
Hatıraları hatırlamak zordur ve her şey istendiği vakit akla gelmez, fakat vakti gelince kendiliğinden gelir.
Ben çocukluktan beri tasavvufa meraklı idim. On beş yaşlarına yeni girdiğim bir kış günü ders okumakta olduğumuz yedi arkadaşla (Zaten kaçak okuyoruz. Kimseye okuduğumuzu söylemiyoruz.) vakitlerimizi nasıl geçirelim, ne yapalım diye dertleşiyorduk. Ders okuduğumuz Hocamız bize çok samimi dostu, aynı zamanda Gümüşhanevî dergahına bağlı Mapsonalı Hacı Ahmed Efendiden bahsederdi. Vardığımız karar neticesinde bir kış günü Hacı Ahmet Efendi ile görüşmek üzere bir Cuma günü yola çıktık. O devirlerde araba bulmak mümkün değildi. Dolayısıyla üç dört saatlik yolu yürüme gidecektik. Yolumuzun üzerindeki Taşhan Nahiyesi’nden Hacı Ahmet Efendiye hediye olarak bir şeyler alacaktık ama paramız da yok. Çünkü o günler fakirlik dünyasının insanların hayatlarına tesir ettiği zamanlardı. Taşhandan Biraz ekmek, biraz şeker benzeri birkaç şey alarak yolumuza devam ettik.
Uzun bir yolculuktan sonra köye vardık ama Hocanın evini bilmiyoruz. Kime soralım derken yolun yukarısından aşağıya doğru piri fani, beyaz sakallı birisinin geldiğini gördük. Arkadaşlarımızdan birisi daha önce gördüğü Hocaefendiyi tanıdı ve “İşte Hoca Efendi geliyor” dedi. Derhal yanına giderek elini öptük. Bize, "camiye derse gidiyordum. Bana, belki misafirlerin gelir dediler. Bundan dolayı yolda oyalanıyordum.” dedi.
Elimizdeki bohçada bir şeyler vardı, ona verecektik ama çok az olduğu için hem utanıyor hem de çekiniyorduk. O durumumuzu fark ederek “Hediyeniz ne kadar azsa da, makbulümdür,” buyurarak elimizdekini aldı. Sohbetini dinleyip Cuma namazını kıldıktan sonra, kendisine intisap ederek geri döndük.
Kısa bir zaman sonra Hacı Ahmed Efendi vefat etti. Bunun üzerine birisine intisap etmeyi düşünürken, bir geçe Hacı Abdurrahman Efendi rüyama girdi. O zamanlar kendisini tanımıyordum. İlk gördüğümde rüyada gördüğüm zat olduğunu anladım.
Tahsilimizi tamamlayıp icazet merasimine sıra gelince Hocamız Muhammet Sula bizi Hacı Abdurrahman Efendiyi icazete davet için Trabzon’a gönderdi. O zaman rüyamda gördüğüm şahsın o olduğunu gördüm. Kendisine hocamızın selam ve davetini ilettik böylece de tanışmış olduk. O zamanlar 25 yaşında ve Of’un Melinos Köyünde tahsile devam etmekteydik.
Hocamız Muhammet Sula, Hacı Abdurrahman Efendiyle manevi bağlarının mevcudiyeti ve kitapçı olmasından dolayı zaman zaman görüşmekteydiler. Hocamız Muhammed Sula’dan on sekiz sene dini ilimlerle ilgili ders gördük, böylelikle medresede uzun bir zaman kalmıştık. Orada Arapça eğitimimizi tamamlayınca bir icazet merasimi düzenledi. Hocamıza bu çocuklar yıllardır okuyor onlara niçin icazet vermiyorsunuz denilince “icazet alan insan ilmi tamamladım sanarak tahsili bırakıyor” buyurarak bizleri ve onları susturmuş ve bizlerle bir ömür boyu ilgilenmiştir.
Hocamız çevreden meşhur hocaları ve tasavvuf ehli insanları çağırmıştı. Bu merasime Hacı Abdurrahman Efendi de gelmişti. İkindi namazını kılıp oturmuştuk. Namazdan sonra, Hocamız Hacı Abdurrahman Efendiye “Biz de olan zahir ilmini bunlara aktardık, bundan sonra onları size teslim ediyoruz. Siz de artık manevi yardımlarınızı bunlardan eksik etmeyiniz,” dedi. Hacı Abdurrahman Efendi ile tanışmamız ve 40 arkadaşla tarikat yolundaki intisabımız bu şekilde oldu.
Bundan sonraki günlerde hemen hemen her hafta Hacı Abdurrahman Efendiyi ziyaret için Trabzon’a gittim. Köyün orta mahallesinde imamlık yapıp talebe okuttuğum bir ara meşguliyetten dolayı kendisini bir müddet ziyarete gidemedim. Bir gün ikindi namazını kıldık talebelerimden Mustafa Akyüz “Hocaefendi geliyor” dedi. Nerede dedim “köyün girişindeki çeşmede abdest alıyor” dedi. Hemen çeşmenin yanına giderek kendisini karşıladık beraberce köye geldik. O zamanlar bu gün ki gibi değildi. İnsanlar bir şeyler öğrenmek için dinleyecek insan arardılar. O gün kadın erkek bir çok insan Hacı baba’nın sohbetine iştirak etti. Akabinde intisap ederek ders alanlar da oldu.
Cemaat dağılınca Hacı baba bana “niye geldim bilir misin” dedi. Ve “Resulullah Efendimiz gelmeyenlere siz gidin” buyurdu “ben de onun için geldim” dedi.
Ders arkadaşlarımızdan Tahsin Hoca vardı. O da Hacı baba ile tanışırdı. O akşam onda misafir kaldık. O akşamdan sonra sohbetlerin ardından yatmaya bize gittik.
Hacı baba bundan sonraki Of ziyaretlerinde bizim köyle, Süleyman Akyüz hocanın babası Mehmet Akyüz’ün köyünü merkez yapmıştı. Bir gün yine Of’a geldi. Buluştuk. O günlerde sel gelmiş bizim köyün sal köprüsü yıkılmıştı. Fakat bunu Hacı babaya demeye fırsatım olmuyordu. Bana dedi ki “bu sefer Mehmet’e çıkalım.” Ben sevindim ama o zaman yol yok, araba yok ve köy oldukça yüksekte yağmurda yağıyordu, biz bu halde köye çıktık. Bir akşam orada kaldık daha sonra ayarladığımız bir atla bizim köye gittik. Böylece irtibatımız devam etti.
Bir gün bizi ziyaretten dönerken beraberce Of’a doğru bir müddet yürüdükten sonra yol kenarındaki bir ağaç kütüğünün üzerine oturduk bu esnada bana “Ahmet evladım sana irşad ve zikir dersi verme vazifesi veriyorum” dedi. Benim o zaman insanlara hitap edecek bir kabiliyetim yoktu ve böyle ağır mesuliyetlerin altına girmeye de hevesim yoktu. Bundan dolayı çekingen davrandım.
Bunun üzerine “İnsanlardan ve insanlığa hizmet etmekten niçin çekiniyorsunuz,” dedi. Ardından da “Eskiden dergahlar vardı oralarda insanlar otuz-kırk gün seyr-i sülük eğitimi görüyor ve bir şeyler öğreniyordu. Siz ise aşağı yukarı yirmi sene ilim tahsil ettiniz. Acaba yirmi otuz senelik bu ilim tahsilinizin, otuz kırk günlük seyri sülük kadar feyzi bereketi yok mudur? Niye çekiniyorsunuz?” dedi ve “Bir insana görev verildi mi onun itiraz hakkı yoktur. O görevini yapmak için çalışmakla mükelleftir. Allah da ona yardımcıdır.” buyurdu. Dolayısıyla itiraz hakkımızı kaybettik ve çok değerli sohbetlerde bulunarak Of’a kadar yürüdük ve Of’tan Hacı babayı Trabzon’a yolcu ettik. Daha sonra kendileri bir vekaletname yazarak gönderdiler. Zaman içerisinde bazen kendisi geldi, bazen biz ziyaretine giderek irtibatımız devam ettirdik.
Kendi evinde Pazar günleri sohbetler olurdu. Onun sağlığında zaman zaman bu sohbetlere devam ettik. Rahmet-i Rahmana kavuşunca yazdığı vasiyetname üzerine tebliğ ve irşad faaliyetini bize devretmişti.
Hacı baba’nın büyük oğlu Necmeddin gibi insana da ben rastlamadım. Hacı baba rahmet-i ilahiye kavuştuğu gün gece saat 10 da kapı çalındı. Açtım Kenan Akıntürk, Suat Kurtuldu, Nihat Kastan ve Hacı Necmeddini i gördüm. Hayırdır dedim. Bu arada Annem hemen sofrayı hazırladı. Necmeddin bana Hacı babanın vefat ettiğini söyledi ve vasiyetini göstererek öncelikle pazar günleri Trabzon’a gelip cemaate rehberlik yapmamın gerektiğini söyledi. Talebelerimin olduğunu bundan dolayı gelip gitmemin zor olduğunu öne sürerek bu işten affımızı istediysek de sonunda razı olduk. Hacı Necmettin daha sonra da Trabzon’a yerleşmem için ısrar etti. Eğer Necmeddin olmasaydı bütün Trabzon’u bana verselerdi ben Trabzon’a gelmezdim.
Bu vasiyet üzerine beş yıl Trabzon'a gidip geldik.
Daha sonra kurstaki görevimizden de ayrılarak Trabzon’a yerleştik. Ama biz Trabzon’a geldikten 1 ay kadar sonra Necmeddin kardeşimiz de hakkın rahmetine kavuştu.
Bu beş yıl içinde bizleri hiç bir menfaat gözetmeden hatimlerden sonra gece yarısı Of’a getiren Suat Kurtuldu kardeşimizi unutmam da asla mümkün değildir.
Onu burada takdir ve minnetle anmak isterim. Kendisi tam bir çile ve hizmet eridir. Bizi beş sene boyunca Pazar günü yatsı namazından sonra yapılan hatmin peşinde Trabzon’dan Of’a yani köye getirmiştir.
Hocamızın kütüphanesinde tarikat-ı Nakşibendi'ye ile ilgili birçok eser mevcuttu. Hacı Abdurrahman Efendi kitaplara çok düşkündü, gittiği her seyahatten birkaç kitap alarak dönerdi. Bu kitapların çoğunu da o devirde kitap bulma imkanı olmayan talebeye ve hocalara hediye ederdi. Hacı Efendi köyden ayrılarak şehre gelmelerini de şöyle anlatır.
“Babamın mesleği beşikçilikti. Babası, köyleri satıp da şehre geldiği için dedesine dua ederdi. “Allah onların kabrine nur doldursun. Köylerde kalsaydık hem cahil kalacaktık, hem de “köy, körlüktür” derler, köydeki insanlar cehaletleri sebebiyle genellikle kavgacı olur, zulümkâr olurdu. Oradan bu vesile ile kurtulup buraya geldik,” derdi.
Ben de bundan istifade ettim. Babamın beşikçilik sanatı da hoşuma gitmedi. Boş vakitlerimde medreseye gittim, böylelikle ilimle ve ilim ehli insanlarla tanıştım. Ardından kitapçılık yapmaya ve kitap toplamaya başladım,” dedi.
Özel olarak Çalekli Hacı Dursun Efendi ile birbirlerini çok severlerdi. Çaykara’dan Hasan Efendi, Çaykara Müftüsü Yusuf Efendi, Of Müftüsü Celal Efendi gibi zatları da, zaman zaman ziyaret ederdi. Hacı Abdurrahman Efendi'nin ziyaretleri mûtat idi. Genelde senede iki üç defa ziyarette bulunurdu. Bir ilkbahar da gelirdi birde sonbaharda. Bu gelişlerini, insanların bağ bahçelerde meşgul olmadığı zamanlara göre ayarlardı. Çünkü hiç kimseyi işinden alıkoymak istemezdi. Geldiği zamanda bir müddet o civarda kalırdı.
Hacı Abdurrahman Efendi genelde Trabzon’da bulunurdu. Sık sık Gümüşhane’ye giderdi bilhassa yaz dönemlerinde Gümüşhane'de bir ay civarında kalarak, yaylaları ziyaret edip irşad faaliyetini sürdürürdü. Gümüşhaneli Hazretlerinin memleketi olduğu için burayı ihmal etmek istemezdi. Bize de “Gümüşhaneye sık gider gelirim. Belki arkadan bir filiz yetişir. O yüzden burayı bırakamam,” derdi.
Bir sene Gümüşhaneye gitmeden evvel, bize gelmişti. Dedi ki “Gümüşhane’ye gelseniz de oradaki ihvanlarımızla sizi tanıştırsam.” “Emir buyurursanız gelirim,” dedim. "Ben sana mektup yazarım, sen de gelirsin dedi" ve gitti. Birkaç gün sonra mektup gönderdi. Mektupta “Yirmi bir gün sonra seni Gümüşhane'de bekliyorum,” diyordu. Bu tarihte bir yanlış anlama oldu. Hacı Efendi mektubu ayın 28 inde yazmış ve yirmi bir gün sonrayı kastetmiş, ben ise ayın yirmi biri anladım. Arada üç gün fark var. Ben de ayın yirmi birinde Gümüşhane’ye gittim. İkindi namazı nerede ise geçecekti. Hacı Efendi bana “Gümüşhane’nin büyük bir camisi var, orada buluşuruz,” demişti. Alel acele caminin avlusuna girdim. Abdest almaya gidiyordum. Tam o anda aminin avlusunda sakallı, gözlüklü, yaşlı birisi oturuyordu. İsmini daha sonradan öğrendiğim bu zat Hafız Mehmet isimli çok muhrik bir sedası olan ve tegannisiz Kur’an okuyan nadir bir kurra hafız idi. Bu zat bana “sen Oflu Hafız Ahmet misin?” diye seslendi. Ben Gümüşhane’ye daha önce hiç gitmemiştim. Hayrola dedim nasıl tanıdın. Bir oturalım dedi. Ben namaz kılmadım abdest alıp kılayım, dedim. Bana “Beş dakika oturalım, sonra kılarsın,” dedi. Tekrar selam verdim oturdum. O kişi tekrar, Oflu Hafız Ahmed sen misin? diye sordu. Evet, dedim. Hayrola. Burada üç gündür nöbet tutuyorum. Hacı Abdurrahman Efendi sana bir mektup yazmış. Bize, “Ben yirmi bir gün sonra dedim ama o ayın yirmi biri hesap etmiştir. Her ihtimale karşı siz burada bekleyin, gelirse onu misafir edin, ben geleceğim,” dedi ve Kelkit’e gitti.
Daha sonra namazı kıldık. Oradan Ömer Karabulut isimli ihvandan bir zatın oteline gittik. Buranın sahibi de Hacı Abdurrahman Efendiye mensup muhterem bir kardeşimizdi ve oteli de çok temizdi.
Gurbete çıkınca evlerde misafir kalmaktan pek hoşlanmadığımdan otelciye, “Bana bir yer ayarla bu akşam burada kalayım,” dedim. Otelci “Seni burada bırakmazlar,” dedi. Ben ısrar edince yeri ayırdık. Bu arada epey cemaat toplandı sohbet ettik. Bu arada maliye tahsildarı Zekeriyya Güler bey isimli bir kardeşimiz gelerek beni evine davet etti. Ben otelde yer ayırdığımı söyleyince O “Burada kalamazsın, eve gideceğiz, benim misafirim otelde olunca, ben yatıp uyuyamam ve Hacı babaya cevap veremem” diyerek ısrar etti. Mecburen o akşam onlarda kaldık. Zekeriya Güler isimli bu kardeşimiz genç yaşta vefat etti.
Zekeriya kardeşimizin evi oldukça kalabalıktı. Bu ziyarette unutamadığım şeylerden biri de Zekeriyya’nın ailesi yaylaya gittiği için evde hizmet edecek 12 yaşında ki kızından başka kimse yoktu. Çocuk daha masaya uzanamıyor. Masayı çekerken kaldıramadığı için ayağından tutarak sürüklüyordu. O akşam cemaatin hizmetini bu küçük çocuk yaptı. Sabah namazına gidince Hacı baba’nın Kelkit’ten dönmüş olduğunu gördük. O günün şartlarıyla ne zaman yola çıkıp namaza yetiştiğini anlamamışsak da verdiği sözlerde ne kadar titiz olduğunu bir kere daha görmüştük.
Üç gün Zekeriyya da kaldık. Evden ayrılacağımız gün o kız çocuğu babasına “Babaçığım hocalarıma söyle birkaç gün daha bizde kalsınlar da hizmetlerini yapıp dualarını alayım” dedi. Bunu hiç unutamam.
Gümüşahane’den Bayburt’un 7-8 km dışındaki Keskesi köyündeki ders arkadaşım Mikdat hocanın ziyaretine gittik. Mikdat hoca cumhuriyetin ilk devirlerinde Arapça dersine başladığımız beş arkadaştan birisiydi. Mikdat hocanın köyüne yol var, fakat araba yoktu. Bir fayton kiralayarak yola çıktık. Yolda soğuk bir suyun yanında namazlarımızı kılıp yolumuza devam ettik. Mikdat Hoca'da üç gün misafir kaldık. Bu günlerde çevreden çok kalabalık bir cemaat toplandı, sohbet ve hatimler yaptık, bu arada intisap edenler de oldu. Ama Mikdat hocanın evinde hatim taşları olmadığı için hatimlerde fasulyeleri kullandık. Gece orada kaldık ama köyde bir sinek var ki insana rahat vermiyor. Hacı baba “Mikdat bunlara ilaç kullansan“ dedi. Mikdat “bunların hepsi canlı. Benim canım acıyacak diye, sineğin canına kıyamadığım için, ilaç kullanmıyorum,” diye cevap verince, Hacı Abdurrahman Efendi, çevresine zikir dersi vermek için, onu görevlendirdi.
Köyü işgalden bu sinekler ne hikmetse Mikdat’a hiç yanaşmıyorlar fakat bizi ise sabaha kadar yalnız bırakmadılar. Sabahleyin Hacı baba’ya bir at verdiler ve kestirme yollardan giderek kısa bir zamanda ana yola indik. Attan inen Hacı baba yolun kenarından küçük taşlar toplayarak Mikdat hocanın hatim taşlarını verdi. Oradan Bayburt’a geçtik. Daha sonra Mikdat’la beraber İstanbul’a riyazete gittik. Dönüşte rahatsızlandı. Kısa bir müddet sonra kan kanserinden genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Hacı Abdurrahman Efendi, Zonguldak’tan Artvin’e kadar olan Karadeniz bölgesini boş bırakmazdı. İstanbul, Kırşehir, Ankara çevresinde de bir çok müridi vardı. Samsun’da oldukça geniş bir cemaate sahipti. Burada isimlerini hiçbir zaman unutamayacağım Hüseyin ve Ali Manzak kardeşleri, Hacı Şuayip Kosif’i ve isimlerini hatırlayamadığım bir çok kardeşimizi de zikretmek isterim. Bunlar Hacı Abdurrahman Efendi ile beraber diğer illeri dolaşırlardı. Bu sınırlarını çizdiğimiz bölgenin dışına pek nadir olarak çıkardı. Erzurum’dan öteye gittiği bilmiyorum.
Hacı Abdurrahman Efendi “Keramet haktır. İnsanlar bir radyo yapıyor, frekansını bir yere ayarlıyor ve yayınları duyabiliyorsunuz. Halik’ın yarattıkları onlardan çok daha mükemmeldirler. Ama kerametler günün insanları için bir istismar vesilesi oluyor. Bir insan büyük olursa, bir tarikat büyük olur düşüncesi en büyük hatadır. Çünkü büyüklük Allah’a, kulluk ve ümmetlik biz insanlara mahsustur. Üstünlük ancak takvadadır,” buyurarak bizlere nasihatte bulunurdu.
Hacı Abdurrahman Efendi’nin de muhakkak ki kerametleri vardı. Fakat bunların gündem olmasından sürekli rahatsız olur ve “Halik, bunu dilediğine verir. İnsana değer kazandıran kerameti değil, istikametidir, Kişinin hayatında dikkat çekecek olaylar olur. Ama bizim için dış hali önemlidir. Çünkü hayatının ölçüsü Kur’an ve sünneti orada müşahede edebiliriz. İnsan iç aleminden bir şeyler izah ediyorsa, bunlar ferdin ikrarı ile oldukları için, ispatta zorluk çekiliyor. Bu ifadelerde çok doğru olan hususlar varsa da bazı kendini bilmezler, insanları aldatıcı ifadeler kullanmaktan geri durmuyorlar. Biz bu yola pek rağbet etmiyoruz. İnsanın maneviyatının büyük olduğuna inancımız vardır. Çünkü bütün kainat insana hizmet için yaratılmıştır. İki değişik noktadaki karıncaların birbirleri ile irtibat sağladığını ilmen ispat ediyoruz. Bu hakikat ortada iken, bir insanı bunun altındaki bir makamda görmek, ancak cehaletten kaynaklanır. Varlığın hepsi, insan için yaratılmış ve hiçbir mükellefiyete tabi tutulmazken, manevi bir dünyası olan insanın Allah’ın izniyle bazı manevi güçlere sahip olduğunu düşünmekten daha makul bir şey de yoktur,” buyururdu.
Benim çocukluktan beri adetimdir, bir şey sormaktan utanır ve sıkılırım. Bu büyüklerimize karşı saygımızdan ve bir yanlışlık yaparak onları kırıp incitmek istemeyişimizdendi. Bir gün Hacı baba köye geldi ve birkaç gün kaldı. O sıralar ayağımı incitmiştim. Bundan dolayı da ağırmakta ve gezmekte zorluk çekmekteydim. Bazı meselelerim var bunları sormak istiyor fakat müsait bir zamanda bulamıyordum. Ziyaretini tamamlayıp köyden ayrılacağı sabah kendisini yolcu etmek için dereye kadar indireceğiz. O zamanlar şimdiki gibi köprü yoktu. Sal köprüler vardı. Oradan karşıya geçip arabaya bindireceğiz. Sabahleyin birkaç kişi kendisini yolcu etmek için dereye kadar gelmek istedi. Onlara “Beni Ahmed getirsin,” dedi. Beraberce indik, dereyi geçtik. Biraz ileride Of’a giden arabalar vardı. “Hocam, yukarı geçelim, oradan bir arabaya binersiniz,” dedim. O, “Biraz yürüyelim, hem de sohbet ederiz. Araba gelirse de bineriz,” dedi.
Epey yürüdük. Yolun kenarında bir ağaç kütüğü görünce “Buraya oturalım,” dedi, oturduk. Kendisi çok güzel Kur’an okurdu. Fakat, bazı ihfaları yapmıyordu. Ben de “Acaba namazda ihfanın bir fazileti yok mudur ki hocam bunları terkediyor?” diye düşünüyor, fakat “Niye terkediyorsunuz, “ diye de soramıyordum. Konu hiç buralara gelmemişken aniden “İhfa çok güzeldir, faziletlidir ama insan ihitiyarlayınca sesi bozuluyor, nefesi de yetmiyor,” dedi. Hocama karşı ilk devirlerde samimiyetimi artıran hadise bu olmuştu. Ben cevabımı almıştım, o kadar yol yürümeme rağmen ayağımda da bir ağrı kalmamıştı.
Köyde imamlık yapıyordum. Köylü “Hastalarımızı okuyacaksın, yoksa seni burada saklamazlar,” dediler. Ama biz gençtik, okunmak için genç hanımlar geliyordu. Bu durumdan sıkılmakta ve tedirgin olmakta ve gelenleri okusam mı? okumasam mı? diye düşünüyor fakat Hacı babaya bu husustaki fikrini de soramıyordum. Yine bizleri ziyaret ettiği bir zaman aniden “Kendi nefsinizi hatalardan koruyun, ama insanların meşru olan arzu ve ihtiyaçlarını da reddetmeyin. Onlar sizden bir şey bekliyorsa, siz elinizden geleni onlardan esirgeme hakkına sahip değilsiniz,“ buyurarak sorumun cevabını vermiş oldu.
Bir de amcamla aramızda yer meselesinden bazı ihtilaflar olmuştu bu hususta da tavsiyelerini öğrenmek istiyordum. Yine sohbet esnasında “Dünya için münakaşaya değmez” buyurarak bu hususta da bize rehberlik etti.
Hacı Abdurrahman Efendi hediye alır ve verirdi. Ben onun bu özelliğine hayrandım. Küçük bir çantası vardı. Bu çantanın içinden şeker ve benzeri şeyler asla eksik olmazdı. Ne kadar gezmiş isek, hangi eve gitmiş isek bir çocuk görüp de ona şeker vermediğine şahit olmadım.
Kendisine çok hediye gelirdi. Ancak hediyeleri evinde iki günden fazla saklamazdı. Hemen etrafa, komşulara, gelene gidene dağıtırdı. Bu hediyelerden çok nadir olarak ev halkına da ikram ederdi. Fakat toplumu daha öncelikli olarak düşündüğü için aldığı hediyeleri gelen insanlara verirdi.
Misafir gittiği yerlere mutlaka büyük, küçük bir hediye getirirdi. Bize şunları tavsiye ederdi. “Hediye verin, hediyeleri kabul edin. Hediye sadakadan üstündür. Hediye Müslümanlar arasında muhabbeti artırır. Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz. Bir insanla arkadaş olduğunuz zaman onu bir defa yemeğe davet edersin, ikram edersin. Ardından ikinci defa davet ve ikramda bulunursun. Daha sonra üçüncü bir defa davette veya bir ikramda bulunursun. Buna rağmen arkadaşından bir mukabele, fedakarlık görmez isen onunla arkadaşlık yapma.”
İrtibatların devamına büyük hassasiyet gösterirdi. Kendisine yazılan mektubu hiçbir zaman cevapsız bırakmazdı. Ben de de birçok mektubu vardır. Ben cevap yazma konusunda biraz tembelim. Hürmetimizi belirtmek için Of’tan Trabzon’a mektup yazardık. Mektubumuza hemen cevap verirdi. Tebrik ve iltifatlarını hiçbir zaman kesmezdi. Sadece bize karşı değil, herkese karşı tavrı aynıydı. Hatta kendisine değişik çevrelerden mektup gelirdi. Gönderdiği cevabi mektuplarda öncelikle, mektubunu aldığını belirtir, ardından ifade-i meramını anlatırdı. Mektuplarını, Osmanlıca yazardı. Mektuplarının başlıkları Arapça ve Farsça ile karışık ve değişik üslupta idi. Mektupları edebi bir üsluba sahipti.
Davetlere icabet etmeye de azami dikkat ederdi. Hatta bir gün Rize’nin Kendirli kasabasına gittik. Oradaki cemaat “Hoca Efendi bu sefer geç geldiniz,” dediler. O da, “İstemediniz ki, erken gelseydik,” diyerek, İstek olunca icabet gerekir buyurdu.
Misafirlerinin ağırlanmasına da aşırı titizlik gösterirdi. Uzaktan gelen bazı misafirlere kendi odasını tahsis ettiği de olurdu. Misafirlerini, kesinlikle ikram etmeden yollamazdı. En azından şeker ve kahve ikram ederdi.
İhvanını ziyarette bulunur “Bu bir samimiyettir,” derdi. Bu olayların verdiği feyz ve tecellileri anlatmak istesek de gerektiği gibi anlatamayız. İhvanına karşı sevgisi sonsuzdu. Onlar ziyaretine gelmezse bile, onları ziyaret ederek, nasihatte bulunurdu. İhvanı arasında bir ayrıcalık yapmazdı, “Bizim aramızdaki bağ, Allah için olan muhabbet bağıdır, Bunu ifade etmek de zordur,” buyururdu.
Kadınlara karşı hiç bir zaman sünnet-i Resulullah’ı terk etmemiştir. Hiç bir kadına el vermemiştir. 1967 yılı hac dönüşünde kalp rahatsızlığı geçirir. Bir müddet İstanbul’da aldıktan sonra Trabzon’a döner ve evinde istirahat eder. Bir gün rahatsızlığı sebebiyle dalgınlığından istifade eden yaşlı bir hanım, elini öper durumu fark eden Hacı Abdurrahman Efendi kadını ikaz ederek, bu davranışından dolayı Allah’ın kendisini affetmesi için tevbe etmesini ve kendisine kırıldığını ifade eder. Kadınlarla, yanında mahremi olmadan katiyyen görüşmezdi. Oldukça geniş bir hanım cemaati de vardı. Ama hiçbir zaman hiç bir kadın eli, Rasulullahın eline değmediği gibi. Onun da eline değmemiştir.
Bize yaptığı tavsiyelerde, “Hiç bir hanıma elinizi vermeyiniz,” derdi. Hanımları irşad ederken bir yerde oturur. Yanlarında bir erkek yada kadının mahremlerinden birini bulundurarak, onlara gereken tavsiyelerde bulunurdu.
Meczuplara da, diğer insanlara davrandığı gibi davranırdı. İnsanlar arasında ayırım yapmazdı. İnsanların hepsine karşı şefkatli idi. İyi davranırdı. Ve hepsini iyi görmeyi tavsiye ederdi.
Fakirlere karşı kendi imkanlarını kullanırdı. Zenginlerden onlar için yardım alırdı. Hatta zenginler için şöyle derdi; Burada şu kadar yaşadık, “Şu zekatımı alda, fakirlere ver diyen,” bir zengini de görmedim, derdi. “Bunlar ne kadar cimrileşmiş,” diye üzüntülerini ifade ederdi. Kendi imkanlarını kullanır, başkalarından bir şey istemezdi. Ancak fırsatını bulduğunda, fakirlere dışarıdan yardım toplamayı da ihmal etmezdi.
Anlaşılır şekilde sohbet yapardı. Adeta herkesin alması gerekenleri cebine kordu. Kendisiyle yaptığımız seyahatler esnasında şöyle bir olay yaşadık. Bir camiye gitmiştik. Orada Hoca Efendiyi vaaz etmek için kürsüye davet ettiler. Kürsüye çıkınca: “Herkes abdesti ilmi olarak size anlattı, ama ben başka şekilde anlatayım" diyerek, kollarını sıyırıp, göstere göstere abdesti güzelce anlattı. Ardından namazın kılınışını da bu şekilde anlatınca,” cemaat çok oldu. Bir çok noksanlıklarını giderdiği için kendisine şükranlarını ifade ettiler.
Sürekli olarak “Tasavvuf ehlinin ölçüsü sünnettir. Bundan dolayı, sünneti, hayatlarının her kademesine uygulamaya gayret ederler,” derdi. Kendisi de buna çok dikkat ederdi. Nasıl ki Resul-ü Ekrem Efendimiz yolda koşarak ve süratli bir şekilde gitmezdi. Hacı Abdurrahman Efendi de öyle idi. Yolda giderken ona yetişmek isteyenler ona yetişemezlerdi. Kafasını hiçbir zaman sağa sola çevirmez. Bize de öyle tavsiye ederdi. “Nereye gidiyorsanız oraya gidin, başınızı öteye beriye çevirmeyin.” Yokuşta insan nasıl yavaş gider de, hızlı inerse öyle giderdi. Selamı da kimseden esirgemezdi.
Her şeyi çok temizdi. Bize ilk geldiklerinde, bizim evler köy evleriydi. Tuvaletlerin yanında lavabo gibi müştemilşat yoktu. Bize “Şu tuvaletten çıkınca, bir lavabo, birde sabun olsa ne güzel olur,” buyurarak bizleri nazik bir şekilde ikaz etmişti. Giyimde lüksü tercih etmez, fakat giydiklerinin temiz olmasına büyük titizlik gösterirdi.
Hocamız hemen hemen yediği her lokmada besmele söylerdi. Sofrada tuz bulundurur. Yemeğe tuz ile başlar ve tuz ile bitirirdi. Hazreti Ali’den rivayet edilen “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitiren kimse, mide ve bağırsak hastalığı görmez.” hadisini anlatır, buna dikkat eder ve ailesine de bunu çokça tavsiye ederdi.”
Su içerken de adaba riayet ederek, suyu oturarak ve üç yudumda içerdi. Ayakta içmenin zararından bahsederdi. Sofrada su bulundurmaya özen gösterir ve “İkramın en faziletlisi hane sahibi tarafından verilen sudur", buyururdu.
İsraftan kaçınır, müsrif olmayan bir hayat yaşardı. Sahip olduğu imkanları insanlara infak eder, fakat evlatlarından hiçbir zaman bir şey istemezdi.
Ticaret ahlakı da örnekti. Hatta ortaklıkta yapmıştı. Of’ta meşhur Hafız Mustafa vardı. Onunla birlikte belli bir müddet ortaklıkta bulunmuşlardı. Sonra Hafız Mustafa Of’a gitmek isteyince ayrıldılar. Ticaretinde fedakârdı. Küçük hesaplar içerisine hiç girmemiştir. Daima ölçü ve tartıda karşısındakinin lehine davranırdı. İnsanları hiçbir zaman mahcup etmeyi istemezdi. Hatta şöyle bir olay olmuştu; Birisi göz göre göre masanın üzerindeki parayı alıp giderken, oğlu da peşine gitmek istedi. O, bırak her ne kadar yaptığı yanlışsa da ihtiyaç sahibi olabilir diye takibini men etti.
“Müslümanın bulunduğu safı tespit etmesi gerekir, kendi hakkını koruması için inancından taviz vermeden yapabileceği şeylerden kaçmamalıdır.” derdi. Aktif bir şekilde siyasi faaliyetlerde bulunmadı. Halk partisinin cumhuriyetin ilk yıllarındaki baskıcı idaresine karşılık, ihvanına Demokrat Partiye yardımcı olmalarını tavsiye etti. Daha sonra Milli Nizamın kurulmasında yardımı oldu. “İslam, Hakk - Batıl mücadelesidir. Bir mü’minin batılın saflarında olması mümkün değildir,” diye söyleyerek ihvanını bu yapının kurulması için teşvik etti.
Said-i Nursi Hazretleriyle Trabzon’a geldiği zaman görüşen Hocamız, Rize’de onunla irtibatı olan, ismini şu anda hatırlayamadığım bir doktoru da ziyaret ederdi. İstihbarat onu takip ederek bir gün ifadesini almak isterler. Kendisine “Sen Nurcu musun?” diye soran yetkililere Hacı Abdurrahman Efendi “Nurcu değilim, ama nursuz da değilim,” diye cevap vermiştir.
Elmalı’nın tefsirlerini okurdu ve bunu tavsiye ederdi. Ömer Nasuhi Bilmen’i de hayırla anardı. İyi birer âlim olduklarını söylerdi.
Devlet adamlarıyla ilişkisi olmazdı. “Görüyorsunuz bunlar beni sevmez,” derdi. Çünkü “Biz cumhuriyetin ilk günlerinde kitap satıyorduk. Kitap satmamızı yasakladılar. Evler aranacaktı. Evden kitapları çuvallara doldurup bir at arabası kiralayıp ona yükledik. Hamal da bunların üstüne oturdu. Güya odun var diye Akçaabat’ın bir köyüne götürdük, Biz her evde bir Kur’an bulunsun isterdik. Emniyete sorardık ne satalım. Kur’an-ı Kerim ve Mevlüd satabilirsiniz, derlerdi. Sattığımız zaman da yine gider alıp götürürdüler. Tekrar satış izni için başvururduk, yine alın satın derlerdi, arkasından polis gelip kitapları alırdı. Bir gün polis geldi ve Kur-anları mangala attı. Arkadan birde bizi tartakladılar. Sonra götürüp üç günde içeride yatırdılar. Onun için bunlarla birbirimizi sevmeyiz,” derdi.
Bize, "hiçbir zaman şeyhinizi methetmeyin, şeyhiniz için kutup demeyin,” derdi. Arkasından kendisini kutup diye tanıtmak isteyen bir müntesibini çağırarak “İnsanları niçin sahip olmadıkları makamlarda gösteriyorsunuz?” diyerek azarlamış ve her halinde olduğu gibi kendisiyle ilgili meselelerde de daima tevazu yolunu seçmiştir.
Sünnete uymaya büyük bir itina gösterirdi. Bir örnek verecek olursak, tabağına dolma koyarken hiç bir zaman çift koymamıştır. Ya bir dolma alırdı, yada üç dolma. Buna çok dikkat ederdi. Biz kendisinde, sünnetin dışında bir hareket görmedik. Şunu sayalım da şu kalsın dersek, eksik olur. Sünnete kasıtlı muhalefet eden insanların insanlığa hizmet edemeyeceğinden bahseder ve bu gibilerden uzak durmamızı söylerdi.
Abdest ve namaz hususunda dikkati çeken bir özelliği yoktu. Orada da tadili erkan ve sünnete riayet ederdi. Teheccüdü namazlarını aksatmaz, sabah namazını kılınıncaya kadar, yatmaz, misafir olduğu zaman bile işrak vaktini bekler, ekseriyetle namazını kıldıktan sonra kahvaltı yapardı. Ondan sonra da bir müddet uyurdu. Kalkınca Delail-i Hayrat’ı ve Kur’an-ı Kerim okur. Sonra öğle vakti yaklaşırdı. Abdestini alır ve halkla sohbet ederdi. Genellikle yatsıdan sonra hemen yatardı.
Hastalığından hiç bir zaman şikayetçi olmamıştı. Hatta tevekkül ehli idi. Doktarların uzun boylu perhiz ve tavsiyelerine bağlanmazdı. Ortalama gidelim derdi. Hasta iken, çok fazla perhiz vermişlerdi. Yemek yerken oğlu Necmeddin; “Baba bunlar biraz yağlıdır, tuzludur,” deyince, yemeğime karışma dedi. Bunları Allah (c.c.) fayda için yarattı. Ondan sonra da, “Ye Abdurrahman ye, bundan sonra kimse yemeğine karışamaz,” dedi.
“Vefa ilahi emirdir,” derdi ve verdiği sözleri kesinlikle yerine getirirdi. Bize şu gün geleceğim, deyip de, gelmediğine hiç rastlamadık.
Rızk hususunda “Tasavvuf ehli, kamil insanların bir düşünce telaşı olmaz,” derdi. Cenab-ı Allah (c.c) “Yeryüzündeki bütün varlıkların rızkı, bizim üzerimizedir, dedikten sonra, bu hususta endişeye kapılmak yersizdir." derdi. Kendileri belli bir zaman ticaretle meşgul oldular. Buradaki gayesi de, topluma İslam’ı tebliğ etmekti. Çünkü her yerde her zaman her şey anlatılamıyor. Onun için o dar günlerde, ticaret şemsiyesi altında tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürmüştür.
Bize “Kur’an ve Sünnet yolunda yürüyen cemaatler, isimleri farklı olsa da tek bir cemaattir. Kur’an ve Sünnetin dışındakilerin de hepsi bir cemaattir. Biz bunları en güzel şekilde böyle tanıyabiliriz. Eğer Kur’an-a ve Sünnete hizmet etmeye karar vermişseler, hepsi bizim kardeşlerimizdir. Kur’an ve Sünnetin dışındaki tasavvuf yollarının hepsi batıldır. Bu hususlara çok dikkat ediniz,” derdi.
Hocamız, Mehdi (a.s) Hazretleri ile ilgili hadisleri okur ve anlatırdı. “Kıyamet alametlerini zamana bağlamayınız, Çünkü Allah’ın indinde, zaman yoktur,” derdi. "Cenab-ı Allah (c.c) Peygamber’e ve bir takım evliyaya bazı keşifler ihsan eder. Bunlar bir film şeridi gibi gelip geçici şeylerdir. Kâinatta olacak-bitecek bütün işler, saniyeler içinden insanın gözünün önünden geçip gider. Bu zat-ı ilâhinin tecellileridir. Araya saniye de girmiyor. Belli şeyler olacağını insan keşfedebilir. Fakat hadisenin zamanını bilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı gelecekle ilgili hadiselere, zaman tayini yapmayın derdi. Eğer öyle yaparsanız, sonra sözleriniz yanlış çıkar. Bu da İslam’a mal edilir. Onun için olacaklar hakkında, Mehdi’nin (a.s) geleceği hakkında kaydedilmiş olan hadisler, itikat kitapları sonundaki Mehdi kayıtları, boşu boşuna kayıtlara alınmamış. Onun için Mehdi bekleniyor. Hatta bazı olaylara dikkatler çekiliyor,” derdi. Buharideki, kıyametle alakalı on büyük alameti anlatan hadisler dışında, herhangi bir şey söylemezlerdi.
“Hz. Adem (a.s) Hakk ile geldi, batıl yok idi. Batıl sonradan geldi. Sonradan gelen şeyler arazdır. Bunlar bulutlar gibidir. Güneş Haktır ama bulutlar arazdır,” diye söyleyerek “Müslümanların üzerindeki karanlık bulutlarının araz olduğunu, inşaallah kısa zaman içerisinde dağılacağını" ifade ederdi.
İslam’ın geleceği pek parlaktır. Ama ne zamandır onu bilemiyoruz. Güneş doğmadan önce bulutlar havayı karartır. Patırtı gürültü olur. Şimşekler çakar, yıldırımlar düşer. Bunlar olacak ama, sonunda bütün bulutlar gidecek. Bundan dolayı kesinlikle ümidimizi kesmememizi bize tavsiye ederdi.
Edebiyatı severdi. Evinde beyitlerden bir bant doldurmuştu. "Beni irşad eden Yunus’un bir mısrasıdır", derdi. Arapça ve Farsça’yı bilirdiu, batı dillerinden bildiği yoktu.
“Dünya hayatı boyunca insanı tanımanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sünneti Kur’anın dışında görmemek gerekiyor. Tasavvuf ehli sünnete çok önem verir. Çünkü sünnet Kur’an’a dayalıdır. “Resûl size ne veriyorsa onu alın,” hükmü her halinize şamildir. Size ne veriyorsa, sözüyle, hareketleriyle, onu alın, neden nehyediyorsa, ondan kaçının. Sünneti böyle anlamamız gerekir,” derdi.
“Tasavvuf, Kur’an ve Sünneti önder, örnek almış. Onun dışındakilerin dalalet ve batıl olduğunu belirtmiş. Hakkın dışındakilerin hepsi şaşkınlık yollarıdır,” derdi.
Bütün tavsiyeleri, Kur’an ve sünnete bağlanmak içindi. Şöyle derdi: “Zaten inancımızı yıkmak isteyenler, evvela insanları sünnetten koparmaya gayret ediyorlar. İslam dini Peygamberimize Kur’anın gelmesiyle tamamlanmıştır. İslam dini Peygamberin hayatıyla tescil edilmiştir. Daha sonra sahabenin hayatıyla, ondan sonra yıllar boyu müttaki zikir ehli ulemanın hayatlarıyla imzalanmıştır. Bu bir gerçek, saklanamaz bir hakikattir.” İslam dininin böyle bir din olduğunu belirterek, insanların nefislerini tarikat mekteplerinde eğiterek terbiye etmesini tavsiye ederlerdi.
Hocamızla ilgili anlatılacak şeyler muhakkak ki bu kadarla sınırlı değildir. Biz onun hayatından şu kısa zaman içerisinde hatırladıklarımız ise aktarmaya gayret ettik. Umulur ki okuyanlar istifade ederler.
Mekke-i Mükerremede Hafız Ahmed Zeki diye Hanefi mezhebine mensup bir Trabzon delili vardı. Bu zat çok muttaki ve samimi bir insandı. Biz hacca gidince Hacı baba’nın tavsiyesi üzerine o delilin yanına giderdik. Bizi evinde misafir ederdi.
Hacılarla uğraşmak çok zordur. Ne yapsan onları memnun edemezsin. Bu seyahatlerimiz esnasında bir hacı pasaportunu kaybeder. Ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Çünkü yeniden pasaport çıkartmak oldukça zor ve zaman isteyen bir işti. Biz ise ertesi sabah yola çıkacaktık. Delile gittik hadiseyi anlattık. O bu işi hallederiz ama zaman lazım dedi. Biz de arkadaşı bırakacak durumda değiliz bu lisan bilmez dedik. Bunun üzerine bir çaresine bakarız dedi. Ertesi sabah bizimle Mekke’nin çıkış kapısına kadar geldi ve “şöyle toplanın, ben dua edeyim sizler amin diyin inşallah geçip gidersiniz bir aksilik çıkarsa onu o zaman düşünürüz” dedi. Hafız Ahmet Zeki Efendi Mekke kapısından çıkarken çok uzun bir dua okur. Bu duayı hiçbir zaman unutamam. Böylece Mekke'den ayrıldık. Yol boyunca bir çok yerde pasaport kontrolü oldu, ama Türkiye’ye gelene kadar hiçbirinde o arkadaşımıza pasaportunu sormadılar. Böyle insanlar artık bulunmaz. Hafız Ahmet Osmanlıdan bahsederken gözünden aşağı yaşlar akardı.
Hacı baba bir gün vapurla Trabzon’dan İstanbul’a giderken Samsuna gelir. Gemi burada 5-6 saat mola verir. Hacı baba’nın geldiğini haber alan Hacı Şuayb Kosif hemen limana gelip onu gemiden alır. Hacı Şuayb hacı babanın biletini alınca 3 mevki olduğunu görür, gidip farkını vererek bileti ikinci mevki yapar. Daha sonra Hacı baba Hacı Şuayb’a “Bunun niçin yaptın” der. Fakat iltifattan da çok memnun olur. Bu bize Hacı baba’nın imkanı olduğu halde lükse yanaşmadığının bir başka delili idi.
Ben çocukluktan beri tasavvufa meraklı idim. On beş yaşlarına yeni girdiğim bir kış günü ders okumakta olduğumuz yedi arkadaşla (Zaten kaçak okuyoruz. Kimseye okuduğumuzu söylemiyoruz.) vakitlerimizi nasıl geçirelim, ne yapalım diye dertleşiyorduk. Ders okuduğumuz Hocamız bize çok samimi dostu, aynı zamanda Gümüşhanevî dergahına bağlı Mapsonalı Hacı Ahmed Efendiden bahsederdi. Vardığımız karar neticesinde bir kış günü Hacı Ahmet Efendi ile görüşmek üzere bir Cuma günü yola çıktık. O devirlerde araba bulmak mümkün değildi. Dolayısıyla üç dört saatlik yolu yürüme gidecektik. Yolumuzun üzerindeki Taşhan Nahiyesi’nden Hacı Ahmet Efendiye hediye olarak bir şeyler alacaktık ama paramız da yok. Çünkü o günler fakirlik dünyasının insanların hayatlarına tesir ettiği zamanlardı. Taşhandan Biraz ekmek, biraz şeker benzeri birkaç şey alarak yolumuza devam ettik.
Uzun bir yolculuktan sonra köye vardık ama Hocanın evini bilmiyoruz. Kime soralım derken yolun yukarısından aşağıya doğru piri fani, beyaz sakallı birisinin geldiğini gördük. Arkadaşlarımızdan birisi daha önce gördüğü Hocaefendiyi tanıdı ve “İşte Hoca Efendi geliyor” dedi. Derhal yanına giderek elini öptük. Bize, "camiye derse gidiyordum. Bana, belki misafirlerin gelir dediler. Bundan dolayı yolda oyalanıyordum.” dedi.
Elimizdeki bohçada bir şeyler vardı, ona verecektik ama çok az olduğu için hem utanıyor hem de çekiniyorduk. O durumumuzu fark ederek “Hediyeniz ne kadar azsa da, makbulümdür,” buyurarak elimizdekini aldı. Sohbetini dinleyip Cuma namazını kıldıktan sonra, kendisine intisap ederek geri döndük.
Kısa bir zaman sonra Hacı Ahmed Efendi vefat etti. Bunun üzerine birisine intisap etmeyi düşünürken, bir geçe Hacı Abdurrahman Efendi rüyama girdi. O zamanlar kendisini tanımıyordum. İlk gördüğümde rüyada gördüğüm zat olduğunu anladım.
Tahsilimizi tamamlayıp icazet merasimine sıra gelince Hocamız Muhammet Sula bizi Hacı Abdurrahman Efendiyi icazete davet için Trabzon’a gönderdi. O zaman rüyamda gördüğüm şahsın o olduğunu gördüm. Kendisine hocamızın selam ve davetini ilettik böylece de tanışmış olduk. O zamanlar 25 yaşında ve Of’un Melinos Köyünde tahsile devam etmekteydik.
Hocamız Muhammet Sula, Hacı Abdurrahman Efendiyle manevi bağlarının mevcudiyeti ve kitapçı olmasından dolayı zaman zaman görüşmekteydiler. Hocamız Muhammed Sula’dan on sekiz sene dini ilimlerle ilgili ders gördük, böylelikle medresede uzun bir zaman kalmıştık. Orada Arapça eğitimimizi tamamlayınca bir icazet merasimi düzenledi. Hocamıza bu çocuklar yıllardır okuyor onlara niçin icazet vermiyorsunuz denilince “icazet alan insan ilmi tamamladım sanarak tahsili bırakıyor” buyurarak bizleri ve onları susturmuş ve bizlerle bir ömür boyu ilgilenmiştir.
Hocamız çevreden meşhur hocaları ve tasavvuf ehli insanları çağırmıştı. Bu merasime Hacı Abdurrahman Efendi de gelmişti. İkindi namazını kılıp oturmuştuk. Namazdan sonra, Hocamız Hacı Abdurrahman Efendiye “Biz de olan zahir ilmini bunlara aktardık, bundan sonra onları size teslim ediyoruz. Siz de artık manevi yardımlarınızı bunlardan eksik etmeyiniz,” dedi. Hacı Abdurrahman Efendi ile tanışmamız ve 40 arkadaşla tarikat yolundaki intisabımız bu şekilde oldu.
Bundan sonraki günlerde hemen hemen her hafta Hacı Abdurrahman Efendiyi ziyaret için Trabzon’a gittim. Köyün orta mahallesinde imamlık yapıp talebe okuttuğum bir ara meşguliyetten dolayı kendisini bir müddet ziyarete gidemedim. Bir gün ikindi namazını kıldık talebelerimden Mustafa Akyüz “Hocaefendi geliyor” dedi. Nerede dedim “köyün girişindeki çeşmede abdest alıyor” dedi. Hemen çeşmenin yanına giderek kendisini karşıladık beraberce köye geldik. O zamanlar bu gün ki gibi değildi. İnsanlar bir şeyler öğrenmek için dinleyecek insan arardılar. O gün kadın erkek bir çok insan Hacı baba’nın sohbetine iştirak etti. Akabinde intisap ederek ders alanlar da oldu.
Cemaat dağılınca Hacı baba bana “niye geldim bilir misin” dedi. Ve “Resulullah Efendimiz gelmeyenlere siz gidin” buyurdu “ben de onun için geldim” dedi.
Ders arkadaşlarımızdan Tahsin Hoca vardı. O da Hacı baba ile tanışırdı. O akşam onda misafir kaldık. O akşamdan sonra sohbetlerin ardından yatmaya bize gittik.
Hacı baba bundan sonraki Of ziyaretlerinde bizim köyle, Süleyman Akyüz hocanın babası Mehmet Akyüz’ün köyünü merkez yapmıştı. Bir gün yine Of’a geldi. Buluştuk. O günlerde sel gelmiş bizim köyün sal köprüsü yıkılmıştı. Fakat bunu Hacı babaya demeye fırsatım olmuyordu. Bana dedi ki “bu sefer Mehmet’e çıkalım.” Ben sevindim ama o zaman yol yok, araba yok ve köy oldukça yüksekte yağmurda yağıyordu, biz bu halde köye çıktık. Bir akşam orada kaldık daha sonra ayarladığımız bir atla bizim köye gittik. Böylece irtibatımız devam etti.
Bir gün bizi ziyaretten dönerken beraberce Of’a doğru bir müddet yürüdükten sonra yol kenarındaki bir ağaç kütüğünün üzerine oturduk bu esnada bana “Ahmet evladım sana irşad ve zikir dersi verme vazifesi veriyorum” dedi. Benim o zaman insanlara hitap edecek bir kabiliyetim yoktu ve böyle ağır mesuliyetlerin altına girmeye de hevesim yoktu. Bundan dolayı çekingen davrandım.
Bunun üzerine “İnsanlardan ve insanlığa hizmet etmekten niçin çekiniyorsunuz,” dedi. Ardından da “Eskiden dergahlar vardı oralarda insanlar otuz-kırk gün seyr-i sülük eğitimi görüyor ve bir şeyler öğreniyordu. Siz ise aşağı yukarı yirmi sene ilim tahsil ettiniz. Acaba yirmi otuz senelik bu ilim tahsilinizin, otuz kırk günlük seyri sülük kadar feyzi bereketi yok mudur? Niye çekiniyorsunuz?” dedi ve “Bir insana görev verildi mi onun itiraz hakkı yoktur. O görevini yapmak için çalışmakla mükelleftir. Allah da ona yardımcıdır.” buyurdu. Dolayısıyla itiraz hakkımızı kaybettik ve çok değerli sohbetlerde bulunarak Of’a kadar yürüdük ve Of’tan Hacı babayı Trabzon’a yolcu ettik. Daha sonra kendileri bir vekaletname yazarak gönderdiler. Zaman içerisinde bazen kendisi geldi, bazen biz ziyaretine giderek irtibatımız devam ettirdik.
Kendi evinde Pazar günleri sohbetler olurdu. Onun sağlığında zaman zaman bu sohbetlere devam ettik. Rahmet-i Rahmana kavuşunca yazdığı vasiyetname üzerine tebliğ ve irşad faaliyetini bize devretmişti.
Hacı baba’nın büyük oğlu Necmeddin gibi insana da ben rastlamadım. Hacı baba rahmet-i ilahiye kavuştuğu gün gece saat 10 da kapı çalındı. Açtım Kenan Akıntürk, Suat Kurtuldu, Nihat Kastan ve Hacı Necmeddini i gördüm. Hayırdır dedim. Bu arada Annem hemen sofrayı hazırladı. Necmeddin bana Hacı babanın vefat ettiğini söyledi ve vasiyetini göstererek öncelikle pazar günleri Trabzon’a gelip cemaate rehberlik yapmamın gerektiğini söyledi. Talebelerimin olduğunu bundan dolayı gelip gitmemin zor olduğunu öne sürerek bu işten affımızı istediysek de sonunda razı olduk. Hacı Necmettin daha sonra da Trabzon’a yerleşmem için ısrar etti. Eğer Necmeddin olmasaydı bütün Trabzon’u bana verselerdi ben Trabzon’a gelmezdim.
Bu vasiyet üzerine beş yıl Trabzon'a gidip geldik.
Daha sonra kurstaki görevimizden de ayrılarak Trabzon’a yerleştik. Ama biz Trabzon’a geldikten 1 ay kadar sonra Necmeddin kardeşimiz de hakkın rahmetine kavuştu.
Bu beş yıl içinde bizleri hiç bir menfaat gözetmeden hatimlerden sonra gece yarısı Of’a getiren Suat Kurtuldu kardeşimizi unutmam da asla mümkün değildir.
Onu burada takdir ve minnetle anmak isterim. Kendisi tam bir çile ve hizmet eridir. Bizi beş sene boyunca Pazar günü yatsı namazından sonra yapılan hatmin peşinde Trabzon’dan Of’a yani köye getirmiştir.
Hocamızın kütüphanesinde tarikat-ı Nakşibendi'ye ile ilgili birçok eser mevcuttu. Hacı Abdurrahman Efendi kitaplara çok düşkündü, gittiği her seyahatten birkaç kitap alarak dönerdi. Bu kitapların çoğunu da o devirde kitap bulma imkanı olmayan talebeye ve hocalara hediye ederdi. Hacı Efendi köyden ayrılarak şehre gelmelerini de şöyle anlatır.
“Babamın mesleği beşikçilikti. Babası, köyleri satıp da şehre geldiği için dedesine dua ederdi. “Allah onların kabrine nur doldursun. Köylerde kalsaydık hem cahil kalacaktık, hem de “köy, körlüktür” derler, köydeki insanlar cehaletleri sebebiyle genellikle kavgacı olur, zulümkâr olurdu. Oradan bu vesile ile kurtulup buraya geldik,” derdi.
Ben de bundan istifade ettim. Babamın beşikçilik sanatı da hoşuma gitmedi. Boş vakitlerimde medreseye gittim, böylelikle ilimle ve ilim ehli insanlarla tanıştım. Ardından kitapçılık yapmaya ve kitap toplamaya başladım,” dedi.
Özel olarak Çalekli Hacı Dursun Efendi ile birbirlerini çok severlerdi. Çaykara’dan Hasan Efendi, Çaykara Müftüsü Yusuf Efendi, Of Müftüsü Celal Efendi gibi zatları da, zaman zaman ziyaret ederdi. Hacı Abdurrahman Efendi'nin ziyaretleri mûtat idi. Genelde senede iki üç defa ziyarette bulunurdu. Bir ilkbahar da gelirdi birde sonbaharda. Bu gelişlerini, insanların bağ bahçelerde meşgul olmadığı zamanlara göre ayarlardı. Çünkü hiç kimseyi işinden alıkoymak istemezdi. Geldiği zamanda bir müddet o civarda kalırdı.
Hacı Abdurrahman Efendi genelde Trabzon’da bulunurdu. Sık sık Gümüşhane’ye giderdi bilhassa yaz dönemlerinde Gümüşhane'de bir ay civarında kalarak, yaylaları ziyaret edip irşad faaliyetini sürdürürdü. Gümüşhaneli Hazretlerinin memleketi olduğu için burayı ihmal etmek istemezdi. Bize de “Gümüşhaneye sık gider gelirim. Belki arkadan bir filiz yetişir. O yüzden burayı bırakamam,” derdi.
Bir sene Gümüşhaneye gitmeden evvel, bize gelmişti. Dedi ki “Gümüşhane’ye gelseniz de oradaki ihvanlarımızla sizi tanıştırsam.” “Emir buyurursanız gelirim,” dedim. "Ben sana mektup yazarım, sen de gelirsin dedi" ve gitti. Birkaç gün sonra mektup gönderdi. Mektupta “Yirmi bir gün sonra seni Gümüşhane'de bekliyorum,” diyordu. Bu tarihte bir yanlış anlama oldu. Hacı Efendi mektubu ayın 28 inde yazmış ve yirmi bir gün sonrayı kastetmiş, ben ise ayın yirmi biri anladım. Arada üç gün fark var. Ben de ayın yirmi birinde Gümüşhane’ye gittim. İkindi namazı nerede ise geçecekti. Hacı Efendi bana “Gümüşhane’nin büyük bir camisi var, orada buluşuruz,” demişti. Alel acele caminin avlusuna girdim. Abdest almaya gidiyordum. Tam o anda aminin avlusunda sakallı, gözlüklü, yaşlı birisi oturuyordu. İsmini daha sonradan öğrendiğim bu zat Hafız Mehmet isimli çok muhrik bir sedası olan ve tegannisiz Kur’an okuyan nadir bir kurra hafız idi. Bu zat bana “sen Oflu Hafız Ahmet misin?” diye seslendi. Ben Gümüşhane’ye daha önce hiç gitmemiştim. Hayrola dedim nasıl tanıdın. Bir oturalım dedi. Ben namaz kılmadım abdest alıp kılayım, dedim. Bana “Beş dakika oturalım, sonra kılarsın,” dedi. Tekrar selam verdim oturdum. O kişi tekrar, Oflu Hafız Ahmed sen misin? diye sordu. Evet, dedim. Hayrola. Burada üç gündür nöbet tutuyorum. Hacı Abdurrahman Efendi sana bir mektup yazmış. Bize, “Ben yirmi bir gün sonra dedim ama o ayın yirmi biri hesap etmiştir. Her ihtimale karşı siz burada bekleyin, gelirse onu misafir edin, ben geleceğim,” dedi ve Kelkit’e gitti.
Daha sonra namazı kıldık. Oradan Ömer Karabulut isimli ihvandan bir zatın oteline gittik. Buranın sahibi de Hacı Abdurrahman Efendiye mensup muhterem bir kardeşimizdi ve oteli de çok temizdi.
Gurbete çıkınca evlerde misafir kalmaktan pek hoşlanmadığımdan otelciye, “Bana bir yer ayarla bu akşam burada kalayım,” dedim. Otelci “Seni burada bırakmazlar,” dedi. Ben ısrar edince yeri ayırdık. Bu arada epey cemaat toplandı sohbet ettik. Bu arada maliye tahsildarı Zekeriyya Güler bey isimli bir kardeşimiz gelerek beni evine davet etti. Ben otelde yer ayırdığımı söyleyince O “Burada kalamazsın, eve gideceğiz, benim misafirim otelde olunca, ben yatıp uyuyamam ve Hacı babaya cevap veremem” diyerek ısrar etti. Mecburen o akşam onlarda kaldık. Zekeriya Güler isimli bu kardeşimiz genç yaşta vefat etti.
Zekeriya kardeşimizin evi oldukça kalabalıktı. Bu ziyarette unutamadığım şeylerden biri de Zekeriyya’nın ailesi yaylaya gittiği için evde hizmet edecek 12 yaşında ki kızından başka kimse yoktu. Çocuk daha masaya uzanamıyor. Masayı çekerken kaldıramadığı için ayağından tutarak sürüklüyordu. O akşam cemaatin hizmetini bu küçük çocuk yaptı. Sabah namazına gidince Hacı baba’nın Kelkit’ten dönmüş olduğunu gördük. O günün şartlarıyla ne zaman yola çıkıp namaza yetiştiğini anlamamışsak da verdiği sözlerde ne kadar titiz olduğunu bir kere daha görmüştük.
Üç gün Zekeriyya da kaldık. Evden ayrılacağımız gün o kız çocuğu babasına “Babaçığım hocalarıma söyle birkaç gün daha bizde kalsınlar da hizmetlerini yapıp dualarını alayım” dedi. Bunu hiç unutamam.
Gümüşahane’den Bayburt’un 7-8 km dışındaki Keskesi köyündeki ders arkadaşım Mikdat hocanın ziyaretine gittik. Mikdat hoca cumhuriyetin ilk devirlerinde Arapça dersine başladığımız beş arkadaştan birisiydi. Mikdat hocanın köyüne yol var, fakat araba yoktu. Bir fayton kiralayarak yola çıktık. Yolda soğuk bir suyun yanında namazlarımızı kılıp yolumuza devam ettik. Mikdat Hoca'da üç gün misafir kaldık. Bu günlerde çevreden çok kalabalık bir cemaat toplandı, sohbet ve hatimler yaptık, bu arada intisap edenler de oldu. Ama Mikdat hocanın evinde hatim taşları olmadığı için hatimlerde fasulyeleri kullandık. Gece orada kaldık ama köyde bir sinek var ki insana rahat vermiyor. Hacı baba “Mikdat bunlara ilaç kullansan“ dedi. Mikdat “bunların hepsi canlı. Benim canım acıyacak diye, sineğin canına kıyamadığım için, ilaç kullanmıyorum,” diye cevap verince, Hacı Abdurrahman Efendi, çevresine zikir dersi vermek için, onu görevlendirdi.
Köyü işgalden bu sinekler ne hikmetse Mikdat’a hiç yanaşmıyorlar fakat bizi ise sabaha kadar yalnız bırakmadılar. Sabahleyin Hacı baba’ya bir at verdiler ve kestirme yollardan giderek kısa bir zamanda ana yola indik. Attan inen Hacı baba yolun kenarından küçük taşlar toplayarak Mikdat hocanın hatim taşlarını verdi. Oradan Bayburt’a geçtik. Daha sonra Mikdat’la beraber İstanbul’a riyazete gittik. Dönüşte rahatsızlandı. Kısa bir müddet sonra kan kanserinden genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Hacı Abdurrahman Efendi, Zonguldak’tan Artvin’e kadar olan Karadeniz bölgesini boş bırakmazdı. İstanbul, Kırşehir, Ankara çevresinde de bir çok müridi vardı. Samsun’da oldukça geniş bir cemaate sahipti. Burada isimlerini hiçbir zaman unutamayacağım Hüseyin ve Ali Manzak kardeşleri, Hacı Şuayip Kosif’i ve isimlerini hatırlayamadığım bir çok kardeşimizi de zikretmek isterim. Bunlar Hacı Abdurrahman Efendi ile beraber diğer illeri dolaşırlardı. Bu sınırlarını çizdiğimiz bölgenin dışına pek nadir olarak çıkardı. Erzurum’dan öteye gittiği bilmiyorum.
Hacı Abdurrahman Efendi “Keramet haktır. İnsanlar bir radyo yapıyor, frekansını bir yere ayarlıyor ve yayınları duyabiliyorsunuz. Halik’ın yarattıkları onlardan çok daha mükemmeldirler. Ama kerametler günün insanları için bir istismar vesilesi oluyor. Bir insan büyük olursa, bir tarikat büyük olur düşüncesi en büyük hatadır. Çünkü büyüklük Allah’a, kulluk ve ümmetlik biz insanlara mahsustur. Üstünlük ancak takvadadır,” buyurarak bizlere nasihatte bulunurdu.
Hacı Abdurrahman Efendi’nin de muhakkak ki kerametleri vardı. Fakat bunların gündem olmasından sürekli rahatsız olur ve “Halik, bunu dilediğine verir. İnsana değer kazandıran kerameti değil, istikametidir, Kişinin hayatında dikkat çekecek olaylar olur. Ama bizim için dış hali önemlidir. Çünkü hayatının ölçüsü Kur’an ve sünneti orada müşahede edebiliriz. İnsan iç aleminden bir şeyler izah ediyorsa, bunlar ferdin ikrarı ile oldukları için, ispatta zorluk çekiliyor. Bu ifadelerde çok doğru olan hususlar varsa da bazı kendini bilmezler, insanları aldatıcı ifadeler kullanmaktan geri durmuyorlar. Biz bu yola pek rağbet etmiyoruz. İnsanın maneviyatının büyük olduğuna inancımız vardır. Çünkü bütün kainat insana hizmet için yaratılmıştır. İki değişik noktadaki karıncaların birbirleri ile irtibat sağladığını ilmen ispat ediyoruz. Bu hakikat ortada iken, bir insanı bunun altındaki bir makamda görmek, ancak cehaletten kaynaklanır. Varlığın hepsi, insan için yaratılmış ve hiçbir mükellefiyete tabi tutulmazken, manevi bir dünyası olan insanın Allah’ın izniyle bazı manevi güçlere sahip olduğunu düşünmekten daha makul bir şey de yoktur,” buyururdu.
Benim çocukluktan beri adetimdir, bir şey sormaktan utanır ve sıkılırım. Bu büyüklerimize karşı saygımızdan ve bir yanlışlık yaparak onları kırıp incitmek istemeyişimizdendi. Bir gün Hacı baba köye geldi ve birkaç gün kaldı. O sıralar ayağımı incitmiştim. Bundan dolayı da ağırmakta ve gezmekte zorluk çekmekteydim. Bazı meselelerim var bunları sormak istiyor fakat müsait bir zamanda bulamıyordum. Ziyaretini tamamlayıp köyden ayrılacağı sabah kendisini yolcu etmek için dereye kadar indireceğiz. O zamanlar şimdiki gibi köprü yoktu. Sal köprüler vardı. Oradan karşıya geçip arabaya bindireceğiz. Sabahleyin birkaç kişi kendisini yolcu etmek için dereye kadar gelmek istedi. Onlara “Beni Ahmed getirsin,” dedi. Beraberce indik, dereyi geçtik. Biraz ileride Of’a giden arabalar vardı. “Hocam, yukarı geçelim, oradan bir arabaya binersiniz,” dedim. O, “Biraz yürüyelim, hem de sohbet ederiz. Araba gelirse de bineriz,” dedi.
Epey yürüdük. Yolun kenarında bir ağaç kütüğü görünce “Buraya oturalım,” dedi, oturduk. Kendisi çok güzel Kur’an okurdu. Fakat, bazı ihfaları yapmıyordu. Ben de “Acaba namazda ihfanın bir fazileti yok mudur ki hocam bunları terkediyor?” diye düşünüyor, fakat “Niye terkediyorsunuz, “ diye de soramıyordum. Konu hiç buralara gelmemişken aniden “İhfa çok güzeldir, faziletlidir ama insan ihitiyarlayınca sesi bozuluyor, nefesi de yetmiyor,” dedi. Hocama karşı ilk devirlerde samimiyetimi artıran hadise bu olmuştu. Ben cevabımı almıştım, o kadar yol yürümeme rağmen ayağımda da bir ağrı kalmamıştı.
Köyde imamlık yapıyordum. Köylü “Hastalarımızı okuyacaksın, yoksa seni burada saklamazlar,” dediler. Ama biz gençtik, okunmak için genç hanımlar geliyordu. Bu durumdan sıkılmakta ve tedirgin olmakta ve gelenleri okusam mı? okumasam mı? diye düşünüyor fakat Hacı babaya bu husustaki fikrini de soramıyordum. Yine bizleri ziyaret ettiği bir zaman aniden “Kendi nefsinizi hatalardan koruyun, ama insanların meşru olan arzu ve ihtiyaçlarını da reddetmeyin. Onlar sizden bir şey bekliyorsa, siz elinizden geleni onlardan esirgeme hakkına sahip değilsiniz,“ buyurarak sorumun cevabını vermiş oldu.
Bir de amcamla aramızda yer meselesinden bazı ihtilaflar olmuştu bu hususta da tavsiyelerini öğrenmek istiyordum. Yine sohbet esnasında “Dünya için münakaşaya değmez” buyurarak bu hususta da bize rehberlik etti.
Hacı Abdurrahman Efendi hediye alır ve verirdi. Ben onun bu özelliğine hayrandım. Küçük bir çantası vardı. Bu çantanın içinden şeker ve benzeri şeyler asla eksik olmazdı. Ne kadar gezmiş isek, hangi eve gitmiş isek bir çocuk görüp de ona şeker vermediğine şahit olmadım.
Kendisine çok hediye gelirdi. Ancak hediyeleri evinde iki günden fazla saklamazdı. Hemen etrafa, komşulara, gelene gidene dağıtırdı. Bu hediyelerden çok nadir olarak ev halkına da ikram ederdi. Fakat toplumu daha öncelikli olarak düşündüğü için aldığı hediyeleri gelen insanlara verirdi.
Misafir gittiği yerlere mutlaka büyük, küçük bir hediye getirirdi. Bize şunları tavsiye ederdi. “Hediye verin, hediyeleri kabul edin. Hediye sadakadan üstündür. Hediye Müslümanlar arasında muhabbeti artırır. Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz. Bir insanla arkadaş olduğunuz zaman onu bir defa yemeğe davet edersin, ikram edersin. Ardından ikinci defa davet ve ikramda bulunursun. Daha sonra üçüncü bir defa davette veya bir ikramda bulunursun. Buna rağmen arkadaşından bir mukabele, fedakarlık görmez isen onunla arkadaşlık yapma.”
İrtibatların devamına büyük hassasiyet gösterirdi. Kendisine yazılan mektubu hiçbir zaman cevapsız bırakmazdı. Ben de de birçok mektubu vardır. Ben cevap yazma konusunda biraz tembelim. Hürmetimizi belirtmek için Of’tan Trabzon’a mektup yazardık. Mektubumuza hemen cevap verirdi. Tebrik ve iltifatlarını hiçbir zaman kesmezdi. Sadece bize karşı değil, herkese karşı tavrı aynıydı. Hatta kendisine değişik çevrelerden mektup gelirdi. Gönderdiği cevabi mektuplarda öncelikle, mektubunu aldığını belirtir, ardından ifade-i meramını anlatırdı. Mektuplarını, Osmanlıca yazardı. Mektuplarının başlıkları Arapça ve Farsça ile karışık ve değişik üslupta idi. Mektupları edebi bir üsluba sahipti.
Davetlere icabet etmeye de azami dikkat ederdi. Hatta bir gün Rize’nin Kendirli kasabasına gittik. Oradaki cemaat “Hoca Efendi bu sefer geç geldiniz,” dediler. O da, “İstemediniz ki, erken gelseydik,” diyerek, İstek olunca icabet gerekir buyurdu.
Misafirlerinin ağırlanmasına da aşırı titizlik gösterirdi. Uzaktan gelen bazı misafirlere kendi odasını tahsis ettiği de olurdu. Misafirlerini, kesinlikle ikram etmeden yollamazdı. En azından şeker ve kahve ikram ederdi.
İhvanını ziyarette bulunur “Bu bir samimiyettir,” derdi. Bu olayların verdiği feyz ve tecellileri anlatmak istesek de gerektiği gibi anlatamayız. İhvanına karşı sevgisi sonsuzdu. Onlar ziyaretine gelmezse bile, onları ziyaret ederek, nasihatte bulunurdu. İhvanı arasında bir ayrıcalık yapmazdı, “Bizim aramızdaki bağ, Allah için olan muhabbet bağıdır, Bunu ifade etmek de zordur,” buyururdu.
Kadınlara karşı hiç bir zaman sünnet-i Resulullah’ı terk etmemiştir. Hiç bir kadına el vermemiştir. 1967 yılı hac dönüşünde kalp rahatsızlığı geçirir. Bir müddet İstanbul’da aldıktan sonra Trabzon’a döner ve evinde istirahat eder. Bir gün rahatsızlığı sebebiyle dalgınlığından istifade eden yaşlı bir hanım, elini öper durumu fark eden Hacı Abdurrahman Efendi kadını ikaz ederek, bu davranışından dolayı Allah’ın kendisini affetmesi için tevbe etmesini ve kendisine kırıldığını ifade eder. Kadınlarla, yanında mahremi olmadan katiyyen görüşmezdi. Oldukça geniş bir hanım cemaati de vardı. Ama hiçbir zaman hiç bir kadın eli, Rasulullahın eline değmediği gibi. Onun da eline değmemiştir.
Bize yaptığı tavsiyelerde, “Hiç bir hanıma elinizi vermeyiniz,” derdi. Hanımları irşad ederken bir yerde oturur. Yanlarında bir erkek yada kadının mahremlerinden birini bulundurarak, onlara gereken tavsiyelerde bulunurdu.
Meczuplara da, diğer insanlara davrandığı gibi davranırdı. İnsanlar arasında ayırım yapmazdı. İnsanların hepsine karşı şefkatli idi. İyi davranırdı. Ve hepsini iyi görmeyi tavsiye ederdi.
Fakirlere karşı kendi imkanlarını kullanırdı. Zenginlerden onlar için yardım alırdı. Hatta zenginler için şöyle derdi; Burada şu kadar yaşadık, “Şu zekatımı alda, fakirlere ver diyen,” bir zengini de görmedim, derdi. “Bunlar ne kadar cimrileşmiş,” diye üzüntülerini ifade ederdi. Kendi imkanlarını kullanır, başkalarından bir şey istemezdi. Ancak fırsatını bulduğunda, fakirlere dışarıdan yardım toplamayı da ihmal etmezdi.
Anlaşılır şekilde sohbet yapardı. Adeta herkesin alması gerekenleri cebine kordu. Kendisiyle yaptığımız seyahatler esnasında şöyle bir olay yaşadık. Bir camiye gitmiştik. Orada Hoca Efendiyi vaaz etmek için kürsüye davet ettiler. Kürsüye çıkınca: “Herkes abdesti ilmi olarak size anlattı, ama ben başka şekilde anlatayım" diyerek, kollarını sıyırıp, göstere göstere abdesti güzelce anlattı. Ardından namazın kılınışını da bu şekilde anlatınca,” cemaat çok oldu. Bir çok noksanlıklarını giderdiği için kendisine şükranlarını ifade ettiler.
Sürekli olarak “Tasavvuf ehlinin ölçüsü sünnettir. Bundan dolayı, sünneti, hayatlarının her kademesine uygulamaya gayret ederler,” derdi. Kendisi de buna çok dikkat ederdi. Nasıl ki Resul-ü Ekrem Efendimiz yolda koşarak ve süratli bir şekilde gitmezdi. Hacı Abdurrahman Efendi de öyle idi. Yolda giderken ona yetişmek isteyenler ona yetişemezlerdi. Kafasını hiçbir zaman sağa sola çevirmez. Bize de öyle tavsiye ederdi. “Nereye gidiyorsanız oraya gidin, başınızı öteye beriye çevirmeyin.” Yokuşta insan nasıl yavaş gider de, hızlı inerse öyle giderdi. Selamı da kimseden esirgemezdi.
Her şeyi çok temizdi. Bize ilk geldiklerinde, bizim evler köy evleriydi. Tuvaletlerin yanında lavabo gibi müştemilşat yoktu. Bize “Şu tuvaletten çıkınca, bir lavabo, birde sabun olsa ne güzel olur,” buyurarak bizleri nazik bir şekilde ikaz etmişti. Giyimde lüksü tercih etmez, fakat giydiklerinin temiz olmasına büyük titizlik gösterirdi.
Hocamız hemen hemen yediği her lokmada besmele söylerdi. Sofrada tuz bulundurur. Yemeğe tuz ile başlar ve tuz ile bitirirdi. Hazreti Ali’den rivayet edilen “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitiren kimse, mide ve bağırsak hastalığı görmez.” hadisini anlatır, buna dikkat eder ve ailesine de bunu çokça tavsiye ederdi.”
Su içerken de adaba riayet ederek, suyu oturarak ve üç yudumda içerdi. Ayakta içmenin zararından bahsederdi. Sofrada su bulundurmaya özen gösterir ve “İkramın en faziletlisi hane sahibi tarafından verilen sudur", buyururdu.
İsraftan kaçınır, müsrif olmayan bir hayat yaşardı. Sahip olduğu imkanları insanlara infak eder, fakat evlatlarından hiçbir zaman bir şey istemezdi.
Ticaret ahlakı da örnekti. Hatta ortaklıkta yapmıştı. Of’ta meşhur Hafız Mustafa vardı. Onunla birlikte belli bir müddet ortaklıkta bulunmuşlardı. Sonra Hafız Mustafa Of’a gitmek isteyince ayrıldılar. Ticaretinde fedakârdı. Küçük hesaplar içerisine hiç girmemiştir. Daima ölçü ve tartıda karşısındakinin lehine davranırdı. İnsanları hiçbir zaman mahcup etmeyi istemezdi. Hatta şöyle bir olay olmuştu; Birisi göz göre göre masanın üzerindeki parayı alıp giderken, oğlu da peşine gitmek istedi. O, bırak her ne kadar yaptığı yanlışsa da ihtiyaç sahibi olabilir diye takibini men etti.
“Müslümanın bulunduğu safı tespit etmesi gerekir, kendi hakkını koruması için inancından taviz vermeden yapabileceği şeylerden kaçmamalıdır.” derdi. Aktif bir şekilde siyasi faaliyetlerde bulunmadı. Halk partisinin cumhuriyetin ilk yıllarındaki baskıcı idaresine karşılık, ihvanına Demokrat Partiye yardımcı olmalarını tavsiye etti. Daha sonra Milli Nizamın kurulmasında yardımı oldu. “İslam, Hakk - Batıl mücadelesidir. Bir mü’minin batılın saflarında olması mümkün değildir,” diye söyleyerek ihvanını bu yapının kurulması için teşvik etti.
Said-i Nursi Hazretleriyle Trabzon’a geldiği zaman görüşen Hocamız, Rize’de onunla irtibatı olan, ismini şu anda hatırlayamadığım bir doktoru da ziyaret ederdi. İstihbarat onu takip ederek bir gün ifadesini almak isterler. Kendisine “Sen Nurcu musun?” diye soran yetkililere Hacı Abdurrahman Efendi “Nurcu değilim, ama nursuz da değilim,” diye cevap vermiştir.
Elmalı’nın tefsirlerini okurdu ve bunu tavsiye ederdi. Ömer Nasuhi Bilmen’i de hayırla anardı. İyi birer âlim olduklarını söylerdi.
Devlet adamlarıyla ilişkisi olmazdı. “Görüyorsunuz bunlar beni sevmez,” derdi. Çünkü “Biz cumhuriyetin ilk günlerinde kitap satıyorduk. Kitap satmamızı yasakladılar. Evler aranacaktı. Evden kitapları çuvallara doldurup bir at arabası kiralayıp ona yükledik. Hamal da bunların üstüne oturdu. Güya odun var diye Akçaabat’ın bir köyüne götürdük, Biz her evde bir Kur’an bulunsun isterdik. Emniyete sorardık ne satalım. Kur’an-ı Kerim ve Mevlüd satabilirsiniz, derlerdi. Sattığımız zaman da yine gider alıp götürürdüler. Tekrar satış izni için başvururduk, yine alın satın derlerdi, arkasından polis gelip kitapları alırdı. Bir gün polis geldi ve Kur-anları mangala attı. Arkadan birde bizi tartakladılar. Sonra götürüp üç günde içeride yatırdılar. Onun için bunlarla birbirimizi sevmeyiz,” derdi.
Bize, "hiçbir zaman şeyhinizi methetmeyin, şeyhiniz için kutup demeyin,” derdi. Arkasından kendisini kutup diye tanıtmak isteyen bir müntesibini çağırarak “İnsanları niçin sahip olmadıkları makamlarda gösteriyorsunuz?” diyerek azarlamış ve her halinde olduğu gibi kendisiyle ilgili meselelerde de daima tevazu yolunu seçmiştir.
Sünnete uymaya büyük bir itina gösterirdi. Bir örnek verecek olursak, tabağına dolma koyarken hiç bir zaman çift koymamıştır. Ya bir dolma alırdı, yada üç dolma. Buna çok dikkat ederdi. Biz kendisinde, sünnetin dışında bir hareket görmedik. Şunu sayalım da şu kalsın dersek, eksik olur. Sünnete kasıtlı muhalefet eden insanların insanlığa hizmet edemeyeceğinden bahseder ve bu gibilerden uzak durmamızı söylerdi.
Abdest ve namaz hususunda dikkati çeken bir özelliği yoktu. Orada da tadili erkan ve sünnete riayet ederdi. Teheccüdü namazlarını aksatmaz, sabah namazını kılınıncaya kadar, yatmaz, misafir olduğu zaman bile işrak vaktini bekler, ekseriyetle namazını kıldıktan sonra kahvaltı yapardı. Ondan sonra da bir müddet uyurdu. Kalkınca Delail-i Hayrat’ı ve Kur’an-ı Kerim okur. Sonra öğle vakti yaklaşırdı. Abdestini alır ve halkla sohbet ederdi. Genellikle yatsıdan sonra hemen yatardı.
Hastalığından hiç bir zaman şikayetçi olmamıştı. Hatta tevekkül ehli idi. Doktarların uzun boylu perhiz ve tavsiyelerine bağlanmazdı. Ortalama gidelim derdi. Hasta iken, çok fazla perhiz vermişlerdi. Yemek yerken oğlu Necmeddin; “Baba bunlar biraz yağlıdır, tuzludur,” deyince, yemeğime karışma dedi. Bunları Allah (c.c.) fayda için yarattı. Ondan sonra da, “Ye Abdurrahman ye, bundan sonra kimse yemeğine karışamaz,” dedi.
“Vefa ilahi emirdir,” derdi ve verdiği sözleri kesinlikle yerine getirirdi. Bize şu gün geleceğim, deyip de, gelmediğine hiç rastlamadık.
Rızk hususunda “Tasavvuf ehli, kamil insanların bir düşünce telaşı olmaz,” derdi. Cenab-ı Allah (c.c) “Yeryüzündeki bütün varlıkların rızkı, bizim üzerimizedir, dedikten sonra, bu hususta endişeye kapılmak yersizdir." derdi. Kendileri belli bir zaman ticaretle meşgul oldular. Buradaki gayesi de, topluma İslam’ı tebliğ etmekti. Çünkü her yerde her zaman her şey anlatılamıyor. Onun için o dar günlerde, ticaret şemsiyesi altında tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürmüştür.
Bize “Kur’an ve Sünnet yolunda yürüyen cemaatler, isimleri farklı olsa da tek bir cemaattir. Kur’an ve Sünnetin dışındakilerin de hepsi bir cemaattir. Biz bunları en güzel şekilde böyle tanıyabiliriz. Eğer Kur’an-a ve Sünnete hizmet etmeye karar vermişseler, hepsi bizim kardeşlerimizdir. Kur’an ve Sünnetin dışındaki tasavvuf yollarının hepsi batıldır. Bu hususlara çok dikkat ediniz,” derdi.
Hocamız, Mehdi (a.s) Hazretleri ile ilgili hadisleri okur ve anlatırdı. “Kıyamet alametlerini zamana bağlamayınız, Çünkü Allah’ın indinde, zaman yoktur,” derdi. "Cenab-ı Allah (c.c) Peygamber’e ve bir takım evliyaya bazı keşifler ihsan eder. Bunlar bir film şeridi gibi gelip geçici şeylerdir. Kâinatta olacak-bitecek bütün işler, saniyeler içinden insanın gözünün önünden geçip gider. Bu zat-ı ilâhinin tecellileridir. Araya saniye de girmiyor. Belli şeyler olacağını insan keşfedebilir. Fakat hadisenin zamanını bilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı gelecekle ilgili hadiselere, zaman tayini yapmayın derdi. Eğer öyle yaparsanız, sonra sözleriniz yanlış çıkar. Bu da İslam’a mal edilir. Onun için olacaklar hakkında, Mehdi’nin (a.s) geleceği hakkında kaydedilmiş olan hadisler, itikat kitapları sonundaki Mehdi kayıtları, boşu boşuna kayıtlara alınmamış. Onun için Mehdi bekleniyor. Hatta bazı olaylara dikkatler çekiliyor,” derdi. Buharideki, kıyametle alakalı on büyük alameti anlatan hadisler dışında, herhangi bir şey söylemezlerdi.
“Hz. Adem (a.s) Hakk ile geldi, batıl yok idi. Batıl sonradan geldi. Sonradan gelen şeyler arazdır. Bunlar bulutlar gibidir. Güneş Haktır ama bulutlar arazdır,” diye söyleyerek “Müslümanların üzerindeki karanlık bulutlarının araz olduğunu, inşaallah kısa zaman içerisinde dağılacağını" ifade ederdi.
İslam’ın geleceği pek parlaktır. Ama ne zamandır onu bilemiyoruz. Güneş doğmadan önce bulutlar havayı karartır. Patırtı gürültü olur. Şimşekler çakar, yıldırımlar düşer. Bunlar olacak ama, sonunda bütün bulutlar gidecek. Bundan dolayı kesinlikle ümidimizi kesmememizi bize tavsiye ederdi.
Edebiyatı severdi. Evinde beyitlerden bir bant doldurmuştu. "Beni irşad eden Yunus’un bir mısrasıdır", derdi. Arapça ve Farsça’yı bilirdiu, batı dillerinden bildiği yoktu.
“Dünya hayatı boyunca insanı tanımanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sünneti Kur’anın dışında görmemek gerekiyor. Tasavvuf ehli sünnete çok önem verir. Çünkü sünnet Kur’an’a dayalıdır. “Resûl size ne veriyorsa onu alın,” hükmü her halinize şamildir. Size ne veriyorsa, sözüyle, hareketleriyle, onu alın, neden nehyediyorsa, ondan kaçının. Sünneti böyle anlamamız gerekir,” derdi.
“Tasavvuf, Kur’an ve Sünneti önder, örnek almış. Onun dışındakilerin dalalet ve batıl olduğunu belirtmiş. Hakkın dışındakilerin hepsi şaşkınlık yollarıdır,” derdi.
Bütün tavsiyeleri, Kur’an ve sünnete bağlanmak içindi. Şöyle derdi: “Zaten inancımızı yıkmak isteyenler, evvela insanları sünnetten koparmaya gayret ediyorlar. İslam dini Peygamberimize Kur’anın gelmesiyle tamamlanmıştır. İslam dini Peygamberin hayatıyla tescil edilmiştir. Daha sonra sahabenin hayatıyla, ondan sonra yıllar boyu müttaki zikir ehli ulemanın hayatlarıyla imzalanmıştır. Bu bir gerçek, saklanamaz bir hakikattir.” İslam dininin böyle bir din olduğunu belirterek, insanların nefislerini tarikat mekteplerinde eğiterek terbiye etmesini tavsiye ederlerdi.
Hocamızla ilgili anlatılacak şeyler muhakkak ki bu kadarla sınırlı değildir. Biz onun hayatından şu kısa zaman içerisinde hatırladıklarımız ise aktarmaya gayret ettik. Umulur ki okuyanlar istifade ederler.
Mekke-i Mükerremede Hafız Ahmed Zeki diye Hanefi mezhebine mensup bir Trabzon delili vardı. Bu zat çok muttaki ve samimi bir insandı. Biz hacca gidince Hacı baba’nın tavsiyesi üzerine o delilin yanına giderdik. Bizi evinde misafir ederdi.
Hacılarla uğraşmak çok zordur. Ne yapsan onları memnun edemezsin. Bu seyahatlerimiz esnasında bir hacı pasaportunu kaybeder. Ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Çünkü yeniden pasaport çıkartmak oldukça zor ve zaman isteyen bir işti. Biz ise ertesi sabah yola çıkacaktık. Delile gittik hadiseyi anlattık. O bu işi hallederiz ama zaman lazım dedi. Biz de arkadaşı bırakacak durumda değiliz bu lisan bilmez dedik. Bunun üzerine bir çaresine bakarız dedi. Ertesi sabah bizimle Mekke’nin çıkış kapısına kadar geldi ve “şöyle toplanın, ben dua edeyim sizler amin diyin inşallah geçip gidersiniz bir aksilik çıkarsa onu o zaman düşünürüz” dedi. Hafız Ahmet Zeki Efendi Mekke kapısından çıkarken çok uzun bir dua okur. Bu duayı hiçbir zaman unutamam. Böylece Mekke'den ayrıldık. Yol boyunca bir çok yerde pasaport kontrolü oldu, ama Türkiye’ye gelene kadar hiçbirinde o arkadaşımıza pasaportunu sormadılar. Böyle insanlar artık bulunmaz. Hafız Ahmet Osmanlıdan bahsederken gözünden aşağı yaşlar akardı.
Hacı baba bir gün vapurla Trabzon’dan İstanbul’a giderken Samsuna gelir. Gemi burada 5-6 saat mola verir. Hacı baba’nın geldiğini haber alan Hacı Şuayb Kosif hemen limana gelip onu gemiden alır. Hacı Şuayb hacı babanın biletini alınca 3 mevki olduğunu görür, gidip farkını vererek bileti ikinci mevki yapar. Daha sonra Hacı baba Hacı Şuayb’a “Bunun niçin yaptın” der. Fakat iltifattan da çok memnun olur. Bu bize Hacı baba’nın imkanı olduğu halde lükse yanaşmadığının bir başka delili idi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder