Pazartesi, Ağustos 04, 2008

Mehmet Akif Ersoy Kimdir?


Türk, şair. İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur




MEHMED AKIF ERSOY KIMDIR?

Türk, şair. İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır.

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştir.
İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmed Akif Ersoy, eğitime çok önem ve değer veren birisiydi. Cemaleddin-i Afganî ve onun talebesi olan Mısırlı âlim Muhammed Abduh’un fikirleri, Mehmed Akif’in dikkatini çeker. Cemaleddin-i Afganî, ihtilâl yoluyla değişiklik yapılmasından yana idi. Muhammed Abduh ise İslâm âleminin ancak eğitim ve ıslahat yoluyla kalkınacağına inanıyordu. Akif, Muhammed Abduh’un düşüncelerini daha makul buldu. Çünkü eğitimsizliğin, yıllardan beri başımıza ne büyük belâlar açtığını biliyordu Bir şiirinde; “Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan’a / Yeni bir medrese te’sis edelim urbana / Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım / Nesli tehbib ile i’lâ ile meşgul olalım” demiştir. O, insanların eğitim almasını, özellikle çocuklarımızın okutulmasını çok istiyordu. Kendi ülkemizde, kendi evlâdımızın, gözümüzün içine baka baka yabancı okullarda okuyarak elimizden kaçmasını hazmedemiyordu. Sırat-ı Müstakim dergisinde yazdığı “Yabancı Okullar Meselesi” isimli bir yazıda bu meseleyi şöyle ele alır: “Yabancı okullar meselesi Biz ne hamiyetsiz adamlar, ne vazifesiz babalarız ki, mevcut mekteplerimizi işe yarar bir hâle getirmek yahut yeniden adamakıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğerparelerimizin terbiyesini, o istikbalin hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz! Zengin, orta halli ve züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarifsizlikten şikâyet ediyoruz. Fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış. “Bir adam olsa da lâf etsek!” demişler… Biz de tıpkı böyleyiz. Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. “Ah bir hayır sahibi çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!” diyoruz.” Okula ve eğitime duyulan ihtiyaç ortadaydı. Bu ihtiyaç, Akif’ten önce var olduğu gibi, Akif’ten sonra da var olmuştur. Bugün aynı şeye ihtiyaç duymuyor muyuz? Hâlâ insanımızın eğitimsizliğinden dem vurmuyor muyuz? Hâlâ kız çocuklarımızı okutup okutmamayı tartışmıyor muyuz.Batı’ya ilim tahsili için giden çocuklarımız, bir baltaya sap olamamışlar, üstelik kendi kimliklerini de unutmuşlardı. Aynı teşebbüs Rusya için de denenmişti. Rusya’ya giden nesil de başka bir kimliğe bürünmüştü. Akif, aslı bir vaaz olan “Süleymaniye Kürsüsü’nde” isimli şiirinin bir yerinde bu konuyu şöyle dile getirir: “Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne / Acırım tükrüğe billâhi tükürsem yüzüne / Demiş olsaydı eğer: Kızlara mektep lâzım / Şu kadar vermelisin, kahrolayım kaçmazdım / Din için, millet için iş görecek alçağa bak / Dini paymâl edecek, milleti Ruslaştıracak / Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim / Başka bir marifetin varsa haber ver, görelim.” Yine Sırat-ı Müstakim dergisinde çıkan, “Gelecek Nesillerin Eğitimi Nasıl Olmalı?” isimli bir başka yazıda, eğitim meselesini şöyle ele alır: “Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz. (Burada “kendi terbiyemiz” sözüyle kastettiği, kendi yaş grubu, kendi kuşağıdır. Yoksa millî manevî terbiyenin dışında bir şey söylemiyor.) İlmi, doğrudan doğruya Peygamberimiz’den öğrenmiş olan Hazreti Ali diyor ki: ‘Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. Unutmayınız ki onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.’ İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini hatırlamayan kimse var mı? Malûmat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? Düşünüyorum da, sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareyi ancak otuz yıl sonra anlayabildim! Tabiî on beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm yetmeyecek!”

ONU-BUNU ÇEKİŞTİRMEYİ HİÇ SEVMEZDİ



Akif, iman abidesi bir şahsiyetti. O, sadece Müslüman olduğunu söyleyen bir insan değil, dinin emirlerine uyan bir insandı. Dinî ilimleri çok iyi bilirdi. Dinî meseleler, onun karakter tahlili arasında çok önemli bir yer tutar. Din, Akif için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu duygu yüklü, hoşgörü timsali şahsiyet, dinine saldırı söz konusu olduğunda son derece sert ve haşin bir hâl alırdı. Bu hassasiyeti yüzünden Tevfik Fikret’le de yollarını ayırmıştı. Akif, onu-bunu çekiştirmeyi hiç sevmez, bu tür insanlarla da dost olmazdı. Yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay, Akif’in Fikret’le ilk tanışmasını şöyle anlatır: “Akif, Fikret’le ilk kez Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi’nde) görüştü. Meşrutiyet’te ikisi de orada hocaydı. Akif’e; ‘Sende nasıl bir izlenim bıraktı Fikret?’ dedim. Akif, ‘Sevemedim bu adamı.’ dedi. Nedenini de anlattı: ‘Benim gibi ilk görüştüğü adama, yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi...’ Bu tuhafıma gitti. İnanmayacaktım: Fakat Akif söylüyordu, istemeye istemeye inandım. Aradan birkaç sene geçti (...) Fikret’i ilk defa görüyordum. Ve ilk defa gördüğüm Fikret, bana da yirmi senelik arkadaşlarını çekiştiriyordu. (...) Bu doğrulanan arkadaş faslından sonra Akif, artık Fikret’in ismini bir daha ağzına almadı. Fikret’in ‘Tarih-i Kadim’ adlı eseri ortaya çıktıktan sonra ise: ‘Bu adam Peygamberime sövdü. Babama sövse affederdim; fakat Peygamberim’e sövmeyi ölürüm de hazmetmem.’ dedi.”

HAKSIZLIĞA TAHAMMÜL EDEMEZDİ



Mehmed Akif’in en karakteristik özelliklerinden biri de haksızlığa tahammül edememesidir. Şu hatıra, onun bu konuda ne kadar hassas olduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır: 1911 yılı başlarında Baytarlık Dairesi, kâtiplik için imtihan açar ve kazanan bir genç, işe alınır. Mehmed Akif daha önce tanımadığı, fakat zeki ve kabiliyetli bulduğu bu gençle ilgilenir, ona yardım eder; Mülkiye’ye devam etmesi için yarım gün izin verir... Akif’in bu alâkasından, onun genci daha önce tanıdığı ve ona imtihanda yardım ettiği neticesini çıkaranlar, çocuğun işine son verirler. Olayı ve nedenini birkaç gün sonra öğrenen Akif, derhal istifa ederek, daireden ayrılır... Genç geri alınır ve ricalar sonucu Akif de vazifesine döner.

O GERÇEK BİR DOSTTU



Akif, dostlarına karşı çok vefalıydı. Birisini dost edindi mi, ömür boyu bu dostluğu devam ederdi. Cemal Kuntay, bu konudaki bir hatırasını şöyle nakleder: “Mehmed Akif, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı sözleşmişler ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi. Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Akif Bey -daima olduğu gibi- sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı.” Akif’in oğlu olan Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheyla hakkında şunları söyler: “Babamın, Süheyla Hanım isminde bir manevî evlâdı da ablalarım ile birlikte Ankara’ya gelmişti. Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım. Süheyla Hanım’ın pederi ölmüş, babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alâkadar olmuş, neticede Süheyla ablam, öğretmen okulunu tamamladıktan sonra ayrıca üniversiteyi de bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim. Süheyla ablam, babamın manevî evlâdıydı ve Ankara’da gelin oldu. Babam onu daha sonra, Balıkesir milletvekili seçilen Hayreddin Karan Bey’le evlendirdi.”



AKİF, SÖZÜNÜN ERİYDİ



Akif, sözünün eriydi. Bu, onun en belirgin özelliğiydi. Fatin Gökmen’in yaşadığı olay, bu konuda fikir vermek için yeterlidir: “Ben Vaniköyü’nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde… Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu bir hava oldu ki her tarafı sel götürdü. Merhum yürümeyi severdi. Bu havada karadan gelemeyeceğini düşündüm. Normal zamandan biraz önce gelen vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir hâlde gelmiş, beni evde bulamayınca, hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, ‘Selâm söyle’ demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendisini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. ‘Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.’ dedi. Benimle tam altı ay konuşmadı.”


Mehmed Âkif’in göz yaşları

Arabistan seyahatinde merhum Mehmed Âkif Ersoy’la beraber bulunan bir arkadaşı anlatıyor: “Çoktan beri memleket havâdisleri alamadığımız için bunalmıştık. “el-Muazzam”daki tren şefi Mısırlı Mahmud, İngiliz’lerin Çanakkale’den kaçtıklarını, hem de bütün iâşe ve çadırlarını almaya bile vakit bulamadan çekilip gittiklerini müjdelediği zaman Âkif sevincinden çıldıracak dereceye gelmişti. Âdeta inanamıyordu.- Sahih mi? Allah aşkına doğru söyleyin muhakkak mı? - Resmî tebligat var efendim. - Yâ Rabbi! Sana binlerce, milyonlarca defa şükürler olsun. Yaşasın arslan ordumuz. Baktım o kahraman Âkif’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Sanki dünyalar onun olmuştu. Bin bir tehlike karşısında en küçük bir teessür belirtisi göstermeyen koca Âkif, şimdi mâsum bir çocuk gibi ağlıyordu. O, üzüntüsünü belli etmezdi. Elemini de, sevincini de içine gömerdi. Ancak bu hâdise karşısında kendini tutamadı, gözyaşları dökmeye başladı. Onun bu hâli hepimizi etkiledi. Biz de kendisine iştirak ettik. Âkif hem ağlıyor, hem Allah’a şükrediyordu. O üzüntü içinde ellerini kaldırdı. - Allah’ım! Çanakkale’de dövüşen kahramanları yazmadan canımı alma. Yoksa gözüm arkada kalır, dedi. Derken bize döndü, - Haydi arkadaşlar! Ne duruyorsunuz, kurbanları kesseniz ya, diye bağırdı. Heyhât! O çölde koyun ne gezerdi. Kurbanı bir yana bırakalım, kuraklıktan urban bile bulunmuyordu. “el-Muazzam”, Hicaz Demiryolu’nun tam arkasında yer alan bir çöl istasyonuydu. İstasyonda, başka hiçbir bina yoktu. Ne insan, ne hayvan, ne yeşillik, ne umran… İstasyon memuru artık bize bildiği havadisleri anlatıyordu. Memurun iki karısı vardı. Burada çile dolduruyorlardı. Talihsiz kadınlardan birinin, haftalardan beri dişi ağrıyordu. Diğeri de gebeydi. Akşama, sabaha doğuracaktı. Birisi, bir posta müdürünün kızı, diğeri de Malatyalı bir subayın kerimesiydi. Memurun bize verdiği böyle güzel bir havâdise karşılık biz de ona, âilesine bir iyilik yapalım dedik. Yanımızda diş ilacı vardı. Kâdın, ilacı dişine koyar koymaz ağrısı kesildi. Kadıncağızın gözü açıldı. Teşekkür etmeye başladı. Fakat âilenin durumu perişandı. Odanın her tarafından sefâlet fışkırıyordu. Odada, oturacak bir ot minderden başka bir şey yoktu; ne iskemle, ne masa… Hatta bir çuval bile yok; ne altta, ne üstte!... Dışarıya çıkınca gördüğüm manzarayı Âkif’e anlattım. Tabii ki çok üzüldü. Biraz sonra baktım, Âkif, yirmi sekiz yaşındaki bu zavallı kocayı sîgaya çekmiş, ona durmadan söylenip duruyordu: - Oğlum! Sağlığın yerinde değil, gücün-kuvvetin yok. Kesen ise, kafan gibi bomboş. Neyine gerek, senin iki değil, hatta bir evlenmek! Yazık değil mi bu elin yavrularına. Yiyecek yok, giyecek yok. Yâ hu! Buna bir çare düşünmek de mi yok! - Ne düşüneceğim efendim. Ben de şaşırdım. Yarın, öbür gün büyüğü doğuracak. Ne yapacağım, bilemiyorum. Siz de eski çamaşırlar varsa bâri lütfen veriniz de doğacak çocuğu saralım… Âkif’in yüzünü derin bir üzüntü kaplamıştı. Adamcağızdan ayrıldık. Çadırımıza geldik. Âkif bana, - Arkadaş! Bu kadıncağıza yardım şart. Ortada bir hayat tehlikesi var, dedi. Ne yapalım? - Gördüğünüz gibi, bunlar büyük bir felâketle karşı karşıya bulunuyorlar. Bir diş ilacı bile bulunmayan bir yerde, yarın doğuracak kadının da, doğacak çocuğun da hayatları tehlikede. Ben şimdi trene atlayayım, Şam’a gideyim. Bunlar için ne gerekiyorsa alıp getireyim. - Aman Âkif! Şam buradan iki gün iki gecelik mesafe. O da, kader yardım eder de -kömür yerine kullanılan- odun yeterse. Şam’a, oradan da buraya, en aşağı beş gün, beş gece bir yolculukta bulunman gerekir. Hâlbuki aylardan beri çöllerde, deve sırtlarında çalkalana çalkalana geldik. Başlarımızdaki uğultu daha geçmedi. Neye gideceksin? Bu kadar yorgunluktan sonra henüz bir gece bile dinlenmeden. Bu uzun yolculuğa nasıl çıkarsın. - Yorgunluk mesele değil. Ortada bir felâket var. Âh! Yoksulluk, çâresizlik ne zor şeydir, sen bilir misin? Bu vaziyet karşısında benim ciğerlerim parçalandı. Trenle Şam’a gitmek bir şey mi? Tıpış tıpış gider, tıpış tıpış gelirim. Sen, benim yorgunluğumu hiç düşünme! - Mâdem ki, bu zahmete katlanıyorsun seni bu teşebbüsünden alıkoymak istemem. Zâten 15 gün vaktimiz var. Başkumandana buraya geldiğimizi bildirdik. Yine bir emir vermiş olsa bile, hareketimiz için mutlaka 15-20 gün lâzım. Sen gidip gelebilirsin. Fakat bir kundak takımı ile biraz ilaç için bir haftalık yol zahmeti değer mi? Evet, yardım gerekli fakat mazeret önemli. Telgraf çekelim getirtelim. - Hayır hayır! Rica ederim, benim önüme geçme. Kadıncağızın hâli beni çok üzdü. Zahmete girerek, meşakkate katlanarak bu sefâlete çâre bulmak benim için daha zevklidir. - Öyle ise, Allah selâmet versin. Ertesi gün Âkif, bedevî elbisesini, silahlarını, çadır direğine astı. Aylardan beri heybede limon kabuğu şeklini almış olan fesini başına geçirdi. Örümceklenmiş buruşuk elbisesini bir sünger ıslaklığıyla ütülemiş oldu. Ayakkabılarını, yağ ve ocak isinden icad edilmiş bir boya ile boyamış oldu. Yalnız maşlahını bırakmadı. Onu da kollayarak şöyle bir sırtına attı. Anlaşılan bu maşlah, ona yatak-yorgan vazifesi görecekti. Besmeleyi çekti, yola düzüldü. Hareketinin beşinci günüydü. Tam bir Şam tüccarı gibi yüklerle “el-Muzzzam”a dönüp geldi. Beş gün beş gece yük vagonunda gidip gelmişti. Şehlâ gibi mahmur gözleri uykusuzluktan, yorgunluktan daha fazla mahmurlaşmıştı. Fakat insâni bir görevi yerine getirdiğinden dolayı çok memnundu. Yüzünden neşe ve şetâret akıyordu. Getirdiği şeylere şöyle bir baktım, neler almamıştı ki... Diplomat bir ebeye, bir avuç altın verilip de gönderilseydi, bu eşyaları böyle düzgün ve yerinde alıp getiremezdi. şin tuhafı, bu eşyalar gelince kadınlar arasında kavga çıktı. Küçüğü, “Yârın, ben de doğuracak olursam bu şeyleri bana kim getirecek! Ne geldiyse yarısı senin, yarısı benim.” diye kadına diretmez mi? Haber gönderdik. Sana da para verelim, dedik. - Hayır, olmaz. Siz gittikten sonra kocam paraları elimden alır, dedi. - Uğraştık, uzlaştırmaya çalıştık. Fakat bir türlü başarılı olamadık. Nihâyet gelen eşyaları ikisinin arasında paylaştırmaktan başka çâre bulamadık. Beş on gün sonra emir de gelmişti. Tabii, kadının doğurmasını beklemeden hareket ettik. Yolda Âkif, benimle latife ediyordu: - Ben görevimi yaptım, nöbetimi savdım. Sıra sendeydi. Ebeliği de sen yapacaktın. - Yâ hu, ben bir kedi bile doğururken, değil yardım, bakmaya cesâret edemem. Bununla beraber, bu eşyayı tedârik konusundaki liyâkatini gördükten sonra, bu ebeliği de yapacağına kanaat getirdim. Zaten doktorluğun da var. - Birader! Ben baytarım. Ama şimdi bir keçiyi bile doğurtabileceğimi zannetmiyorum. Güle güle yollarda vakit geçirdik. Ah, mübarek Âkif. Şehinşahlara boyun eğmeyen Âkif! Sefalet içindeki bir kadına yardım etmek için, altmış derecelik bir sıcaklıkta, kızgın çöllerde aylarca dolaştın. Sonra bir gece bile dinlenmeden, beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın.

(Kaynak: Mehmet Âkif, Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharrirîn Yazıları. Eşref Edip, Âsâr-ı İlmiye Kütüphânesi Neşriyatı, 1357-1989, İst., Aktaran: Dursun Gürlek, Yenidünya Dergisi, Haziran, 2006)









İstiklâl Marşımız nasıl yazıldı?



Elleri üşüyordu. Ama yüreği sımsıcaktı. O günlerde büyük bir maddi sıkıntı içindeydi. Ankara’nın soğuğunda ceketle gezerdi. Paltosu yoktu. Çok soğuk günlerde arkadaşı Şefik Kolaylı’nın muşambasını ödünç alarak giyerdi. 7 Kasım 1920’de gazetelerde yer alan bir ilan gördü. Genel Kurmay Başkanlığı’nın isteği üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği ilanda bir istiklâl marşı yarışması açıldığı ve bu marş için 500 lira para ödülü konulduğu bildiriliyordu. O zamanlar için çok büyük bir para olan bu ödülle neler alınmazdı ki… Dönemin en güçlü şairlerinden biri olan Mehmet Âkif bu ilanla hiç ilgilenmedi.

Yarışmaya 724 şiir katıldı. Fakat hiçbirisi istenilen nitelikte bulunmadı. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ve arkadaşları Mehmet Âkif’e başvurdular. Âkif ise millet için yapılacak bu işi para için yapamayacağını belirterek başvuruyu geri çevirdi. Bunun üzerine Hamdullah Suphi Bey kendisinin yarışma dışında tutulacağı sözünü vererek yarışmaya katılmasını rica etti. Ve Mehmet Âkif İstiklâl marşı’nı yazmaya başladı. Ankara’da gece gelen ilhamı kaçırmamak için bazı dörtlükleri mum ışığında Taceddin Dergahı’nın duvarlarına kazıdı. Her kelimesine yüzlerce vatan evladının canını feda ettiği özgürlük marşımız Âkif’in kalemiyle en güzel ifade tarzını buldu. 17 Şubat 1921’de Sebülirreşad dergisinde yayımlandı.

1 Mart 1921’de Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver TBMM’de, insanların ancak kendi eserlerinden esirgemeyecekleri bir sesle okudu Âkif’in şiirini. Okunurken şiddetli alkışlarla defalarca kesildi, ruhları bir heyecan sardı.

12 Mart 1921’de dört defa okunup ayakta alkışlanmış, meclisi bir coşku tufanı kaplamıştı. Alkışlarla meclis inlerken Mehmet Âkif mahcubiyetinden başını kolları arsına alarak, sıranın üzerine yumuldu. Mecliste duramayıp dışarı çıktı. Milleti için yaptığı bu işte alkışlarla gurur duyma ücretini bile çok gördü kendine. Âkif’in şiiri,12 Mart 1921’de meclis tarafından milli marş olarak kabul edildi.

Verilen ödülü kabul etmemesi o zaman bazı kimselerce tuhaf karşılandı ama o bunlara aldırmadı.

Hala üşüyordu. Yine arkadaşından aldığı ödünç paltoyu giyiyordu. Bir gün Şefik Bey ona:

_ “Şu mükafatı reddetmeyip bir palto alsan olmaz mıydı?” diyecek oldu. Mehmet Âkif böyle konuştuğu için tam iki ay Şefik Bey’le hiç konuşmadı. Artık Ankara’nın çok soğuk günlerinde de ceketle dolaşıyordu.

Mehmed Âkif’in ölümünden kısa bir süre önce Hakkı Tarık Us’un da aralarında bulunduğu misafirler, Âkif’i ziyarete gelmişlerdi. Âkif, bitkin bir durumda olduğu için yatağına uzanmıştı. Söz İstiklâl Marşı’na intikal etmiş ve misafirlerden biri:

- Acaba, yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? demişti:

Bitap bir halde yatan Mehmed Âkif, birdenbire başını kaldırdı ve kesin bir cevap verdi:

-Allah, bir daha bu Millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!...

Evet, Allah Teâlâ, bu Milleti bir daha İstiklâl Marşı yazmaya mecbur etmesin ve bu Milletin istiklâl ve hürriyetini tehlikeye düşürmesin.

Merhum Âkif, bu eseri Türk Milleti’ne ve Kahraman Ordumuza hediye etmişti. Bundan dolayı eseri SAFAHAT’a almak istemiyordu. Vefatından sonra tam metin, yani on kıta olarak Safahat’ta neşredildi.

Elleri üşüyen ama yüreğinde vatan ve millet aşkından kocaman bir alev barındıran bu büyük insan, Türk bayrağı dalgalandıkça bu millet var oldukça unutulmayacak, kalplerde yaşayacaktır.

Hiç yorum yok: