek istedi. Çünkü o kimsenin masrafa girmesini de istemezdi. Fakat hesabın ödendiğini görünce “Evlatlar büyüklerine hizmet için yetiştirilir. Bizim paramız cebimizde küflenmesin” buyurarak kendisi için hiç kimsenin masraf etmesine razı olmazdı.

Samsun’da birkaç kişi ile samimiyetimiz bozulmuştu. Trabzon’a gidince bu hususta nasıl davranmam gerektiğini İslam’da “üç günden fazla küs durmayın” emrinin manasını öğrenmek için Hacı babanın yanına gittim. İçeri girince tahiyyatta ki gibi oturdum. “kalk iskemlede otur” dedi ve lokum ikram etti. Gitmek istediğim halde sohbet dolayısıyla kalkamadım, durum müsait olmadığı için sormak istediğim hususları da bir tülü soramadım. Akşam da Samsun’a dönmem lazımdı fakat bir şey de diyemiyorum. Sohbetin bir yerinde Hacı baba “beni seveni o kadar severim ki haddi yoktur. Beni sevmeyeni de hiç sevmem. Bana bir adım gelene dört adım giderim, kötüden de ateşten kaçar gibi kaçarım.” Dedi. Böylelikle benim soracağım şeylerin cevabını almış oldum. Anladım ki bir adam kötüyse onunla samimi olacaksın diye bir mecburiyet yok.

Trabzon’a gelince Çarşı Camiinin önündeki oğlu Hafız Ali’nin dükkânına gelirdi. Bir defasında bana ”Tezkiretül Evliyayı” isimli menakıp kitabını tavsiye etti. Aldım ve okudum.

O günlerde Samsun’da Nizam Partisi teşkilatı bir türlü kurulamıyordu. Kendisini ziyaret ettiğim bir gün bu işi ağabeyim mi yapsın diye sordum. Bana “Abin para kazanıp İslam davası için harcayacak, İslam VARLI bey ise teşkilatı kuracak” dedi. Biz Ali Rıza ÖZTÜRK hocaya ısrar ettiğimizi fakat kabul etmediğini söyleyince “o hafız efendiyi serbest bırakın, günü gelince o çok büyük hizmetler yapacaktır” dedi. Hakikaten Selamet Partisinin kuruluşu esnasında Ali Rıza ÖZTÜRK hoca çok büyük gayret göstermiş ve davayı sırtlayıp ileriye doğru getirmişti. Hatıralar ne anlatılacak ne de unutulacak gibi değil.

İhvandan bir dişçi kardeşimiz vardı. Hacı babayı görmek isteyince motosikletiyle Trabzon’a giderdi. Bir keresinde Trabzon’a giderken Beşikdüzü’nden babamı da aldı. Hatta babamın takkesi başından uçmuştu. Yolda birazda et aldı. Babam bu etleri ne yapacağız deyince ve “Hacıbaba ile beraberce pişirip yiyeceğiz” dedi. Eve gidince bahçede hem pişirip hem yediler.

Aklıma bize anlattığı bir olay geldi. Onu da ifade etmek isterim. Osmanlı'nın son devirlerinde abisiyle beraber ilim tahsili için memleketinden ayrılan Hacı baba Medine’den Mekke’ye deve ile yolculuk ettiklerini ve 27 yerde konakladıklarını söyledi. Yolculuk esnasında develerin üzerindeki yüklüklerde abisiyle beraber namazlarını cemaatle kıldıklarını söyledi.

Cihan harbi başlayınca babaları onlara “Oraların size ihtiyacı yok, buralar ise sizlere muhtaçtır. Bundan dolayı haccınızı yaparak geriye dönün, paranız yoksa Trabzon delilinden yeterli parayı alıp gelin” diye haber yollar Bunun üzerine iki kardeş geri döner. Demek oluyor ki aile olarak oralarda da tanınıyorlardı ki bir delilden yol parası isteyebiliyorlardı. Bu bize o devirlerde Müslümanların birbirlerine güvenlerinin oldukça ileri seviyede olduğunu da göstermektedir. Şimdi böyle karşılıksız yardım edenler nerede kaldı.

O güzel devirlerden sonra siyasi ayrılıklar başladı ihvan kardeşliği de maalesef bitti. Bir ömürlük hatıralar böyle kısa zamanda anlatılıp bitirilemez ve her şeyde insanın aklına bir anda gelmez. Bazı hadiseler o günkü hatıraları insana hatırlatır. Şu an için anlatacaklarım acizane bu kadardır.







Kenan Akıntürk (Damadı) anlatıyor…



Bizim kendileriyle tanışmamız 1955 yılında oldu. O zamanlar 16 yaşında idim. Kur’an öğrenmek için cami hocasına gidiyordum. Hoca da bize elif cüzü almamızı söylemişti. Bende elif cüzü almak için Hacı Abdurrahman Efendi’nin dükkânına gittim. Ne istiyorsun diye sordu. Ben o esnada ne isteyeceğimi unuttum. Kur’an okumak için dedim. O da Elif cüzü mü? diye sordu. Evet, deyip cüzü aldım ve eve geldim. İlk karşılaşmamız böyle olmuştu.

Evlilik çağımız gelince biraderim Hacı Abdurrahman Efendi’nin kızı var onu sana alalım diyor. Ben de olsun diyorum. Babam gidiyor Hacı Abdurrahman Efendi de, kabul ediyor ve evleniyoruz.

Bizim evde bir adet vardı. Bundan dolayı büyüklerin yanında hanımla konuşmak, çocuğu kucağa almak mümkün değildi. Tabiî ki bizim de evlendikten bir müddet sonra, çocuğumuz oldu. Bir gün Hacı Baba’ya gittik. Sabah kahvaltısını yaparken çocuk ağladı. Çocuk yanımda idi. Bana çocuğu al dedi. Çocuğu kucağıma aldım. O esnada babam da içeriye girdi. Bizim evde böyle bir hal olmadığından babam bir bana bakıyor, bir Hacı Baba’ya, birde çocuğa. İçinden bu duruma kızdığı her halinden belliydi. Daha sonra bize bunu söylüyor, bir daha böyle davranmamamız için, uyarıyor. Bunun üzerine biz de kendisine hacı babanın söylediğini ifade edince, babam bu hususta bir şey demiyor ve bu adet bizim aileden kalkıyor.

Üç tane kızımızdan sonra bir oğlum oluyor. Hacı Baba’nın evine gidiyorum. Kapıyı kendisi açıyor. Hayrola diyor. Hacı Baba bir torununuz oldu, ismini ne koyalım diyorum. Ahmed Ziyauddin olsun, diyerek mensubu olduğu dergâhın pirinin ismini söylüyor.

Bir gün bize askere gidişiyle ilgili bir hatırasını anlatır: “Askere gideceğim zaman bir rüya gördüm, rüyada Haçkalı Baba için bir mevlid okunuyordu. O mevlidde, herkese bir bardak şerbet verilirken, bana yarım bardak şerbet veriliyor. Daha sonra o şerbeti içen arkadaşlarımın hepsi şehit oldu, ben ise yaralandım. Askerlik esnasında sol omzumdan yaralanınca, rüyayı bu hadiseye yorumladım,” der.

Türkiye'nin siyasi hadisatına da ilgi duyardı. 1970 yıllarda Necmeddin Erbakan ortaya çıkınca, genç, çalışkan, inançlı biri olduğunu belirterek ona yardımcı olmamızı istedi.

Bunun üzerine MNP nin Trabzon’da ki ilk kuruluşu Hacı Baba’nın evinde yapıldı. O zaman rahmetli Hulusi ÖZBEK amcayı başkan yaptık. Benim de teşkilatta olmama “Şu an için sakallı bir kişinin aranızda bulunması iyi olmaz,” diyerek rıza göstermedi. Ertesi sabah gazetede Hacı Abdurrahman Beşikçi’nin evinde Milli Nizam Partisi’nin kurucuları toplandı, diye bir haber çıktı. Bunun üzerine kuruluşu erteledik. Daha sonra benim evde kuruluşu tamamladık ve başkanlığa Süleyman Barutoğlu’nu getirdik. Süleyman Bey çok büyük saldırılara göğüs gererek bu davanın yıllarca önderliğini yapmıştır. Yaptığı faaliyetler Trabzon'un siyasi hafızasına altın harflerle kaydedilmiştir.

Hacı Abdurrahman Efendi 1967 hac dönüşü İstanbul’da kalp krizi geçirdi. Oğlu Saadettin Beyin Aksaray'daki evinde istirahatta iken ziyaretine gittim. Bana “Ben bu hastalıktan ölmem, Allah’u Alem (doğrusunu Allah bilir) beş sene daha ömrüm var, siz Trabzon’a dönün” buyurdu. Doktorlar onun bu sözlerine hayret ederek, bize “Biz onun, akşamdan sabaha yaşayacağını ümit etmiyoruz,” demişti. Bir müddet sonra kalkıp gezmeye başladı.

Bir gün Ahmed Ziyauddin Gümüşhaneli Hazretlerinin Süleymaniye camiinin avlusunda bulunan kabrini ziyarete gider. Orada tekrar rahatsızlanır. Muayenesine gelen doktorlar kesin istirahat verip konuşmasını dahi yasaklarlar. Ancak Hacı baba bir müddet sonra sağlığına kavuşur ve 5 sene sonra 1972 yılında darül bekaya irtihal eder.

Kerametten bahis açılınca “Oğlum Cenab-ı Allah kerametten değil, şeriattan soracak,” derdi. Onun bütün meselesi şeriattı. “Bir vakit namazı terk eden kişi, akşama kadar tespih çekse, zikir yapsa, bir farzın mükâfatını elde etmesi mümkün değildir,” derdi.

Bir gün Hacı Ferşat Efendinin köyüne gider. O esnada Hacı Ferşad Efendinin bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş. İsmini Yusuf koymuşlar. O akşam Hacı Baba orada misafir kalır. Bu olay üzerinden otuz seneye yakın zaman geçiyor. Bu esnada Hacı Ferşad Efendi de vefat eder. Bir gün Yusuf Hacı Baba’yı ziyarete geliyor. Kapıyı çalıyor, Hacı Baba, Yusuf’u sadece doğumunda görmüştü, fakat görür görmez Yusuf’u tanıyarak, “Yusuf oğlum, hoş geldin,” der. Yusuf şaşırır, kendini toparlayarak içeriye girer. Hacı Baba ile bir müddet sohbet eder hayır duasını talep ederek ayrılır.

Kayınpederim misafirlerine ikrama çok önem verirdi. İkram edeceği cay ve kahveleri kendi dağıtırdı. İnsanlara karşı çok tatlı, müşfik ve kibar bir tavrı vardı. Ziyarete gelenleri zamanına bakmaksızın kabul eder, ilgilenirdi. Kimseyi vakitsiz geldin diye, geri gönderdiği vaki olmamıştır. Eğer misafiri yatırmaya ev hali müsait değilse, otelde misafir eder, parasını da kendisi verirdi.

Yusuf Eskin diye bir berber kardeşimiz vardı. Çok konuşurdu. Bazen telaffuz ettiği maleyani kelimeler olurdu, fakat Hacı Baba böyle durumlarda kızmaz, tebessümle, “Onları kullanmazsan daha iyi olur,” derdi. Ondan hiçbir zaman sert bir tavır görmedik. Dini inançlarımıza saldırıldığı zamansa, görebileceğiniz en sert üslubu kullanmaktan da çekinmezdi. Ama öncelikle güzel sözle ikna metodu, tercih ettiği bir prensibti.

Hiçbir zaman kadınlara el uzatmazdı buna kızı ve gelini de dâhildir. Israr edenlere “Ben kızıma dahi elimi öptürmem,” derdi.

Çocukları çok sever, onlara ikramda bulunur, gönüllerini alacak sözlerle onları taltif ederdi.

Meczuplara da sevgi ve merhametle yaklaşırdı. Onları gördüğünde Cenab-ı Allah’a hamd etmenin ne kadar az olduğunu ifade ederdi. “Bizi bir hayvan olarak yaratsaydı ne yapardık. Bizi ecnebi bir memlekette yaratsaydı halimiz ne olurdu. Bundan dolayı bizim için en büyük şeref’in İslam ile müşerref olmak olduğunu sakın unutmayın,” derdi.

Sohbetlerinde çok tatlı ifadeler kullanır. Onun sohbetlerine katılanların gönüllerinin feyz ve bereketle dolduğuna hepimiz şahidiz. Bir emekli Albay vardı, bir sohbet esnasında Hacı Baba’ya sinema için ne dersiniz diye sormuştu. Şöyle cevap verir: “Sinema kötülükten başka ne öğretiyor? Dolayısıyla sinemadan mü’minlerin alacağı bir şey yoktur,” Albay bu cevaptan çok memnun olur.

Bir akşam ilmihalin namaz bahsinden bir mevzu okuyordum. Metinde geçen kelimeyi sorunca, bir mevzuyu da öğrenmiş oldum. Oda tahiyyatta otururken ayağa kalkmak için, hiç bir mani yokken, iki kolu yere dayanarak, güç alıp ayağa kalkmanın mekruh olduğunu idi.

Yolda yürürken ne sakin, ne de hızlı, normal bir yürüyüşü vardı. Özellikle yolda gördüğü fakir kimselere, yani insanlar tarafından dışlanan kimselere selam vermeyi ihmal etmezdi. Gerekirse durup hal hatırlarını sorarak onlarla kısaca sohbet ederdi.

Bunu niçin yaptıklarını soranlara; “Benim bir malım var. Getirdim pazara ve açtım. Beğenen alsın, beğenmeyene uğurlar olsun. Bizim yolumuzda bu malı alması için kimseyi zorlamak yok. Kesinlikle faydalıdır diye de, bir iddiamız yoktur,” derdi. Yolda gördüğü zenginlerle de sohbet ederdi. Ancak bunlar zengindir, parası pulu vardır. Bundan dolayı onlarla diyalog içinde olayım diye bir düşüncesi asla olmamıştır. Bundan dolayıdır ki gözlerini dünyaya kapattığı zaman arkasında sadece oturduğu evden başka bir mülk ve parası yoktu.

Yemek seçmezdi. Kayısı ve kabak tatlısını çok severdi. Mevsimine göre sebzesi, meyvesi evinden eksik olmazdı. Yemek yemeyi de, yedirmeyi de severdi.

İhvanını siyasi farklılıklara göre seçmezdi. Sohbetleri her fikre sahip olan insanların buluşma yeriydi. Ancak yeri ve zamanı gelince Hakk olanı söylemekten çekinmezdi. Kelimeleri ustalıkla kullanırdı. Kim nasıl dinlerse, onun karşılığını alırdı.

Prof. Osman Çataklı, Prof. Mehmet Bilge, Prof. Mustafa Köse, rahmetli Doç Özcan Bolcan ve isimlerini hatırlayamadığımız birçok zevat İstanbul’dan KTÜ de ders vermek üzere Trabzon’a geldiklerinde, Hacı Baba’yı ziyaret ederek sohbetinden faydalanmak isterdiler. Hacı Baba sorulara çok net cevaplar verirdi. Hatırlayabildiğim bir cevabını aktarayım. Bir defasında Hz. Ali ile Muaviye arasındaki Sıffın savaşını soranlara “Ben o zaman yaşasaydım, Hz. Ali’nin yanında kılıç sallardım,” diye cevap verir. Hiç bir zaman kişileri tahkir edip, aşağılayıcı ifadeler kullanmazdı.

Hacı Baba’nın evinin bahçesinde bir incir ağacı vardı. Bu inciri bana toplatır, sanki ortakmışız gibi, inciri taksim ederdi. Ben öğle yemeklerini genellikle onun evinde yerdim.

Bir gün beraber Of’a gitmiştik. O gün Of’ta kaldık. Akşam olunca ben yattım, onun da yattığını zannettim. Bir ara uyanınca ibadetle meşgul olduğunu gördüm. Tabi ki bizi rahatsız etmemeye, azami dikkat ediyordu.

Çok güzel bir siması vardı. Sakalını devamlı tarar, gözüne sürme çekerdi. Oturuşu, kalkışı, bakışı vakur olduğundan, hoş bir hali vardı. Boş yere asla konuşmazdı. Canım sıkılınca evine gider, kendisiyle sohbet ederdim. Vefat etmeden birkaç gün evvel ziyaretine giderek “Bana dua buyurur musunuz,” dedim. ”Allah akıbetimizi hayırlı eylesin,” dedi. Ne kadar az dua etti diye düşündüm. Halbuki daha çok dua etmesini beklemiştim. Ancak vefatından sonra en büyük duayı yaptığını anladım. Çünkü akıbeti hayrolmayan insan, bir hiçti.

Onun bütün hal ve hareketleri mümkün olduğu kadar sünnete uygundu. Bahçesindeki çiçeklerle uğraşmayı çok severdi. Küçük bir bahçesi vardı boş vakitlerinde çiçeklerle adeta sohbet ederdi. Renklerden yeşili ve sarıyı çok severdi.

Abdest alırken çok dikkatli davranırdı. Mesela kollarını yıkarken her defasında eline aldığı suyu dirseğinden damlatmaya özen gösterirdi. “Günümüzde tadil-i erkâna uygun olarak beş vakit namazı kılanlar evliyadır,” derdi.

Ramazanın son on gününü itikafta geçirirdi. Vakit namazları da ve Teravihlerde cemaate devam ederdi. Akşam iftarını normal yapar. Gece sünnet yerine gelsin diye, sahurda da yerdi. Pazar günü akşamları genelde sofrasında misafir eksik olmazdı.

İftarda yemeği önceden hazırlatır, sofrada beklemeyi tercih ederdi. Bugün olduğu gibi o devirlerde de bayram günlerinde, bir gün önce mi, bir gün sonra mı? diye, ihtilaf vardı. Biz de o zaman ilan edilenin dışındakini bayram olarak tercih etmiştik. Kendisine durumu anlatınca “Bayram toplu bir ibadettir. Bunun için kişi ramazan ayını görse fert olarak oruç tutmaya başlayabilir, fakat bayram için cemaate uymaya mecburdur,” derdi.

Hacı Baba beş defa hacca gitmişti. 1967 de hacca beraber gittik. Babam, kayın biraderim Necmettin ve Hacı Baba uçakla, biz gemiyle gitmiştik. Mekke’de buluşup görüşmüştük.

Tavafta, insanlara eziyet vererek Hacerü’l Esved’e girmeyi kesinlikle istemezdi. Çünkü o bölge çok kalabalık oluyordu. Küçük bir hata ameli zedeler korkusuyla, uzaktan selâmlar geçerdi. Bize de bunu tavsiye ederdi. “Siz gençsiniz ama o esnada insanlara eziyet yapacaksınız. Harem bölgesinde eziyet yapmak haramdır. Haram bir fiili işlerseniz yaptığınız ibadetin sevabından mahrum kalırsınız,” derdi.

Tavaftan sonra iki rekat namazını bir kenarda kılar ve yerinde otururdu. Kabe’de zamanını Kur’an okumakla, tespih çekmekle, Kabe’yi seyretmekle geçirirdi. Kabe’ye bakmanın ibadet olduğunu söylerdi. Yemek yeme ihtiyacı hasıl olunca, kalkar eve gider ihtiyacını giderir. Sonra da hiç bir yere takılmadan tekrar Kabe’ye dönerdi. Zamanını Kabe’de geçirmeye azami dikkat ederdi.

Kabe’de onun belli bir yeri vardı. Orada oturur sohbet ederdi. O sene Mehmet Zaid Kotku Efendi de hacda idi. Dönüşte, biz gemiyle onlar uçakla İstanbul’a, oradan da Trabzon’a geldik.

İstanbul’da beraber bir kabir ziyaretine gitmiştik. Benim bilmediğim bir dua okuduktan sonra Kur’an okumuştu. Kabir ziyareti esnasında Kur’an okuyan varsa, onu dinler, dua yapar kalkardı. Kabir ziyaretlerinin Hz. Peygamber’in (s.a.v) yaptığı şekilde yapılmasını tavsiye ederdi.

Bir yere gideceği zaman, zamanından önce gitmeyi tercih ederdi. Bir gün bana misafirliğe gelecekti. Bende bu yüzden pazara gitmiştim. O erkenden gelmiş, evde beklemişti. Ama bunları hiç sorun yapmazdı. Verdiği sözü yerine getirmeye azami gayret ederdi.”

Müslümanları Nurcu, Süleymancı, şucu bucu diye ayırma taraftarı değildi. Hepimiz aynıyız, biriz ifadesini kullanırdı. Diğer İslami cemaatlerle devamlı birliği tercih ederdi. O, şeriattan ayrılmaya karşıydı. Şeriattan ayrılan kim olursa olsun, onun karşısında idi. Ama kim ki şeriattan ayrılmıyor, onlar onun canı ciğeriydi.”

Yunus’tan, Niyazi Mısri’den kasideler okurdu. Bir gün Yemen illerinde Veysel Karani kasidesini okurken, sesini teybe almıştım. Bazı müezzinlerin adabına riayet etmeden okudukları ezanlardan pek hoşlanmaz “Bunlar, ezanın hakkını vermiyorlar,” derdi.

Sakal konusunda “Sakal bu devirde ateşten gömlektir. Bundan dolayı sakal bırakıp muhafazasını yapan bir kimse yüz şehit sevabı alır,” buyurur.

Hacı baba günün imkânsızlıkları içerisinde bunalan insanlara “Fakirlik hiç benimsenmeyen bir durumdur. Ama Allah’tan (c.c) geldiği için sabırlı olmalıyız. Herkes her istediğini bulamaz, bundan dolayı bulduğu ile yetinmeye çalışmalıdır,” derdi.”

Günün şartları içerisinde dini eğitime bir nebze imkân sağlayan İmam-Hatip mekteplerini çöldeki bir vaha olarak değerlendirerek sahip çıkılmasını, talebe gönderilmesini tavsiye ederdi.

Hacı baba ile ilgili anlatılacak çok şey vardır. Fakat bazıları mahrem hatıralar olduğu için zikretmek uygun değildir. Kendisi tarikat yolundaki, müridle mürşid arasında geçen özel hallerin anlatılmasına taraftar değildi.

1960 lı yıllardan bahsediliyor. Daha yeni yeni serbestlikler başlamıştı. İnsanlar kılık kıyafet ve sakallarından dolayı hor ve hakir görünüp aşağılanmaktaydı. Günün şartları içerisinde söylenmiş bir söz olup, kararlı olmayı tavsiye babından değerlendirilmelidir. Günümüzde ise sakal bırakanların sayısı çok fazla, fakat keyfiyeti hepimiz tarafından malumdur.
Nihat Kastan (Kuyumcu) anlatıyor…

Askerden geldikten sonra bazı vesilelerle cahillik devrine son vererek İslam'a yöneldik. Bu arada Trabzon’da şeyh denilince Hacı Abdurrahman Efendi’den daha büyüğü yoktu. Tarikat ehli olarak ondan daha iyi yetişmişi yoktu. Kadiri tarikatından olan bazı büyüklerimiz vardı. Onlarla ara sıra görüşürdük. Veli Dayı, Hüsamettin Abi hep beraber Hacı Baba’ya giderdik.

Hatta bir gün Veli Dayı “Beni kadiriler ortaya atıyorlar, zikir yapıyorum. Ama Haçkalı Baba bana böyle bir vazife vermemiş, yarın bana sorarlar, bana eziyet ederler, ben ne cevap vereceğim" der. Bunun üzerine Hacı Baba’ya gittik. Hacı Kenan da bizimle idi. Olayı Hacı Baba’ya anlatınca; “Veli ben sana o vazifeyi verdim, hadi sen de onları idare et,” dedi. Karadeniz’in en büyük âlimlerindendi. Sünnete çok bağlıydı. Çok mütedeyyin bir insandı. Haftada iki üç defa yanına gider, sohbetlerini dinlerdim.

Evine gittiğimizde divanda otururdu. Elini öper yere otururduk. Rahat oturun çocuklar derdi. Bizi rahatlatırdı. Çok müsamahakar davranırdı. Hacı Baba’nın ağabeyi olan Salih Amca çok sertti. O geldiğinde hemen toplanırdık. Halbuki bizim şeyhimiz Hacı Abdurrahman Efendi idi. Ama Salih Amca’dan çok çekinirdik. O prensiplere çok dikkat ederdi. Az yanlayayım dersen yanlayamazsın. Devamlı dizlerinin üstünde oturacaksın. Salih Amca arada kafasını kaldırır, kontrol eder, sonra tekrar başını eğerdi. Rüya tabir işini de Hacı Baba ona vermişti.

Hacı Abdurrahman Efendi çok kibar bir insandı. Müridlerine “Evlâdım,” diye hitap ederdi. Bizde ona “Hacı baba” derdik. Kişi babasından ne isteyebilirse. Ben de ona gider hiç çekinmeden derdimi söylerdim. Hatta biz onu bizim hem maddi, hem manevi babamız olarak görürdük. Bu şekilde de davranırdık. Kapısındaki bir kedinin bile bizden üstün olduğuna inandık. İnanç bu. Hala torunlarını çok severim. O zaman onlar küçüktü. Onların incinmesini istemezdim. Niye? Çünkü o bağ var, o sevgi var bizde.”

Ülkenin üzerinde kara bulutların dolaştığı 1970'li yıllarda bütün ülkede bir sol akım karmaşa çıkarıp üniversitelerde terör estirmekteydi. Bu KTÜ de de kendisini göstermişti. Üniversite talebeleri bir gün Trabzon lisesinin önünde toplanarak gösteriş yapacaklardı. Üniversite hareketleri en büyük halk tepkisini daha önceki gösterilerde Trabzon’da görmüş bir ülkücü talebe bir solcuyu vurmuş ve birçok insan yaralanmıştı.

İşte bu günlerin birinde kemeraltı kuyumcular çarşısında dükkanı yeni açmış temizlikle meşgul olurken ihvan kardeşlerimizden Mevlüd Cihan dükkana gelerek: Ben Hoca Efendiyi ziyaret ettim. Bana dedi ki “Trabzon Lisesi’nin önünde solcu üniversite talebeleri bir toplantı yaparak İslam'a hakaret edecekler. Git Nihat’ı al, talebeleri oradan kovun.” Dedim ki: “Silahın var mı?” Yok, dedi. Benim de yok. Her ne ise Hacı baba gidin dedi, kalk gidelim dedim, dükkanı kapatarak Bismillah deyip yola çıktık. Çarşı Camii’nin ilerisinde ihvandan Hafız Necmettin Akyol isimli kardeşimizin dükkanına uğrayarak birer keser sapı aldık. Hafız Necmettin, “Nereye gidiyorsunuz,” dedi. Biz de “Hoca Efendi emir verdi falan yere gidiyoruz,” dedik. Kaç kişisiniz dedi. Bizde, iki kişiyiz dedik. Ben de geleyim, dedi. Bir keser sapı da o aldı. Üç kişi Trabzon Lisesinin önüne geldik. Nereden başlayalım derken. Kalabalığın yanında biraz ilerledik. Şurdan başlayalım burdan başlayalım derken. Orada bulunan bir kişi, “Burada ne arıyorsunuz,” dedi. “Bu talebeleri buradan kovmaya geldik,” dedik. Bu kişi “Ama siz üç kişisiniz, onlar sizi öldürür, biz de sizi kurtaramayız,” dedi. O anda bu şahsın polis olduğunu anladım. Ben de “Sen benim nereli olduğumu biliyor musun? Ben sotkalıyım bir bağırırsam bütün sotka buraya dökülür,” dedim. Bir şey demeden yanımızdan uzaklaştı.

Aradan on on beş dakika geçti. Lisenin önündeki öğrenciler büyük bir telaşla sağa sola kaçışmaya, belediye otobüslerine binerek oradan uzaklaşmaya başladılar. Belediye otobüsleri öyle dolmuştu ki, jantları tekerlerine vuruyordu. Ortada çok tuhaf bir durum vardı. Talebeler anfileri, hoparlörleri ortada bırakarak gitmiştiler. Bir müddet sonra ortada bizden başka kimse kalmamıştı. Bizde şaşkın şaşkın işimizin başına döndük. Yarım saat kadar sonra KTÜ kimya fakültesi hocalarından Doç.Turgut Teperdar ismindeki bir kardeşimiz dükkana geldi. Bana:

“Nihat kardeşim olanları bitenleri biliyor musun,” dedi. “Hayrola Turgut abi, ne var,” dedim. Dedi ki

“Binlerce halk lisenin önüne gelerek ellerindeki balta, keserle öğrencileri kovaladılar. Öğrenciler üniversiteye zor geldiler.” Ben:

“Bu olay nerede oldu,” dedim.

“Trabzon Lisesi’nin önünde oldu,” dedi. Ben de

“Vallahi üç kişi idik. Elimizde de keser sapı vardı. Bizi Hacı Abdurrahman Efendi oraya gönderdi,” dedim. Bunun üzerine Turgut abi ellerini birbirine sürterek.

“Bu bir keramettir, Cenab-ı Allah onlara, üç kişiyi on bin kişi gösterdi,” dedi.

Hacı babayla ilgili bir diğer hatıramı da aktarmadan geçemeyeceğim. Ben kuyumculuk yapıyordum. Bütün takımlarım bir çivi sandığına sığardı. Bir gün bütün takımlarımı toparladım, bir sandığa koydum. İhvan kardeşlerimizden ve Hacı babanın damadı Hacı Kenan Akıntürk’e giderek: “Hacı Babayı bir ziyaret edelim. Ben Trabzon’dan çıkacağım, burada iş yapamıyorum. Dükkanım yok, evim yok. Ya Bartın’a gideceğim, ya da Fatsa’ya,” dedim. Saat dokuz civarlarında Hacı Babaya gittik. Bu vakitsiz gelişten bir sıkıntımız olduğunu anlayan Hacı Baba “Hayrola ne derdiniz var,” diye sordu. Hacı Kenan: “Hacı Baba Nihat Trabzon’da iş yapamıyor. Evi yok, dükkanı yok. Bundan dolayı malzemesini toplamış buradan ayrılarak Fatsa’ya ya da Bartın’a gidecek, Senden izin istiyor,” dedi. Hacı baba bir kaç dakika düşündükten sonra, “Git takımlarını aç çalışmaya başla. Senin çok kısa zamanda evinde olacak, dükkanında,” dedi.

Bu müjdeli haberle gitmekten vazgeçerek dükkana dönüp tezgahın başına geçerek çalışmaya başladım. Cebimde ev yapmaya para olmadığı halde. Yedi sekiz ay içerisinde Cenab-ı Allah (c.c) öyle kolaylıklar ihsan etti ki, bir sene içinde yüz metrekare üzerine evimi yaptım.

Çimento fabrikasında teknik eleman olarak çalışan Mustafa Babul isimli bir arkadaşım vardı. Ona “Hacı Baba bana en kısa zamanda evinde olacak dükkanın da olacak dedi,” dedim. Daha sonra Mustafa “Sen öyle deyince ben de içimden güldüm,” dedi.

Aradan yedi sekiz ay gibi bir süre geçti. Mustafa’dan bir kamyon çimento almaya gittim. Hatırlarsan sana evim olacağını demiştim. İşte eve başladım dedim. Bir buçuk iki ay içinde evim bitti. Mustafa’yı evime davet ettim. Mustafa geldi ve boynuma sarıldı şöyle dedi; “Nihat abi bu ne inançtır. Şeyhin sana evin olacak, dedi. Bunu bana anlattığında gülmüştüm. Şimdi evine mevlüte geldim,” dedi.

Ben “İnşaallah dükkanımda olacak dedim.” Aradan bir sene geçmedi, cebimde bir kuruş param yoktu. Arkadaşların birinden iki bin lira, diğerinden bin lira derken yirmi bin liraya dükkanı aldım. Bu esnada altı tane çocuğum vardı. Üç tanesi imam-hatipte okuyordu. Böyle olduğu halde hem evim oldu hem dükkanım oldu. Hem de bir buçuk sene içinde.

Hacı baba hediyeleşmeye çok önem verirdi. Birinin getirdiğini diğerine vererek adeta bir aktarma merkezi vazifesi görürdü. Yani geleni bir başkasına verir ve elinde bir şey saklamazdı. Bizlere de hediyeleşmenin sünnet olduğunu ifade ederek ihvan kardeşlerinizle muhabbetinizi artırmak için hediyeleşin tavsiyesinde bulunurdu.

O devirlerde Trabzon’da iki büyük zengin vardı. Biri merhum Niyazi Şahinbaşoğlu diğeri Sürmeneli merhum Hacı Yahya Celaloğlu. Bunlar haftada iki defa Hacı Baba’yı ziyarete gelirlerdi. Çok büyük hediyeler getirirlerdi. Bunlar fakirlere yiyecek, zekat dağıtmak istedikleri zaman Hacı Baba’ya danışır, yiyecek ve zekatlarını muhtaç insanlara beraber dağıtırlardı.

Hacı Baba hastaları da çok ziyaret ederdi. Özellikle müritlerinden biri hasta olursa cemaat olarak toplanıp ziyarete giderdi. Adamın bir odası var, olsun gönlü kırılmasın, derdi.

Hacı Baba kayısı tatlısından çok hoşlanırdı. Bu tatlıyı haftada iki-üç defa yaptırırdı. Bende bir kaç defa yemişimdir.

İslam'ı yaşayan kim olursa olsun severdi. Erbakan Hocayı Mehmet Zahid Koktu Efendi’ye bağlı olduğundan çok severdi. Erbakan Hoca Trabzon’a her gelişinde Hacı Baba’yı ziyaret ederdi. Ben Erbakan’ın Hacı Baba’nın yanında dizüstü saatlerce oturduğuna şahidim. Hacı Baba soru sormaz ise konuşmazdı. Kafası devamlı yerde idi. Erbakan da Hacı Baba’yı severdi.”

Hacı baba bize Kur’an öğrenmeyi şart koşardı. Hatta bazen bizim namaz kıldırmaya alışmamız için, Hacı Kenan ve Ali Sait Azak’ın arkasında namaz kılardı. Gayesi müridlerini güzel yetiştirmekti. İmamı Rabbaninin Mektubat isimli eserine çok önem verirdi. Ondan aldığı bazı notları Ahmed Yaşar Hoca’ya ve Ali İnan Hoca’ya verirdi. Hacı Baba not yazdığı bu kağıtları biriktirir, hocalar ziyaretine geldiği zaman bakın işinize yarayanı, beğendiğinizi alın derdi. Onlarda hepsini alırdı. Hacı Baba yine çalışır kağıtları hazırlar ve onlar tekrar alırlardı.

İlim adamlarına çok kıymet verirdi. O devirlerde Hacı Baba’ya bağlı bir hakimimiz vardı. İsmini hatırlayamadığım bu zat Erzurum’da görev yapıyordu. Bir gün onu çok bunaltmışlar. Hacı Baba’ya gelerek “Bana müsade et de, istifa edeyim,” dedi. Hacı baba ne vazife yaptığını sordu. Hakim kardeşimiz Müslümanlar eziliyor kurtaramıyorum gücüm yetmiyor. Ama elimden geldiği kadar onları rahat ettirmeye çalışıyorum. Cezalarını en alt seviyeye indirmeye çabalıyorum. Ama beni azad et,” dedi. Bunun üzerine Hacı Baba “Ölünceye kadar orada duracaksın,” buyurur. O kardeşimiz vazifesine devam eder. Bu gibi büyük insanların iş başında bulunması taraftarı idi.

Genelde arabayla yolculuk ederdi. Yolculuk esnasında devamlı tespih çekerdi. Fazla konuşmazdı, bir şey sorulunca cevabını verirdi. Bize herkes kendi dersini yapsın derdi. Genellikle arabanın ön kısmına oturur, bizde arkasına otururduk.

Mübarek gecelerde pek farklı şeyler yapmazdı. Mübarek gecedir diye ayrı bir ibadeti yoktu. Diğer geceler yaptığı normal ibadetlerine devam ederlerdi. Onun için her gece mübarek gece idi. Onun düşüncesi bir nefes alıp da, verememek, verip de alamamaktı.

Hacı Baba her gecenin büyük bir kısmını ibadetle geçirirdi. Şöyle derdi; Şu millet sabaha kadar uyur. Biz bu milletin kahrını çekeriz. Mübarek gecelerde diğer gecelerden farklı olarak toplanırdık. Hacı Baba gecenin on ikisine kadar o gecenin özelliğinden bahsederdi, sohbet ederdik. Şunları tavsiye ederdi; Kur’an okuyun, tefekkür edin, dua edin.”

İmam-Hatipleri tasvip ederdi. Ancak bize şöyle söylerdi. Sadece İmam-Hatipler yeterli olmaz. Çocuklar Kur’an okumalı, dergah kokusu almalı. Ancak böyle bir durumda İmam-Hatipler faydalı olur.

Bu okulların kuruluş gayesini şöyle anlatırlardı. "Halk Partisi 1945‘te İmam-Hatipleri açtı. Önce kursları kapattı, sonra bu okulları açarak millete işte İmam-Hatip okulu açtık, dediler. Bu okulları samimi bir niyetle açmadılar.”











Suat Kurtuldu anlatıyor…

Hacı Abdurrahman Efendinin oturduğu ev, genişçe bir alan içerisinde iki katlı bir bina ve kendi oturduğu odadan ibaret bir mekandır. Sokak kapısından girince avlunun sağ tarafında misafirlerini kabul ettiği, tuvaleti ve lavabosu olan geniş bir mekan vardır. Kapıdan içeriye giriyorsunuz, oturuyorsunuz. Burada toplanılıp, sohbet ve zikir yapılıyordu. Burası aynı zamanda kendi yattığı yerdir. Yani medresesi dediğimiz yerle, yattığı yer aynı mekan idi.

Gelen arkadaşların getirdiği hediyeler olurdu. Şeker, tatlı, pişmaniye, meyve v.s. Bunları tabiatıyla nezaketle kabul eder. Fakat birkaç defa dikkatimi çekmiştir. Özellikle meyveyi yıkattırıp getirenin önüne koyardı.

Sadakanın esası yani en çok makbul olanı, sohbet ehli ile beraber olduğunuz zaman ve o sohbet esnasında karşınızdakinin duymayı arzu ettiği şeyleri söylemenizdir.

Gençlik yıllarımda Ramazan dışında oruçlu olduğum zamanlar olurdu. Çok ilginçtir, öyle durumlarda gittiğimde bana ikramda bulunmazdı. Oruçlu olmadığım zamanlarda her gittiğimde ikramda bulunurdu. Ben onun olgunluğunu bu gibi hareketleriyle fark ettim.

Benim üniversitede hoca olan bir arkadaşım vardı. İstanbul’dan buraya gelir zaman zaman Hoca Efendi’yi ziyaret ederdik. Gittiğimizde hal hatır sorduktan sonra içeriye haber gönderirdi. Çay yaparlardı. Çayı getirdiklerinde kapıyı çalarlardı. Açarsınız kapıyı ki çay orada hazır. Tabi biz genç olduğumuz için heveslenirdik ve çaya uzanırdık. Yok derdi ben vereceğim. Ondan sonra bizzat kendisi alır ve ikram ederdi. Küçük bir masası vardı. Çayı onun üzerine koyar, karşıya geçer karşılıklı çayımızı içerdik. Çayı normal içerdi. Sayı olarak bir sınırı yoktu. Sohbetin akışı içinde sayı değişebilirdi. Arada kahvede yaptırıyordu. Hatta bir defasında bunun falına bakarlar diye, espri yaptı. Ardından da bunlara itibar etmeyin diye bizleri ikaz etti.

Biz onunla bazen çocuklarının dükkanında, bazen ihvanlarının dükkanında da karşılaşırdık. Oradan çıkıp evine giderdik. Bir dostunun dükkanında karşılaştık mı, bizi nadiren orada ağırlardı. Hemen kalkardı, hadi çocuklar bizim oraya gidelim, derdi. Evine gider dergaha oturup sohbet ederdik. Beynimde bir takım sorular vardı. Onların cevaplarını sohbet esnasında bulurdum. Ben hiç soru sormazdım. Eğer samimi iseniz, sorunun cevabı karşı taraftan birazdan gelir, görürsünüz.

Gençlik yıllarımda faullerimi aşağıya kadar indirmiştim. Ve de çenemde sakalım vardı. Bu yıllarımda bana çok sataşmalar olmuştur. Hatta Hoca Efendi’nin cemaatinden beni bıçaklamaya kadar varan düşünceye sahip insanlar çıkmıştır. Hoca Efendi bunları hissedince onları kenara çekti ve ne yapıyorsunuz, sakın karışmayın dedi. Sakalım konusunda beni hiç azarlamamıştır. Yani bu ne biçim sakal, bunu kes gibi sözler, asla söylemedi. Değil öyle bir ikaz, kırıcı hiç bir laf ağzından çıkmamıştır.

Zenginler için sitem ederdi. Bazıları müstesna çoğu hayırlı hizmetlere pek dönük değiller. Nefislerinin arzularına göre yaşarlar derdi.

Yanına hasta kişiler gelirdi. Onları okurdu. Böyle kişilerin bir özelliği vardır. O da dualarıdır. Şifaya dönük duaları vardır. Muska yazarken ben onu hiç görmedim, bunu teşvik ettiğine de şahit olmadım.

Bize başka şeyhlere yaptığı ziyaretlerini anlatmıştır. Mesela bir Alvarlı şeyhten bahsederdi. Bu şeyhi ziyaretinden bahsetmişti. Baktım dedi şeyh sigara yaktı. Ben taaccüp ettim. Kendi kendime hem şeyh hem sigara içiyor dedim. Sohbet ettik nasibimiz olanı aldım, müsaade isteyip çıktım. Ama şeyhin sigara içmesi benim kafama takılmıştı. At arabasıyla gidiyorum. Arabacı önde ben arkada oturuyorum. Arabacı bir sigara yaktı. Yaktığı sigaranın dumanı bana geldi. O kadar hoşuma gitti ki, arabacıya gayri ihtiyari dedim ki bir tanede sarıp bana verir misin? Sardı verdi bana. Yaktım içmeye başladım ve birden aklıma geldi ki, bak orada taaccüp ettim şimdi başıma geldi. Ben bir süre sigaraya devam ettim. Ondan sonra bıraktım. Şunu anladım ki, bir şeyhin yanında bulunduğunuz zaman orada size göre ters olan bir şey gördüğünüzde, ona taaccüp etmeyin, dedi.

Bir yaz günüydü. Büyük oğluyla sohbet ediyorduk. O esnada Hoca Efendi’de güneşleniyor ve sohbetimizi dinliyordu. Bu sırada bir sinek uçtu uçtu geldi. Üzerine kondu. Oğlu sineği gördü. Acaba babamı rahatsız eder mi, dedi. Bende içimden sineğe dokunmasın diye geçirdim. Oğlu sineği kovacakken oğluna sineğe dokunma dedi.

Vakur yürüyüşlü, hızlı yürümeyi sevmeyen, bir kişiydi. Bir defasında hoplaya zıplaya bir kız çocuğu yanımızdan geçiyordu. Ayıp ayıp evladım böyle koşulur mu, dedi. Ondan sonra bize döndü ve dedi ki; İkaz etmek lazım. Yürüyüşlerinde, hal ve tavırlarında etrafındakilere saygı telkin eden bir tavırda, idiler.

Ziyaretine genelde akşam ve yatsıdan sonra gittiğimizden, gelen misafir de acıkmış oluyordu. Gidildiğinde yemek yenilirdi. Yemeğe dua ile başlanır, dua ile bitirilirdi. Bir tabaktan üç dört kişi beraber yerdik. Bir defasında pilav gelmişti. Ben pilava bir baktım. Pilava bakışımın sebebi bizim evde yaptığımız pilavdan biraz farklı olmasıydı. O benim baktığımı fark etti ve bana biz pilavı biraz lapalı severiz dedi. Hoşunuza gitmedi mi? Ben espriyi anladım. Hayır Efendim, bakmaktan maksadım yapı itibarı ile farklı ama lezzetli mi diye merak ettim. O da güldü. Ama pilav lezzetli idi.

Benim gördüğüm kadarıyla ufak tefek bir insandı. Gözlüklü, beyaz sakallı, başını bere ile örten bir zattı. Odasına girdiğiniz zaman kendisinin beyaz bir şeyi takkesinin üstüne sardığını -sarık gibi birşey- görürdük. Yani şöyle söyleyelim tekkesine girdiğinizde işte buranın Hocası benim anlamında bir işaret kabul edersek, başına sardığı sarması vardı. Sokakta böyle değildi. Dışarı çıktığında sarığını çıkartırdı. Bizim gördüğümüz daima çoraplı idi. Abdest alırken çoraplarını çıkarır, abdestten sonra tekrar giyinirdi.

Mehmet Zahid Kotku Hoca Efendi’den sitayişle bahsederdi. Onun için kardeşimizdir demişti. Ben İstanbul’dan gelmiştim. İstanbul’daki dostlarımızdan dolayı bizi emaneten kabul etmişti. Beni ilk zamanlar devam ettiğim Hoca Mehmet Zahid Kotku Efendi idi. Bir defasında Hacı Mehmet Efendi bana misafir gelmişti. O zaman bir karşılaşmaları vardır. Hacı Abdurrahman Efendi Mehmet Efendi’den biraz daha yaşlı idi. Fakat buna rağmen Mehmet Efendi onun eline uzanıyor. O onun eline uzanıyor. Birbirlerinin elini öpecekler. Birbirlerine karşılıklı böyle saygılı davranırlardı.

Torunları vardı. Onlara karşı çok muhabbetli idi. Çocukları çok severdi. Hele bir Alime’si vardı. Onu çok severdi. İsmini zaten kendisi koymuştu. Çok tatlı bir kızdı. Hoca Efendi’nin gözleri ile Alime’nin gözleri birbirinin aynısı idi.

Doğa sevgisi olan bir zattı. Çiçeklere karşı özel bir ilgisi vardı. Bahçesindeki çiçeklerin hepsi kendisinin özel ilgilendiği çiçeklerdi. Bir defasında kurumuş bir dalı -kuruduğuna çok üzülmüş- koparıp Bismillahirrahmanirrahim diyerek dikmiş. Bir süre sonra o kuruyan dal tekrar yeşermiş. Bahçesinde çeşitli menekşeler, gül, karanfil, sarmaşık, hanımeli gibi çiçekler vardı.

Onların hayatları bir edepti. Ben ondan sert, kırıcı bir tavır görmedim. Birisini kovalayan veya istemeyen, defol seni kabul etmiyorum türü hareketine hiç mi hiç şahit olmamışımdır. Kim gelirse gelsin kabul edip, sohbet ederdi. Rahatsızlık verse bile, rahatsızlığa katlanırdı. Bu işler böyledir tahammül edeceksin, derdi.

Devamlı abdestli idi. Çünkü kendisine birisi, bir soru sorduğunda, Kur’andan bir ayet okuyacak olursa veya dışarı çıktı, işi uzadı bir yere takıldı namaz kılması gerekiyor. Bu sebeplerden dolayı devamlı abdestli idi. Son zamanlarda kalp rahatsızlığı olduğundan oturduğu yerde namaz kılardı.

Bazen ezbere Kur’an okurken hatırlayamadığı yerlerde hafız oğluna döner, o tekrarlardı. Bu davranışından ötürü hafızlığını tamamlamamış bir hafız diye düşünürdüm. Kendisine bir soru sorulduğunda Kur’anı açıp oradan cevap verirdi. Çok ilginçtir şöyle bir soru sorulmuştu. Hz. İbrahim (a.s) hangi millettendir? Kur’an’ı aldı, açtı, ayeti buldu ve cevap verdi.”

Edebi yönü vardı. Şiiri çok seviyordu. Zaten velilerin içinde sanattan, şiirden hoşlanmayan yoktur. Akif’i çok severdi. Mevlana'nın, Yunus’un şiirlerine ezbere bilecek kadar hâkimdi. Sohbet esnasında bazen şiirler okurdu. Mevlana ve Yunus üzerine daha çok eğilirdi.

Mesela, ben Dante ile ilgili başkasından bir şey duymamıştım. Ancak Hoca Efendi bir defasında; Dante’nin bir eseri var. Orada yedi tane cennetten yedi tane cehennemden bahsediliyor demişti. Bunun üzerine benimle bir sohbet yapmıştı. Bu sohbetinde, Dante bunu bizden almış diye bir tesbit yaptı. Bu inceliğe dikkat etmiş.”

Aristo’nun, Eflatun’un, Sokrat’ın bazı görüşleri geçtiğinde onların üzerinde dururdu. Şöyle söylerdi; Şuna dikkat etmişimdir ki bu filozofların bazı görüşleri doğrudur. Bu doğrular zaten ta baştan beri dinlerin içinde akıp gelen şeriatlardır. Bu doğruları bir filozof ortaya atar meşhur olur. Hani toprağa bir tohum atılmışta o tohumdan bir çiçek meydana gelmiş. Sizde bu çiçeği görünce çok güzel diyorsunuz. Ama bu çiçeğin tohumu nereden gelmiştir, bu tohumu kim atmıştır, bu tohumu kim sulamıştır, soralım. Sonuçta ortak bir iş yapılmış. Bu olay da tıpkı bunun gibidir. O filozofların söyledikleri içinde yanlışlarda vardır, doğrularda. Doğruları alıp kullanmakta herhangi bir mahzur yoktur.

İsraf üzerinde çok dururdu. İsraf, sorumsuz harcamadır. Zamana göre değişen bir tür moda gibi. Bundan dolayı insan bazen sorumsuzca sarf eder. Bu sarfın doğru olmadığını söylerlerdi. Mesela; şurada bir yığın hizmet sizi beklerken işte hastane, okul, yol, ihtiyaç içerisinde bir takım insanlar birde bakıyorsunuz diğer taraftan büyük miktarda bir para yanlış yerlere sarf ediliyor. Böyle bir davranışın doğru olmadığını belirtirlerdi.”

Ben hatmelerde bulunduğumda kendisi aldığı cüzü okurdu. Hatme genelde yatsıdan sonra yapılırdı. Cumartesi veya Pazar günleri olurdu. Ertesi gün tatildir, millet rahat rahat uyusun istirahatı bozulmasın diye. Çok dolu olurdu. Hepsinden önemlisi huzurlu olurdu.

Zikir haftada bir oluyordu. Hatta bir ara siyasi olaylar artmıştı. O devirlerde gelmeyin tatil ettim derdi. Olaylar geçsin ondan sonra gelirsiniz çünkü baskın olabilir derdi. Çok tedbirli idi. Zikir halkasına genelde belli kişiler devam ederlerdi. Zikir halkasında cezbeye kapılanlar olurdu. Hatta bazılarının ağladığına şahit olmuşumdur.

Bir defasında yukarıda ifade etmiştim, beni bıçaklamak isteyenlerin şaşırdığı bir olay olmuştu. Onun yanında boş yer varsa beni oturturdu. Beni yanında görünce o şahıslar şaşırmıştı. Nasıl olurda uzun faullü, acayip sakallı adam üstadımızın yanında oturur. Hoca Efendi kulağıma eğildi, Suat Bey bizimkilerin kusuruna bakma dedi.











Ali Sait Azak anlatıyor…

1969 yılında Trabzon yöresinde öyle bir kurak oldu. Hiçbir yere bir damla yağmur düşmüyordu. Of, Çaykara civarında bulunan bütün hocalar dua için dağlara çıktılar. Bende kalbimden bu durumu Hacı Baba’ya aksettirsem diye geçirdim. Çünkü bu bir amme hizmeti idi. Ancak bana bir şey der mi diye, çekine çekine yanına gittim. Hacı Baba durum bundan ibarettir, dedim. Oğlum dedi elden ne gelir ki, kurunun yanında yaşta yanıyor. Bende Resulullah Efendimiz “Yarabbi ümmetimi açlıkla imtihan etme,” buyurmadı mı dedim. Bunun sonu açlığa dayanıyor. İspanya’da öyle bir zaman oldu ki, fındığın kökü kurudu. Ağaçları söküp tekrar diktiler. Bunun üzerine şöyle dedi: Bizim ümmetlik vasfımız kaldı mı? Beni baştan aşağı bir ter bastı. Uzun bir müddet ne benden ne de ondan bir ses çıktı. Ne yapalım anlaşıldı bir şey koparmadan gitmeyeceksin, dedi. Ama bizi kimse tanımaz, “git hocalara söyle bir iki gün sonra İstanbul’a gideceğim, gitmeden gelsinler görüşelim, helalleşelim belki dönemem.” Tekrar köye döndüm. Perşembe günü köyümüzde bir cenaze oldu. O cenazede kalabalık misafirler, hocalar vardı. Bu konuştuğumuzu onlara söyledim. Onlar bizi Hacı Abdurrahman Efendi davet etti. Belki bunda bir hikmet vardır. Cenab-ı Allah bize rahmetle nazar eder dediler. İki-üç arabaya dolarak evine geldik. Yanımızda çevrenin tanınmış hocaları vardı, evinde büyük bir kalabalık oluştu. Oturma odasından avluya taştık. Burada bize ders olarak taharet, abdest, namaz, namazın farzı, vacibi, sünneti, müstehabını anlattı.

Böyle iki saat bu konulara devam edince kalbimden şöyle geçti. Birazda başka konulardan bahsetse, yağmurdan bahsetse. O zaman kafasını kaldırdı dedi ki. Şimdi cemaat zanneder ki bu Hoca başka biş ey bilmez sadece namazdan bahseder. Oğlum namaza hor bakmayın, namaz müminin miracıdır. Bir müminin ruhu miraca ulaşırsa, o Rabb’inden ne alamaz ki, bunu unutmayın dedi. Daha sonra herkes gidebilir, şimdi serbestsiniz dedi. Görüştük, ben abdest almaya çıkıyorum, dedi. Biz kapıya çıkınca hocalaradan biri;

Hacı Abdurrahman Efendi’ye yağmur duasından bir şey demedik. Başka bir hoca şöyle cevap verdi. O bizim ne için geldiğimizi biliyor. Bu davayı yerine havale etti. İstersen kapıyı çal ona sor. Kapıyı çaldı, kapı açıldı. Hoca Efendi abdest havlusu elinde yüzünü siliyordu. Şöyle dedi; “oğlum sakın dereye yağmur için taş koymayın yarın Cumadır isterseniz bir istekte daha bulunursunuz, hadi Allah selamet versin.” Bu mevsimde fındıkların yaprakları açmıştı. Ama iki üç ay hiç yağmur yağmadığından yapraklar kurumak üzereydi. O gün hava karardı. Eve geldiğimde annemde vefat etmiş. Sabahleyin annemi defnettik. Cenazede ince bir yağmur vardı. O yağmur gittikçe çoğaldı ve kuruyan dallar yeniden yeşerdi.

Misafir ne zaman gelirse gelsin, kabul ederdi. Akşamları misafir olmazsa yatsı namazından sonra istirahata çekilir. Daha sonra ibadetle meşgul olurdu. Cuma günleri ziyaretçisi çok olur. Büyük, küçük herkes ziyaretine gelirdi.

Bana, ziyarete gelirken bir şey getirme, boş gelirsen beni memnun edersin, çünkü burada eksik birşey yok, derdi. Ben buna rağmen, giderken köyden elma, yoğurt vs. getirirdim.

Ne kadar hata yaparsan bu kapıya yine gel, derdi. Ancak kalp kırdığında bu kapıya gelme, çünkü kalbi ben düzeltemem. Kimsenin aleyhinde bulunmayın, yalan söylemeyin. Bildiğinizi, bildiğiniz şekilde açıklığa kavuşturmazsanız, Allah (c.c) bunun hesabını size sorar. Bildiğiniz hakikatlere aklınızdan bir ilave yapmayın, eksikte söylemeyin.

Bir gün dükkanına gittim. Baktım ki gözlerinden yaşlar yanağına doğru akmış, “Hayrola Hacı Baba bir musibet mi gördün,” dedim. Müslümanların açınacak hallerinden bahsetti. O İslam'a bir keder geldiğinde, bir Müslüman'ın kılı incindiğinde, ağlardı.

1968 deki son haccının dönüşünde rahatsızlandı. Hac dönüşü bir müddet İstanbul’da kalmıştı. Ben de acaba ne zaman gelirde ziyaretine giderim diye düşünüyordum. Bir gece onu rüyada gördüm. Eve gelmiş divanda oturuyor. Epey zayıflamış, adeta konuşacak hali kalmamıştı. Ben de “Hacı Baba geçmiş olsun,” dedim. Bana “Oğlum çok rahatsızım, hiç bir şey yiyemiyorum. Pazı kavurması olsa bir iki lokma yiyebilirim,” dedi. Bunun üzerine heyecanla uyandım. Kendi kendime herhalde gelmiştir, dedim. Hemen bahçeden biraz pazı toplayıp yola çıktım. Geldim kapısını çaldım. Kapıyı açtılar. Hacı Baba’dan bir haber var mı? dedim. Akşam geldi, rahatsız etmezseniz iyi olur dediler. Benim geldiğimi söyleyin, kabul ederse girerim, etmezse giderim, dedim. Müsaade gelince içeriye girdim, nasılsınız, dedim. Elimde bohçayı görünce, “oğlum niye zahmet ettin”, dedi. Ben de “rüyada böyle gördüm”, dedim.

Hasta oldum mu, rahatsız etmemek için kimseye haber vermem. Beni sevenler sorarlar. Soranlar da ararlar. Arayan da bulur. Bir müddet görüştük ve duasını talep ederek ayrıldık.

Çocuklara çok ilgi gösterirdi. Bize “Çocuklarınızı iyi yetiştirin, onlar için devamlı dua edin, gelecek onlarındır,” derdi.

Samsun’dan tanış tüccarlar vardı. O’na “Efendi sana iyi bir ev yapalım” derlerdi. Yok, oğlum, “bizim evimiz yapılmış, bu bize fazladır” derdi. Milletin gözünde varlıklı görünmeyi sevmezdi. Eline geçen maddi imkanları hemen dağıtırdı.

Kalp rahatsızlığı geçirdikten sonra, oturarak namaz kıldığı için secdeye gidemezdi. “Bir defa başımı secdeye koysam da, sallanır bir yaprağım olmasa,” derdi. Bu dönemde camiye gittiğinde namazını son safta kılardı. Niye böyle yapıyorsunuz diye soranlara, ”Ben iskemle ile cemaatin önüne geçsem, cemaatin huzuru bozulur, bu doğru olmaz,” derdi.

Bir gün beraber Kendirli’ye gitmiştik. Orada kaldık. Misafir odasında iki divan vardı. Birinde ben birinde kendisi yattı. Yatsı namazını kılıp camiden geldikten sonra abdestini tazeledi. Bir kış günü olduğundan başına battaniyeyi aldı. Sol ayağını divandan altına uzattı. Elinde tespihi çekiyordu. Ben ise dayanamadım. Yarım saatte bir ona bakıyordum. Acaba devam ediyor mu diye. O gece sabahladım. Sabah namazında kalktı abdestini tazeledi. Beni de kaldırdı, beraber camiye gittik. Camiden geldikten sonra biraz uyudu.

Bir gün köyde otururken, Hacı Abdurrahman Efendinin vefat haberi geldi. Ben kendimi kaybettim. Hemen kalkıp Trabzon’a geldim. Ev tıklım tıklım dolu idi. Necmeddin Erbakan’da cenazesine gelmişti. Hiç diyemezsin ki onda ölü siması var. Vefat ettikten sonra da yüzü aynı güzellikte, hatta daha da güzeldi. Cenazesi çok büyük bir kalabalık eşliğinde defnedildi. Sanki Kabe’deki insan kalabalığı gibi. Türkiye’nin her tarafından insanlar koşup gelmişti.









LÜTFİ BAKİ anlatıyor...

Hacı Abdurrahman Efendi ara sıra bizim dükkanımıza uğrardı. Bir gün babama ölümüme bir sene kaldı demişti. Bu olay üzerinden epey zaman geçtikten sonra yine babama “ölümüme on gün kaldı,” dedi. Bunu babam da bana böyle söyledi. Bende bunun üzerine on günü kalmış gidip ziyaret edeyim diye düşündüm. Ve gittim, ziyaret ettim. Ölümüme on gün var dedikten sonra tam on gün geçti, onuncu gün biz dükkanda idik. Babam ve ben Hacı Abdurrahman Efendiyi dükkanın önünden geçerken gördük. Babam, Allah Allah dedi. Hacı Abdurrahman Efendi bize uğramadan geçmişti. Tabiî ki bizde içimizden, Hacı Abdurrahman Efendi on günüm kaldı demişti, ama yine dolaşıyor. Demek ki söylediği gerçekleşmedi diye geçirdik. Babam dışarda idi. Bu olaydan bir iki saat sonra dükkana geldi. Bana “duydun mu Hacı Abdurrahman Efendi vefat etti,” dedi. Hayır dedim. Ben hesap etmemiştim ama babam hesap etmiş. Hacı Abdurrahman Efendi’nin söylediği bir sene ve on gün dolmuş, dediği gün vefat etmişti.

Beni ziyarete geldiğinde, dışarıdan bakardı ben varsam, içeriye girer, şayet yoksam giderdi. Ben sizi Allah (c.c) rızasını kazanmak için ziyaret ediyorum, derdi. Ben bir gün Hacı Babaya “İslamı tam manası ile yaşayamıyoruz ne yapmalıyız,” dedim. Bunun üzerine şu olayı anlatmıştı; Resûlullah’a ashabdan birisi geldi ve “‘ya Resûlallah biz senin gibi ibadet yapmak istesek de yapamıyoruz. Ne yapalım dedi. Rasulullah efendimiz şöyle buyurdu; “yapamazsanız dahi yapmak için gayret etmeniz ve yapanları sevmeniz büyük bir mükafat vesilesidir,” buyurur. Sürekli olarak “İslam adına yapacaklarınızı bir saniye dahi ertelemeyin,” tavsiyesinde bulunurdu.

Ben ayakkabıcı idim. İki üç günde bir beni ziyaret ederdi. Benden alışveriş yaparken pazarlık yapmaz, bende bedava, ya da yarı fiyatına vermek isterdim. Bunu da asla kabul etmezdi. “Malı kaça satıyorsan bana da aynı satacaksın, ben fiyatları bilmiyorum ama az alırsan vebal altında kalırsın, derdi.

Dükkânıma geldiğinde, benim oturduğum koltukta oturmasını isterdim. Oturmazdı, iskemlede otururdu. Oturduğunda bacak bacak üstüne atmaz ve fazlada kalmazdı. İkram, pek kabul etmezdi. Ben birşey içelim diye ısrar edince, nadiren olsun getir içelim derdi. Genelde kant (sıcak limonlu su) içerdi. Sohbet esnasında bir meselede tereddüt edince bakıp araştırayım, daha sonra söylerim derdi. Tebliğ vazifesini hiç çekinmeden yarine getirirdi. Bazen dükkanımda kısa etek giyen bayanlar gördüğünde onları uyarırdı. Bu yaptığınız günah sizlere bakanları günaha sokuyorsunuz, derdi. Bunun dışında dükkana gelen müşteri ile muhatap olmazdı.”











Süleyman Akyüz Hoca anlatıyor...



Hacı Abdurrahman Efendinin devrinde biz İmam-Hatip okulunun üçüncü sınıfa gidiyorduk. O günlerde ziyaret için evine giderdik. Hacı Abdurrahman Efendi bunlar çocuktur, küçüktür demeden, bize bir saat nasihat eder ve anlattıklarını da anlatmamız için, bizi teşvik ederdi. Bu günkü hitabetimi ona borçluyum. Ayrıca hediye vermeden bizi asla göndermezdi.”

Kız kardeşimi namaz kılmayan birisi istemişti. Babam fırsat bulduğunda bu durumu Hacı Abdurrahman Efendi’ye arz etmek ve ona göre hareket etmek istiyordu. Bir gün Hacı Abdurrahman Efendi köyümüze geldi. Babam sohbet esnasında bir fırsat bularak konuyu ona açmak istiyordu ama bir türlü istediği imkanı bulamıyordu.

Hacı Abdurrahman Efendi sohbetine devam ederken hiç ilgisi yokken “Namaz kılmayana kız vermezseniz iyi olur,” dedi. Dolayısıyla babamın da soracağı meseleyi cevaplandırmış oldu.













Nusret Onur anlatıyor…

Ben o devirlerde küçüktüm. Benim için anneme bunu İmam-Hatip okuluna gönder demişti. Hatta anneme bu konuda ısrar da yapmıştı. Fakat İmam-Hatibe gitmek nasip olmadı.

Ben o devirler ilkokul son sınıfa veya ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. O zamanlar Hacı Abdurrahman Efendi’yi tanımıştım. Onu çok severdim o da beni severdi. Ağabeyi Salih Efendi de vardı. Ama Hacı Abdurrahman Efendi’nin bizim yanımızda ayrı bir değeri vardı. İnsan yüzüne baktığında sanki ürperirdi. Simasından büyük bir zat olduğu anlaşılıyordu.

Pazarkapı Camii’ne gidiş gelişlerini hatırlarım. Namazdan sonra çıktığında Ruşen sokağa aşağı taraftan girip, evine doğru ilerlemeye başlayınca büyük küçük herkes kenara çekilir ve onun evine girmesini bekler, ardından büyükler işine küçükler oyununa dönerdi. Bizde o devirlerde çocuk olduğumuzdan mahallede top oynardık. O geçerken top oynamayı bırakır, eve girdikten sonra tekrar başlardık.”

Topumuz bazen bahçelerine giderdi. Bahçenin sağında kendisi solunda ise ağabeyi Salih Efendi otururdu. Mesela top Hacı Abdurrahman Efendi’nin bahçesine gittiğinde topu alır, kapıyı açarak topu bize atardı veya kapıyı açar girip alın derdi. Bazen aksilik bu ya abdest alırken top bahçesine giderdi, o zaman bile kolları yukarı çekilmiş bir durumda topumuzu bize verirdi. Ancak oyun esnasında topumuz Salih Efendinin bahçesine gittiğinde, topu almak için kapısını çalardık. Her defasında top patlamış olarak bize gelirdi. Topu sağlam attığını hiç hatırlamıyorum. Salih Efendi de muhterem bir kişi olduğu halde onu hiç sevemedim. Ama Hacı Abdurrahman Efendi’yi çok severdim. Çünkü o kendisini çocuklara dahi sevdirmesini bilirdi.











Kemal Onur anlatıyor…

Mahallemizde bir deli vardı ve herkes ona takılırdı. Yine bir gün onu kızdırdık, o gün öyle şiddetli bir krize girdiki sağa sola taş atmaya başladı. Sanki evlerin kapıları kırılacaktı. Bizde evlere kaçtık. O arada Hacı Abdurrahman Efendi kapıya çıktı, ona “Gel evladım” dedi. O da Abdurrahman Efendinin yanına giderek “Hocam bunlar beni çok kızdırdı,” dedi. Hacı Abdurrahman Efendi onu teskin etmek için “Onlar seni kızdırmadılar sadece sevgilerini değişik bir şekilde gösterdiler,” diye cevap verdi. Ona bazı ikramlarda bulundu, onu evin bahçesine aldı. Bize de şöyle söyledi “Bundan sonra ona takılmayacaksınız, eğer takılırsanız beni tekrar bulamazsınız,” Sonra ona döndü “Bunları affettin mi, dedi. “Yok affetmem” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hacı Abdurrahman Efendi “Ama bunlar daha çocuk,” dedi. Bunun üzerine Abdurrahman Efendiye biraz baktıktan sonra “Onları affettim,” dedi.

Hasta ziyaretlerine çok önem verirdi. Yanlarına gidince şifa niyetine onlara Kur’an ayetleri ve dua okurdu. Mahallemizde kanserli bir ebe ninemiz vardı. Onu hiç aksatmadan üç-dört günde bir ziyaret ederdi.

Gayet vakur, elinde açıkta bir şey taşımayan, mütevazi bir şekilde kenardan yürüyen bir kişiydi. Bastonu vardı ama pek kullanmazdı. Evinden dışarı çıkışında, biz kapının önünde isek bize selam verir, camiye giderdi. Hiç kimseye ters bakmazdı.

Otuz sene önceydi. Pazarkapı Camii’ne namaza geç kaldı. Saflar dolmuştu. Ön taraftan yer açmak istediler. O kabul etmedi. “Cami’ye önce gelen ilk safı alır, ben geç geldiğime göre benim yerim burasıdır,” dedi.

O hayatta olduğu müddet içerisinde mahallemizde ne bir soygun, ne bir vurgun, ne bir huzursuzluk, ne bir kız kaçırma, ne bir ırza saldırı oldu. O müstesna bir insandı.

Çarşı camiinde imam iken arkasında namaz kıldım. Kur’an okurken fazla makama itibar etmeden sakin bir şekilde okur ve namazda tadil-i erkana adaba tam riayet ederdi.

Belli günler sohbetleri olurdu. Çok misafiri olurdu. Sohbetleri her zaman öğretici idi. Hatırlayabildiğim bir sohbetinde şöyle demişti; “Mesela karıncalar koluna kondu. İşlerinden bir tanesi kolunu ısırdı. Sen hemen ısırılan yere tokat vurursun. Ama hepsi ölür. Kurunun yanında yaşta yanar örneğinde olduğu gibi. Dikkatli davranmalıyız, hareketlerimize dikkat etmeliyiz, suçsuz olanların zarar görmesine sebep olmamalıyız.”

Sohbetleri genellikle kendi yapardı. Bazen ziyaretine gelen hocalara sohbet yaptırırdı. Kendi, sohbetlerinde gayet sakin, çabuk konuşmayan, misallerle izah eden, kızmayan bir kişiliğe sahipti.







Lütfi Doğan Hoca anlatıyor...

Askerliğimi yaptıktan sonra Gümüşhane’de özel olarak İslamî ilimleri öğrenmek için tahsile devam ediyordum. Arapçaya ve Arap edebiyatına çok meraklıydım. Ayrıca akaid, hadis, fıkıh usulü gibi dersleri de okuyordum.

Tahsilim biraz ilerleyince meşgul olduğum ilimlerle alakalı mütevazi bir kütüphane oluşturmam gerekti. Bunun içinde kitap temin etmeliydim. O zamanlar Gümüşhane'de kitap bulmak mümkün değildi. Devrin Gümüşhane Müftüsü Trabzonlu Ragıp İmamoğlu Hocaefendi bana aradığım kitapları ancak Trabzon’da Hacı Abdurrahman Beşikçi’den temin edebilirsin demişti.

Bende bu tavsiyeye uyarak ve müftü efendinin tecrübesinden faydalanarak bir kitap listesi hazırlayıp Trabzon'a doğru yola çıktım. Kış mevsimi ve yolların müsait olmamasından dolayı zorluklarla dolu bir yolculuk sonunda 1954 yılının ilk aylarında Trabzon’a vardım. Belirtilen adreste Hacı Abdurrahman Efendi’yi buldum.

Hacı Abdurrahman Efendi’ye Ragıp Efendi’nin selamlarını ilettim. Çok memnun oldular. Bana çok yakın ilgi gösterdi. Yaşlı, muhterem, faziletli bir insandı. Oturduk ve kitaplarımın listesini çıkardım. Kitapçı dükkanı çok zengindi. Her çeşit kitap vardı. Kitapları buldu ve hazırladı. Aldığım kitapları çok iyi hatırlarım ve hala kütüphanemde mevcut olanlar vardır.

Mesela Asım Efendi’nin Kamus tercümesi, Celalettin Suyuti’nin el-Camiussağir adlı kitabını ve onun şerhlerini, Sırrı Paşa’nın tercüme ettiği Nakdul Kelam fi Akaidi’l İslam adlı akaid şerhini, Ayrıca akaidle ilgili başka kitapları ve şu anda hatırlayamadığım daha pek çok kitabı aldım. O zamanlarda param azdı ama epey kitap almıştım. Zaten Hacı Abdurrahman Efendi kitapları çok ikramlı vermiş ve kolaylık da sağlamıştı.

Abdurrahman Efendi görebildiğim kemal ve fazilet sahibi zatlardan olup cömert ve mütevazi bir ahlaka sahipti.

İlme ve ilim tahsil edenlere karşı büyük sevgisi vardı. Her an ilim ile meşguldü. Zaten dükkanındaki kitaplarla meşgul olması, onları karıştırması her an ilimle iç içe olmasının delili idi. Şunu hatırlıyorum, orada olduğum esnada dükkanda ki zatlarla bazı ilmi konular konuşulmuştu. Bu esnada şunu söylemişti. Bu konularda en çok faydalanılacak olan kimse Cansız Mustafa Efendi’dir. Gerçekten de Cansız Mustafa Efendi akaid ilminde yetişmiş, yaşlı, Trabzon’un yerlisi bir zattı. Bu zatı Hacı Abdurahman Efendi’nin tavsiyesi ve tanıtması sonucu tanıdım.

İlimle meşgul olmak isteyen kimselere yardımcı olan, değerli kitapları kütüphanesinde bulunduran, ehline satmaya, vermeye, yerine göre ikram etmeye gayret eden bir kişi idi.

İlim ehli olan, ilmi olanları her zaman çok sevip takdir eden bir zat idi. Tabiî ki Hacı Abdurrahman Efendi Karadeniz'de manevi yönden pek çok hizmetler yapmıştır. İslamiyet'in bilinmesinde, anlaşılmasında, öğrenilmesinde yaşanmasında büyük hizmetleri olmuştur.

Abdurrahman Efendiyi İnsanları ve İslami çok seven, halim, selim bir insan olarak tanıdım. Ona karşı duyduğum hürmet ve tazim duygusu hiçbir zaman yok olmamıştır. Kendisini her zaman hayırla yad ederim.

Kitapçı dükkanındaki görünüşü; ayakta, elini raflara uzatıyor, kitapları alıp isteyene veriyor, kitap hakkındaki fikrini izah ediyor, bir şey sorarsanız onu kemal-i edeple dinleyip cevaplamaya çalışıyor. Aşağı yukarı kırk dört yıl geçmesine rağmen kendisi ve dükkanı gözümün önündedir.

Onun sohbeti, konuşması, sizinle hasbihal etmesi sizin için en güzel ikramlardan biridir. Yirmi üç yaşlarında iken onu tanımıştım. Başında fes, gri bir cübbe giyiniyordu, gayet güzel ve nazif, her haliyle güven telkin eden bir insan-ı kamil idi.”

Bu gibi insanlar cemiyetin manevi direkleridir. Hakka muti, merhametli, bilgili, temiz yaşayışlı ve insanlara şefkat gösteren biriydi. Bu zatların toplumun huzur içerisinde yaşamasına en büyük katkıda bulunan kişiler olduğuna hiç şüphemiz yoktur. Hacı Abdurrahman Efendi’yi böyle muhterem insanlardan biri olarak tanıdım. Pek çok tanıdıklarının kendisini örnek aldığı numune-i timsal bir zattı.

Konuşmasını, giyim tarzını, insanlarla olan münasebetini gördüğünüz zaman sünnete riayet eden bir şahsiyet olduğuna çok rahat şahit olursunuz. Çok nazik, çok mütevazi, çok edepli, çok terbiyeli, insanların gönlünü alan, insanlara yakınlık gösteren bir zat idi. Karadeniz bölgesinde gücü yettiği kadar İslami adaba, sünnete en uygun yaşayan Hoca Efendilerden birisi idi.













Muhtar Sermet Hacısalihoğlu anlatıyor…

Abdurrahman Efendi mahallemizin iftihar vesilesi olan kamil bir zattı. Fakirlere, bilhassa Ramazan’da ayni ve nakdi yardım yapan bir sima idi. Tespit ettiği fakir ailelere temel gıda maddelerinden oluşan yardımları akşam karanlığında gizlice yollardı.

Yolda yürürken tanısın tanımasın bütün insanlara selam verirdi. Mahallenin büyük küçük demeden bütün fertleri ile muhatap olurdu. Gördüğü çocuklara cebinden hiç eksik olmayan ikramlarda bulunurdu.

Siyasi rical ile de seviyeli bir irtibatı vardı. Mesela Necmeddin Erbakan Trabzon’a geldiğinde Hacı Abdurrahman Efendinin evinde misafir kalırdı. KTÜ ye gelen pek çok öğretim görevlisi de kendisini ziyaret ederdi.

Bir defasında evinde misafir kalan Erbakan, kapıda duran polisleri “Evladım burada can emniyeti mükemmeldir, siz gidin,” diyerek yollamıştı.

İnsanlardan hiçbir maddi talepte bulunmadan, ilim ehline hizmet ederdi. Camide görev yaptığında elinden geldiği kadar gençlerin eğitimi için gayret gösterirdi. Hafızlık yapıp ta imkanı olmayan gençlere imkanları nispetinde yardım yapardı. Onlara maddi bakımdan destek olur ve ilimlerini tekamül ettirmeleri için gayret ederdi.

Mahallemizin büyüğü idi. Bende mahallede iğnecilik yapardım. Son zamanlarda hasta olduğundan kendisine iğne yapmaya evine giderdim. Evinde genelde yerde otururdu. Bazen dizleri ağırınca bir koltuğu vardı ona çıkardı. Her eve gittiğimde bağdaş kurmuş, önünde rahlesi Kur’an okurdu. Ben girdikten sonra biraz oturur sohbet eder, sonra iğnesini yapardım.

Sorduğum hususları kısa ve net ifadelerle izah ederdi. Sözü fazla uzatarak akılların karışmasını engellerdi. Herkesin hal ve hatır sorardı. Daima haline şükrederek çok iyiyim derdi. Hasta olduğu halde en ufak bir şikayetini duymadım. Hiç kimsede duymamıştı. Rahatsızlığından dolayı kimseye dert yanmazdı.

Kesinlikle kimseyi azarlamazdı. Yanlış yapanı tatlı sözle uyarırdı. Bağırmazdı, sadece gülümserdi, kahkaha asla atmazdı. Hasta bir şekilde yatarken bile elini yüzünün altına koyar ve sağ tarafı üzerine yatardı.

Mahallemizin istisnasız kendisini seven ve sevmeyen herkesten hürmet ve saygı gören simasıydı. Sözü ihtilafların hallinde, itibar görürdü. Hakkı söylemekten kaçınmaz ve ifadelerini ustalıkla kullanarak kimseyi incitmezdi. Tatlı sözlü idi, konuşanları dinlerdi. Yoldan geçerken görenler yerinden kalkarak hürmetlerini ifade ederdi.

Zaten onun halini görüp de ayağa kalkmamak elde değildi. Saçı, sakalı, üstü başı gayet temiz ve düzgündü. Sevimli bir çehresi vardı. Tanıyanlar elini öpmek isterlerdi, fakat o genellikle buna müsaade etmezdi. Kahvenin önünden geçerken davet edilse dahi içeri gitmezdi. Elini kaldırır göğsüne koyar içerdekileri selamladıktan sonra yoluna devam ederdi.

Konuşurken çok dikkatliydi. Faydasız sözlerden ve uzun konuşmalardan hoşlanmazdı. Gayet olgun, konuştuğu zaman edep ve tevazu içerisinde sakin bir şekilde düzgün cümleler kurarak sessizce konuşurdu. Bir sohbet esnasında ağabeysi Salih Efendiye “Hanginiz büyüksünüz,” dedim. Salih Efendi “O büyüktür, ama ben onun ağabeysiyim,” dedi.

Suyu israf etmemek için genellikle ibrikle abdest alırdı. Cuma günleri sünnet olduğu için insanlara gusül abdestini tavsiye ederdi. Namazları camide ve cemaatle kılardı. Yaşlandıktan sonra pek camiye gelemiyordu. Namazda tadil-i erkana çok dikkat eder ve hiç acele etmezdi. Çünkü namazı ne için ve kimin huzurunda kıldığının farkındaydı.

Ramazanda davetlere pek gitmezdi. Hemen hemen her akşam iftarda misafiri bulunurdu. Misafir hususunda ayrım yapmazdı.

Abdurrahman Efendinin evi adeta bir sohbet meclisiydi. Sohbetine gelen insanlar genellikle tanınmış, olgun, dindar insanlardı. Sohbete şehrin değişik yerlerinden hatta diğer illerden de gelenler olurdu. Günlük ziyaretçileri de olurdu. Her ne vakit gelirseniz gelin zamana bakmadan sizi kabul eder ve görüşürdü.











Murşit ÖZDEMİR anlatıyor…



Hacı Abdurrahman efendi ile tanışmamız akrabamız olması hasebiyle çocukluğumuzda başlar. Gençlik çağımızda sürekli ziyaretine gider sohbetlerinden faydalanırdık. Kendisi asla Tarikat telkini yapmaz ve insanları kendisine intisaba zorlamazdı.

Bir defasında bir arkadaşa tarikata intisabı anlattım o da “gidip bende intisap etsem” dedi. Beraberce ziyaretine gittik ve meramımızı ilettik. Arkadaşa dönerek “sen tarikata intisaptan evvel ahlakını düzeltmeyi düşün” dedi. Evden ayrılınca o arkadaş bana “hakikaten benim ahlaksızlıklarım var” dedi. Bu bize hacı babanın herkesi intisaba davet etmediğinin en güzel misalidir.









Sezai Yücealtay anlatıyor…

Hacı Abdurrahman Efendi İslam'ı bütün incelikleri ile yaşamaya, insanlara yaşayışıyla örnek olmaya çalışan müstesna bir şahsiyetti. Bütün işlerinde Allah (c.c) rızasını gözetirdi. Sohbetlerinde Kur’an ve sünnete ittibaya dikkat çekerek Kur’an ve sünnete bağlı olmayan kişiler mürşid olamaz derdi.

Abdurrahman Efendi güzel kokunun sünnet olduğunu ifade eder ve temiz giyime ve hoş koku sürünmeye dikkat eder, cemaatine de aynı şekilde davranmayı tavsiye ederdi. Hacı Abdurrahman efendi aynı zamanda cömert ve misafirperverdi. Onun yanına gidip de ikramından nasip almayan olmazdı.

Kendisi ile tahminen 1965-1966 yıllarında tanıştık. O zamandan beri sohbetlerine devam ederdim. Genelde sohbetlerini irticalen yapardı. Cemaate önce şeriattan ve ona uymanın gerekliliğinden bahseder ardından da bu yolda tekamül edebilmenin yolu olan tarikattan ve zikrullahtan bahsederdi. Daha sonra sorulan sorulara cevap verir ve hatırlayamadıklarını ise daha sonra araştırıp size iletirim derdi. Katiyen emin olmadığı bir hususu ifade etmezdi.

Hatırladığım çok güzel nasihatlerinden biriside “İyi ve güzel bir sözü bir insana doksan dokuz defa söyle dinlemezse, yüzüncü defa da söyle. Belki o zaman onunla amel etmesi nasip olur,” sözüdür. Ayrıca her zaman “Bir Müslüman'ın en büyük derdi, dininin derdi olmalıdır.” derdi.









Korkut Özal anlatıyor…

Bir hac yolculuğunda Hacı Abdurrahman Efendi ve Mehmet Zaid Kotku Efendi Hazretleri ile beraberdik. Çok mütevazi bir yapıya sahip olan Hacı Abdurrahman Efendi gerekmedikçe konuşmazdı.

Hac dönüşü Cidde havaalanında eşimle beraber bulunuyorduk. Biletlerde bir problem çıkmıştı. Ben bilet işiyle meşgul olduğumdan eşimi yalnız bırakmıştım. Mesele biraz uzayıp dönüşüm gecikince eşim daralmış ve sıkılmıştı. Hacı Abdurrahman Efendi de bu esnada havaalanında bulunuyordu. Eşime “Burası emin beldedir. Merak etme bir şey olmaz,” demişti. Bu söz üzerine eşim endişeden kurtulmuş ve sükunete kavuşmuştu. Bu olayı her zaman hatırlar ve Hacı Abdurrahman Efendiyi hayır ile anarız.”









Faruk Beşikçi anlatıyor…

Biz, bir lütfu ilahi olarak onun gibi bir zatın yanında yetiştik. Her ne kadar, vefat ettiği zaman daha on üç yaşında isek de onun varlığından çok büyük istifadelerimiz olmuştur.

Hacı Babam kurbanını her zaman kendi keserdi. 1968’de hac dönüşü İstanbul’da bir kalp rahatsızlığı geçirdi. Bundan dolayı aşağıya eğilmekte zorluk çekiyordu. Ertesi yıl kurban bayramı yaklaşınca babam bu işe bir çözüm bulmak istedi ve anneme “bir tezgah yapalım babam kurbanı onun üzerinde kessin,” dedi.

Bu konuşmadan bir müddet sonra Hacı Babam odaya gelerek “kurbanı sizin dediğiniz gibi keseyim,” dedi. Annem, Hacı Babaya, “konuştuklarımızı size kim söyledi,” diye sorunca Hacı Baba “Cenab-ı Allah (c.c) bazen aradaki perdeleri kaldırır.” diye cevap vermişti.

Hacı Babam kendisine gelen bütün hediyeleri dağıtırdı. Zaten o devirler milletin ekonomik durumu iyi değildi. Gelen hediyelerden ev halkına getirdiği en fazla bir kutu şekerdi. Bir kutu şeker haricinde başka hiçbir şeyi eve götürdüğünü hatırlamam. Aynı şekilde kütüphanesindeki kitapları da kitap bulmakta zorluk çeken hocalara dağıtırdı. Dolayısıyla kütüphanesi de sürekli olarak değişirdi.

Hacı Yahya Celaloğlu diye bir zat vardı. Kendisi zengin bir kişi idi. Çarşıya çıkınca sürekli olarak Hacı Yahya Efendinin dükkanına uğrardı. Bir gün yine Hacı Yahya’nın dükkanına uğradı otururlarken Hacı Yahya’nın bir işi için dışarı çıkması gerekiyordu. Hacı Baba’dan kendi masasına oturmasını istedi. Hacı Baba da kasayı kilitlersen otururum dedi. Çünkü bir kişi gelir ve beni Hacı Yahya gönderdi kasadan para almam lazım derse ben de veririm. Daha sonra siz dükkana geldiğinizde kasaya bakarsınız ki para eksik. Benim aldığımı zaten düşünmezsiniz. Ama bu para nereye gitti diye düşünürsünüz. Bu düşünce sizin içinizde bir ukde olarak kalır. Bundan dolayı kasanı kilitle öyle oturayım demişti.”

Hacı Babam askerde bir şarapnel parçası ile omzundan yaralanmıştı. Uzun yıllar sonra omzundaki bu şarapnel parçasını aldırması gerekti. Bu ameliyatta ancak vücudun uyuşturulmasıyla yapılabilirdi. Ama Hacı Baba uyuşturtmadan şarapneli aldırttı. Çok sabırlı idi. Acıdan, hastalıktan, sıkıntıdan dolayı şikayetçi olduğuna hiç şahit olmadım.









HACI ABDURRAHMAN EFENDİNİN EVLATLARINA VASİYETİ

o Evvela dinen Müslüman olunuz. Ehli sünnet itikadı üzerinde bulununuz.

o Dinen haram olan şeylerden kendinizi korumanızı tavsiye ederim.

o Dinen edası farz ve vacib olan şeylerden geri kalmayıp muhabbet ile onları icra ediniz.

o Dünya işlerinden kendinize iyi bir iş bulup refahınızı güzelce temin ediniz.

o Güzel ahlak sahibi olunuz, halk ile güzel geçininiz, büyüklere hürmet gösteriniz ve küçüklere merhamet ile muamele ediniz.

o Yaratılışımızın mevzuu olan Cenab-ı Hak’kın varlığından İslam itikadı üzerine şüphe etmeyecek derecede halis bir Müslüman olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin peygamberliğini tasdik ediniz ve Cenab-ı Hak tarafından her ne getirip bize bildirdi ise cümlesine inanarak ahiret varlığını elde ediniz.

o Dünya siyasetinde tabi olduğunuz sizden olan hükümetlere muhalefet etmeyiniz.

o Din ulemasına gayet tazim ve hürmet ediniz, onlarla konuştuğunuz zaman güler yüzle dualarını celbediniz.

o Evlatlarınızdan birini din alimi olarak yetiştiriniz.

o Bütün işlerinizde doğru yoldan ayrılmayınız.









İCAZETNAMESİ



Bismillahirrahmanirrahim



Daimi hamdler, O’nun tarafına dönüp, O’na yaslanıp kapısında bekleyenleri kendisine kavuşturan Allah Teâlâ Hazretlerine olsun.

Bir hamd ki, eda etmesinden aciz olduğumu itiraf ettikten sonra sözlerime başlıyorum.

Bir hamd ki beliğlerin (mükemmel hatiplerin) lisanları onu sayı altına alamamış. Bir hamd ki evliya ve enbiyaları hayran bırakmış. Hatta en kamil okuyan Resûlullah bile Allah Teâlâ Hazretlerinin senasını sayı altına alamadığını itiraf ederek buyurdu ki “Ey Allah’ım Sen kendine sena ettiğin gibi, ben de sana sena edip sayı altına alamam.”

Salat ve selam senin mukaddes yolcularının efzali üzerine olsun.

Âl ve ashabı üzerine olsun.

Senin ünsiyetine ve marifetine ulaşmak isteyenler üzerine olsun ve bu yolda bulundukları müddetçe devam etsin.

Bundan sonra;

Bu icazet ki ehlullahın yolunda Allah Teala Celle ve Âlâ Hazretlerine ulaştıran ilimler ve en menfaatli olduğunu idrak edip maneviyat bahçelerinin kamil bir bahçesinin yoluna ve Hazretü’l-hazerat sırları içerisinde yürüyen toplum içerisine girip, âlem-i melekûte daldırıp, lahûtiyet parıltılarından bazılarına muttali oldu. Bununla birlikte ona meşakkatli şeyler değersiz ve küçük görüldü.

Bu parıltılar onun kalbini Hazret-i Rabbü’l-erbab olan Allah Teâlâ’ya (c.c) çekip, Melikü’l-Müteal olan Allah Teâlâ’nın (c.c) zikriyle meşgul olarak ehl-i halden olup, zâkirlerinin yoluna girdi.

Rabbul âleminin mübarek sözü olan “Kendine çekil, sözle (sesli) değil gizlice akşam sabah Rabb’ini zikret ve gafil olma.” âyetine imtisal edip yanımda Allah (c.c) yoluna girenlerden oldu.

Hacı Abdurrahman bin Ali Osman Trabzoni ilimlerin bütününün delillerinden bazılarını huzurumda okudu ve yanımdakiler toplumu içerisine girdi.

Akıllı ve düşünce sahibi insanlara zikir telkin etmeye ve teveccüh etmeye, mürid ve talebeleri tarika-i Âliye-i Nakşibendiye üzere terbiye etmesi için ona icazet verdim.

Allah Teâlâ (c.c) bu tarikat-ı âliyenin sahiplerinin sırlarını mukaddes kılsın. Allah Teâlâ (c.c) sünnet-i şerifeye, bu tarikatın bütününün ittibaını nasip eylesin.

Girdiği tarikatın aslına ve tarikatın sığınağı olan şeriata muhalefet edinceye kadar bu icazet ona verilmiştir.

Onun reddi benim reddimdir. Yardımı benim yardımımdır. Eli benim elimdir. Kabulü benim kabulümdür. Terbiye etmede ve şer’î ilimlerde ona icazet verdim. Yüksek mertebedeki meşayıhlarımın bana icazet verdiği gibi. Görüş sahiplerinin yanında muteber olan şartlarla. Bütün fenlerde ders okumaya, telif edilmiş çok sayıda eserleri okumaya ve bundan sonraki zamanlarda Melik-ü Rahman olan Allah Teâlâ’nın (c.c) yardımıyla açılacak olan ilimleri de okumaya, ona icazet verdim.

Bundan sonra;

Evvela kendi nefsime, ona ve bütün ihvanlarıma vasiyetimdir. Onlara:

o Evvela varlıklarını yok bilmeleri,

o Vaadlerini yerine getirmeleri,

o Var olana kanaat etmeleri,

o İbadet edilen Rabb’e tevekkül etmelerini,

o Ehl-i sünnet ve’l-cemaatın itikadı üzerine itikatlarını tashih etmeleri,

o Sahabelerin arasında meydana gelen hadiselere saldırmamalarını, (Allah o sahabelerden razı olsun) onlara hüsnü zanda bulunmalarını,

o Müslümanların âdil imam ve vüzeralarına karşı iyi davranmayı ve böyle davranmayı tavsiye etmelerini

o Ehli İslam’ın alçak, şerefsiz ve pinti kafirler üzerine mensur olmaları için dua etmelerini,

o Yalan yanlış iddialardan vazgeçmelerini,

o Dünya eşyalarından nefisleri için haram bir şey almamalarını, yalnız helalden alıp onları Melik-ü Müteal olan Allah Teâlâ’nın (c.c) rızası için sarfetmelerini,

o Kendini bilemeyen gençlerden sakınmalarını,

o Kötü ahlaklı kişilerle bir araya gelmemelerini,

o Alçak dünyayı terk etmelerini,

o Mahlûkatın Rabb’ine karşı niyetlerini ihlaslı kılmalarını tavsiye ederim.

Çünkü niyet ibadatın ruhudur.

Efendilerin Efendisi “amel yalnız niyettir” buyurmuştur.

o Otururken ve hareket halinde kalbî zikirle meşgul olmalarını, nafile namazlarla meşgûl olmalarını,

“Allah’ım (c.c) hamd ile seni tesbih ederim. Mahlûkatlarının sayıları kadar. Senin razı olacağın kadar. Arş-ı âlânın zinetleri kadar. Allah Teâlâ’nın (c.c) kelimelerinin mürekkebi kadar. O’nu zikreden zâkirlerin zikirleri kadar, O’nun zikrinden gâfil olan gâfillerin gafletleri kadar,” tesbihine devamlarını tavsiye ederim.

Salat ve selâm hidayetin imamı olan Efendimiz Muhammedü’l-ümmi (s.a.v) üzerine, âli ve ashabı üzerine olsun. Mahlukatın nefes sayıları ve bütün zerreleri kadar, her vakit, her ân devamlıların devamı ile ve asırların devamı ile. O’nun yanındaki kudret ve hürmet şerefine. Ey merhametlilerin en merhametlisi.

Hamd âlemlerin Rabb’ı olan Allah’a (c.c) dır .

Hakir, fakir, talebelerin ve miskinlerin hizmetçisi Mustafa Feyzi ibni Emrullahi Tekfurdaği.







KÜTÜPHANESİ

Hacı Abdurrahman Efendi devrinde piyasalarda kitap bulmak oldukça zordu.

Kendisi vaktiyle kitapçılık olmasından ve sürekli olarak seyahat ettiğinden dolayı gittiği yerlerde mutlaka kitapçılara uğramaktaydı. Ve seyahatten yanında bir çanta dolusu kitapla dönerdi. Bu kitapları sadece kütüphanesine zenginleştirmek için alıyordu.

Kendisini ziyarete gelen kitap bulma ve alma imkanı olmayan hocalara ve talebelere gerek aldığı bu kitaplardan gerekse kütüphanesinde mevcut bulunan kitaplardan yüzlercesini hediye etmiştir. Vefat ettiği zaman kütüphanesinde kalan kitapların listesi aşağıdadır. Hacı Abdurrahman Efendi’nin kitapları Arapça, Osmanlıca ve nadiren olarak da Farsça’dır.

(Kitaplar alfabetik sıra ile listelenmiştir)





Adalı Cedit

Akaid-u Hayriye

Akidetü’l-Vasatiye

Alaka

Allah

Asar-u Tevarih

Basi

Berika Şerhi Muhammediye

Camiu’l-Usul Tedariku’l-Muteber

Camius Sağır

Cevheret-u Neyyire

Cümelü’l-Hükmiye

Çocuklarımızın İstikbali

Dede Ömer Ruşeni Divanı

Delailü’l-Hayrat

Dinimiz

Divan-ı Ahmed Yesevi

Divan-ı Rıfat Efendi

Divan-ı Ruhui’l-Bağdadi

Dürr-i Yekta

Düstürü Mücahidin

Ebu Hanife

Eddin Ve’l-Hac

Edille-i Mezheb-i Ebu Hanife

Efzalü’s-Salavat Ala Seyyid-i Sadat

Ehter-i Kebir

El Minhac

El-Haramu Vel-Helal Fi’l-İslam

El-İman Bi’l-Melaike

El-Kavlu Ceyyid

Elli Dört Farz Farz Tercümesi

El-Muhadesyu’l-Kıraat

El-Muhkem Fiş-Şerhil Hikem

Emsile

Enisu’l-Abidin

Esam-i Revahi Sahih Buhari

Evrad-i Muhammed

Eyyubi

Ferahur Ruh Şerhi Muhammediyye

Fethu’r-Rabbani

Gabasat-u Mine’r-Resul

Garaibu’l-Ehadis

Gunyetü’t-Talibin

Gül Destesi

Gülistan

Hadis-i Erbain Tercemesi

Haleb-i Sağır

Haşebi Sağır Tercemesi

Hayat-ı Hazreti Muhammed

Hazinetu’l-Esrar

Hilyetu’n-Naci

Hilyet-ü Hakaik

Hizbu’l-Azam

Hizbu’l-Bahr Risalesi

Hizbu’l-Bahr Şerhi

Hüsnü Ahlak

Hz.Eba Eyyub-i Ensari

İbni Abidin

İcabet-u Rabbaniye

İdgamu’l-Mürid

İnsan-ı Kamil

Kamus-i Osmani

Kamus-i Türki

Kamusu’l-A’lam

Kamusu’l-Okyanus

Karasi Meşahiri

Kaside-i Bürde

Kaside-i Bürde Şerhi

Kaside-i Bürde Şerhi Tevasul

Kaside-i Bürde Tercümesi Abidin Paşa

Kaside-i Esad Efendi

Kenzu’l-İrfan

Kenzük Mahfi

Keşfu’l-Hafa

Kırım Müellifleri

Kısasu’l-Enbiya

Kitab-u Dürer

Kitab-u Kuduri

Kitab-u Sebilu’n-Necat

Kitabu’l-Letaifu Minel Arif

Kur’an Muallimi

Künüzüd Degaig

Levamiu’l-Ukul

Lisanu’l Osmani

Lubbu’l-Kıraat

Lugatce-i Felsefiye

Lügat-ü Naci

Mantık

Mantikut Tayr

Manzume-i İrşadiye

Manzumeti Fi Adabi Zikir

Mebsut

Mecmiu’l-Menasik

Mecmuu’l-Mutün

Mektubat-ı Esadiye

Mektubat-ı Rabbani

Menakıb-ı Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi

Menakib-i Halidiye

Menakib-u Kuddisi Şerif

Menakib-u Şemsu’l-Şumus

Menşiyet-ü Rıfat Efendİ

Merah

Merakı’l-Felah

Mesnevi Şerhi Abidin Paşa

Mesnevi Şerif

Meşahir-u İslam

Metni Kifaye

Mevahib-u Ledüniye

Mevgufat

Mevüzetü’l-Müminin

Mevzuatu’l-Ulum

Mezahib-u Telfikiye

Miftahu’l-Buhari

Miftahu’l-Kulup

Miracu’l-Mü’min

Mirat-u Muhammediye

Miratu’l-Usul

Mirgatu’l-Akaid

Misbah-u Rerbah

Molla Cami

Mufredat-u Ragıbe’l İsfahani

Muğcemu’l-Vasit

Muhtar-u Sihah

Muhtasar Mani

Muhtasar Sahih-i Müslim

Mukaddimeyi İbni Haldun

Multeka Ebhur

Musahhah Şifa-i Şerif

Münebbihat

Müzekki’n-Nufus

Nahir

Necatüs-Salikin

Nehvu’l-Vazih

Niyazi Divanı

Nuhbetü’l-Fiker

Nuru’l-İzah

Nusret Efendi Hükeması

Osmanlı Müellifleri

Pendi Attar

Ramuzu’l-Ehadis

Rehber-i Avamil

Resimli Osmanlı Kamusu

Reşahat Ayne’l-Hayat

Retü’s-Salikin

Risale-i Besmele

Risale-i Erbaa

Risale-i Esadiye

Risale-i Kudsiyye Fi Tariki Nakşibendiye

Risale-i Kuşeyriye

Risale-i Tac Nizamı

Riyazu’s-Salihin

Ruhu’l-İslam

Sahih-i Buhari

Sahih-i Müslim

Sarf Tercemesi

Sevadü’l-Azam

Seyyid Yahya Divanı

Siyer-i Ahmed Berevi

Sünen-i Darimi

Şeh-i Hikem-i Atai

Şeh-ü Zurgani

Şemail-u Şerif Tirmizi

Şemsiye

Şemsiye-i Cedide

Şerh-i Düvit

Şerhi Emali

Şerhi Fıkhu Ekber

Şerh-i Pendi Attar

Şerh-i Salavatu Merbuşiye

Şerh-i Şifa-i Şerif

Şerhu’l-Akaid

Taarruf

Tağrifat-ı Seyyid

Tahtavi

Tarih-i Osmani

Tarikat-ı Muhammediye

Tecri-u Cenai’l-İslamiye

Tefsir-i Ayetü’l-Ahkam

Tefsir-i Celaleyn

Tefsir-i Elem Neşrah

Tefsir-i Hazin

Tefsir-i İbni Kesir

Tefsir-i Ruhu’l-Beyan

Tehfetü’l-Ezkiya

Tenbuhu’l-Gafilin

Tevili Muhtelifu’l-Ehadis

Tezaminu’l-İslami

Tezkiretü Evliya

Tezkiretü’r-Rıza

Tuhfe-i Avamil

Tuhfe-i İrşad

Tuhfe-i Kenan

Tuhfetu İsmailiye

Tuhfetu’l-İhvan

Tuhfetu’l-Vehbi

Ukudu’l-Cevahir

Umdetü’l-Kari

Usul-u Farisi

Usulu Hadis

Vahy-u Siyre

Vezaifu’l-Guzat

Yeni Milli Elifba

Yunus Divanı

Zübdet-ü Tağrifat










ONUN İÇİN KALEME ALINMIŞ OLAN MANZUME

Dinleyin efendi beyler

Manzume-i ağlar babayı

Dinleyin efendi beyler

İlim merdanesi Rahman Efendiyi



Hilm-i kemalini vasfedemez diller

Mana menşe-i Rahman Efendi



Ber acüp gonca gül bağında kalmış

Be gülün susem nerkin şemeni olmuş

Muhammed bağında bahcevan olmuş

Peygamber varisi Rahman Efendi



Dürr-i yekta meknün-i ravzında bitmiş

Cimi cemalullahın cuhasını giymiş

Kevkeb-i dürrin şivesini almış

Allah’ın dilbazesi Rahman Efendi



Hayran olmuşdur hubben lillah camine (cemaline)

Al gülünü sarmış Allah beline (diline)

Bi can olmuş ilim fıkıh yoluna

Red olmaz takvanız Rahman Efendi



Vaizi Kur’an’dan hadisi kudsi

Keşf-u keşşaf olmuş ilm-i farisi

Başlamış okuyor ledünni dersi

Her ilme mahir Rahman Efendi



Geda Ağlar Baba kasrını hoş yap

Leyl-u nehar gözlerinden akıt yaş

Rahman Efendinin iki elini öp

Affet kusurumu Rahman Efendi


Hiç yorum yok: