Salı, Nisan 28, 2009

KUR'ÂN'DA

KADIN DA İNSAN

Erkek, kendini bildiği zamanlardan beri, hayatını kadınla birlikte kurmuş; kendinde olmayan ancak kadına özel beceri ve niteliklerinden ötürü sanki onu kıskanırcasına, hayatın nimetlerinden uzak tutmuş, onu ezmiş, küçültmüş, yalnız kendi zevklerinin aracı kılmış, alınır, satılır mal gibi kullanmıştır. Onun hayata kattığı gücü, uygarlığa sağladığı ürünü görememiştir. Tarih boyunca kadın, bu zulüm ve yaşamın işkenceleri içinde, gözyaşları ile duygularını, acılarını, tatlarını içine dökerek yaşamıştır.

Kadın da insandır; demiştim. Evet, Kuran'ı Kerim öyle buyuruyor : "Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kafileler halinde koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Kuşkusuz, Allah katında en değerliniz en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır." Hucurat 13.

Ey İnsanlar! diye seslenirken Yüce Allah hem erkeğe hem kadına insan diye hitap etmiştir. O halde kadın ve erkek, insan olarak yaratılıştan, doğal hakları vardır. Kadın hakları, ayrımsız erkek hakları gibi insan haklarıdır. Erkeklerde olduğu gibi kadınlarda erkekler gibi yaratılıştaki özellik ve nitelikleri dikkate alınır. Bu anlamdan hareketle kadın haklarını, ayrı tutmuyorum. Kuran'ı Kerim'de kadın ve erkek her ikisi de tek bir nefisten yaratılmışlardır. Kadın da Kuran'ın muhatabıdır. Erkek ve kadın görevde, hukukta, ibadette, hayat içinde çalışmada, her türlü sorumlulukta eşittirler, kendi tasarruflarından sorumludurlar. Kur'ân'ın bildirisi budur.

Sevgili peygamberimiz döneminde bu Kur'ân'ın buyruklarının sıcaklığı yaşanıyordu. Kadın cinsiyeti, medeni ölçüler içinde kalmış, kadın-erkek ilişkilerine de hiçbir kısıtlayıcı etkisi olmamıştır. Müslüman kadınlar, sevgili peygamberimizle rahat serbestçe diledikleri zaman görüşebildikleri gibi kendisinden sonrak halifeler döneminde de bu rahatlık ve anlayış sürdü. İlişkileri güzel ahlak kurallarına uygundu. Örneğin karşılaştıkları zaman selamlaşırlardı. Buhari'nin naklettiğine göre, kadınlar erkeklerle selamlaşırlardı. Aynı yerde abdest alırlardı. Birbirlerini evlerinde kabul ederlerdi. Karşılıklı saygı ve sevgi aralarında sürerdi. Bu güzel ahlaki ilişkiler medeni hayat devam edemedi. Fitne kelimesiyle belirtilen sosyal sakınca İslami toplumu sarstı. Ve kadın hayattan toplumdan bütünüyle soyutlandı. O zamanlara ait bir bilgiyi Horasan'dan gelip Basra'ya yerleşmiş tâbii alimlerinden Mushaf yazıcı Matar İbn.B.Tahman (Ö.129-746) Tahman'ın aşağıdaki beyanı tarihi değer taşımaktadır: Vaktiyle kadınlar meclislerde erkeklerle birlikte otururlardı. Fakat şimdi kadının tek bir parmağı bile fitnedir. (Ahmet B.Hanbel, Ahkamu'l Nisa.(145)

Fitne fitne olur diyerek Müslüman kadınları haklarından yoksun bırakmak günah olarak bize yeter. Kadınlarımız, eşlerimiz, kızlarımız ayakların altında cennet olan annelerimiz bizim için her şeyimizdir. Toplumu kalkındarmak ve yüceltmek istiyorsak yarınımızı nasıl karanlıklarda bırakırız. Hepsine saygılar ve sevgiler.

Ancak Allah'a şükür milli mücadelede kahraman erkek kardeşiyle Mustafa Kemal Paşa'nın ve arkadaşlarının önderliğinde çarpışan ırzını, namusunu, dinini çiğnetmeyen özü ve sözüyle inanmış, düşünce ve özüyle aydınlık cumhuriyet kadınları hak yarışında toplumdaki yerlerini alacaklardır. Hiç kuşku etmiyorum ki hak konusundaki bu karanlıkları, onlar dayanışma içinde aydınlatacaklardır. Bizler ne kadar çok bu konuyu anlatırsak ülkemizde kadın haklarını güçlendirirsek, onları haklarına sahip görürsek Türk yurdu ve ulusunu da güçlenecektir. Onlar inançlı gönülleri, Kur'ân'ı bilir, aydın düşünceleriyle saygın kişiliklerini koruyacaklardır.

Sayın dostum, Y.Mimar Mesut Kaynak bu sorumluluk içinde yüce kitabımız Kur'ân'dan ilhamını alarak, eserinin sonunda belirttiği kitaplardan yararlanarak bu konuyu çok güzel anlaşılır bir biçimde yazmış, kendi düşüncesine hak verirken diğerlerinin de tartışmasını sağlamak üzere, eserinin çeşitli yerlerinde bunları din bilginlerinin sorumluluklarına bırakmış, bu çağdaş konuların bilimsel İslâmi, ilmi meclislerde şûra ile danışarak bir uzlaşıya gitmesini istemiştir. Kendisini bu davranışı için de kutluyorum.

Kur'ân'da Kadın adıyla sunduğu bu kitabın toplumumuza, kadınlarımıza ve hepimize yararlar sağlamasını yüce Allah'tan dua ediyorum.
04.04.2002
Dr. Lütfü DOĞAN
Devlet Eski Bakanı ve
Diyanet İşleri Eski Başkanı

ÖNSÖZ

Son Kitabımız olan Kur'ân'da Sevgi'den sonra yazı hayatımıza ara vermiştik. Ancak değerli din görevlisi Nihat Hocamız ile bir sohbette : " Elin kalem tutuyor, neden kadınlar hakkında kitap yazmıyorsun? Anlaşmazlık bulunan konularda, yanlışa da doğruya da yorum yapılabilir. Sen doğruyu ve güzelliği esas al. Kitabın ismi de Kur'ân'da Kadın olsun. " sözleri çok etkileyici ve düşündürücü idi. Acaba bu ifadeler, ilâhi bir vazifenin verilişi miydi? Gönlümüz bu sözleri bir görev olarak algıladı ve böylece Kitabı yazmaya başladık.

Kur'ân'ı Kerîm'de kadınlarla ilgili yaklaşık 400 ayet bulunmaktadır. Kitabımız bu ayetlerin ve genel ilâhi yasaların ışığı altında hazırlanmıştır.

Cenâb-ı Allah'ın lûtfu ile kadın ve erkekten yaratılan insan, birbirinin tamamlayıcısı olarak eşit haklarla Yeryüzüne gönderilmişti. Kuvvetin egemen olduğu eski devirlerde, fizik gücü daha zayıf olan kadına değer verilmemiş, adeta bir eşya gibi kullanılmıştı. Ancak İslâmiyet'in gelişi ile kadın, yaratılışı gereği hakkı olan konumunu kazanmıştı. Hz. Peygamberimizin vefatından sonra güce ve erkeğin bencilliğine dayalı Arap örf ve adetleri, Kur'ân-ı Kerîm'in kadına vermiş olduğu birçok hakları tekrar geri aldı. İslâmiyet'in karşısında olanlar; Kur'ân kadını ikinci sınıf insan yaptı iftirasında gecikmemişler, son vahiy ile gelen insanların mutluluğunu ve kurtuluşunu sağlayan İslâm Din'ini dışlamaya çalışmışlardır.

Ancak kadınlara yapılan haksızlıklar, maalesef günümüze kadar gelmiş, toplumumuzun bazı kesimlerinde bile sorunlar devam etmiştir. Acaba bu konular hakkında Kur'ân'ı Kerîm neler yazmaktadır? Hz. Peygamberimizin sahih Sünnet'i nasıldır? Tüm bunları derinlemesine tetkik ederek bilmemiz son derece önem kazanmıştır. Böylece gerçek ortaya çıkacak, anlaşmazlıklar da sona erecektir.

Yüce Rabbim! İznin ve lûtfunla Kitabın Milletimize faydalı ve hayırlı olmasını niyaz ederim.
Mesut KAYNAK
Mart 2002


BÖLÜM
ANLAŞMAZLIKLARINIZI ALLAH'A ARZEDİN

Kur'ân-ı Kerîm; Kıyamete kadar olan zaman ve mekan dilimlerinde, insanlara yol gösteren ve aklımızı işleterek de üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken Allah'ın Sözleri'dir. Yenileşen ve gelişen çağımız, insanlar arasında birçok anlaşmazlıkları da beraberinde getirmiştir. Bizleri başarıya ve esenliğe ulaştıracak reçeteler, her devirde olduğu gibi bugün de Kur'ân'da mevcuttur. Yeter ki içindeki mesajları almak için gerekli gayreti sarfedelim. Kamer 54/32: «Andolsun ki, Biz Kur'ân'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var? »Yasin 36/62 de ise şöyle buyrulmuştur: «... Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?»

Günümüze kadar sürekli oluşumlarla değişen toplumumuzda, beliren ihtiyaçlar için Kur'ân'a başvurarak yeni yorumlar ile çözüm bulmalıyız. Cenâb-ı Allah ; öğüt ve ibret almamız için, Kur'ân'-ı Kerîm'i okuyarak düşünmemizi ve aklımızı devamlı işletmemizi bizlerden istemektedir. Anlaşmazlıklara yeni yorumlar getirmemek, eski icma (İslâm düşünürlerinin bir hükümde birleşmesi) ve içtihat (görüş) kararları ile yetinmek, İslâm ruhuna aykırıdır. Kur'ân'da da ; zaman içinde ilmin gelişmesi ile anlaşılabilen birçok müteşâbih (manası kapalı) ayetlerin bulunması, çağlar boyu sürekli oluşarak değişen ve gelişen ilâhî bir sistem'in göstergesidir.

Televizyonlarda, gazetelerde çıkan çelişkili dini bilgiler ; halkımızı ve bilhassa gençlerimizi şaşırtarak kararsız bırakmaktadır. Sorunlarımızı Kur'ân'ı Kerîm'in gösterdiği yolda mutlaka çözmeliyiz. Bunun için Allah'a iman, ilimde derinlik (ilgili konularda uzmanlaşma), adalet gibi yüce sıfatlara sahip seçkin bilginlerden oluşan şûra (danışma kurulu)'na gidilmeli ; çağımıza uygun yeni yorumlarla içtihat (görüş) kararları alınmalıdır. Böylece Ülkemizdeki dini anlaşmazlıklar Yüce Yaratıcı'nın emrettiği sistem ile en doğru çözümü bulacağı gibi inançlı, dürüst, çalışkan, bilgili bir gençliğin yetişmesine de vesile olacaktır.

SORUNLARDA İZLENECEK YOL

(Ayetlerin başındaki rakamların ilki sûrenin, ikincisi de ayetin numarasını gösterir.)

42/10 : Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şey de hüküm vermek Allah'a (Kur'ân'a) aittir...
4/59 : ...Bir şey de tartışmaya girdiniz mi... Onu Allah'a ve Resul'e arzedin.

Kıyamete kadar yürürlükte olan Kur'ân'ı Kerîm'deki İlâhî Yasalar; birçok konuları genel prensiplere bağlamış, büyük bir bölümünde de detaylara girilmemiştir. Yüce Allah; ayrılığa düşülen hallerde hüküm vermenin yalnız Kendisine ait olduğu uyarısını yapmaktadır. Tartışılan anlaşmazlıklarda Kur'ân'da muhkem(sağlam) bir hüküm(nass) var ise, sorun kesin olarak çözülmüş olur ve aynen uygulanır.

Kur'ân'da o olay için kesin bir hüküm bulunmaması durumunda, Kûr'an'ın genel prensiplere uygun olarak Sünnet (Peygamberimizin söz ve fiilleri)ne göre çözüm aranır. Ancak Allah'ın Resul'ünün Sünnet'ine sonradan birçok yalan ve iftiralar karıştırıldığı için, hangisinin (gerçek) sahih Sünnet olduğunu anlamak bir ihtisas işidir.Şöyle ki: Kur'ân'dan onay alan söz ve fiil hadistir, Sünnettir. Kur'ân filtresinden onay alamayan söz ve fiiller ise Hz. Peygambere iftiradır, bizim dünyamızda yeri yoktur. Bu ölçü bizzat Hz. Peygamberimiz tarafından konmuştur. Buyuruyor ki: Bana isnat edilen sözler çoğalacaktır. Size benden rivayet edilip de Kur'ân'a uygun olmayanlar bana ait değildir.
(Bkz. Öztürk-Kur'ân'daki İslâm)

Anlaşmazlıkların çözümünde ; gerek Kur'ân'da gerekse Sünnet' te hüküm bulunmayan durumlarda, sorunların hastalık ve bozukluk sebepleri araştırılır. Kur'ân' ve sahih Sünnet'te ki benzeri olaylarla karşılaştırılarak mukayese yöntemi uygulanmalıdır. Bu yöntem, Haşr 59/2 ayeti ile de onaylanmıştır: «...Ey akıl sahipleri ibret (ders) alın.»

Toplumlardaki sorunlar için Kur'ân, mutlaka Din Şûrası ( Danışma Kurulu )'na gidilmesini emretmektedir. Nûr 42 / 38 : «...( İman sahiplerinin ) iş ve idaresi kendi aralarında bir şûra iledir...» Böylece çağdaş ilim adamlarından oluşacak şûra üyeleri, yeni yorumlar ile en doğru çözümü bulacaklardır.

MANASI AÇIK VE KAPALI AYETLER

3/7: Kitap'ı sana indiren O'dur; O'nun ayetlerinden bir kısmı MUHKEM lerdir ki; onlar kitap'ın anasıdır. Diğer ayetler se MÜTEŞÂBİH dir. Şu varki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun yorumuna öncelik tanımak için Kitap'ın sadece MÜTEŞÂBİH kısmının ardına düşerler. Onun TEVİLİNİ (uyardığı sonucun ne zaman gerçekleşeceğini) ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, «Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındadır.» derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez.

Kur'ân'ı Kerîm'in ayetleri iki bölümdür. Muhkem ve müteşâbih ayetler. Muhkem ; manası açık, tartışma ve yorum gerektirmeyen ayetlerdir ki Kitap'ın Anası'nı teşkil eder. Kur'ân'ın yorumunda bu ayetler esas alınır. Aksi takdirde yorumda, sapma ve yozlaşma kaçınılmaz olur. Müteşâbih ise, manası kapalı olduğundan anlaşılması zor ayetlerdir.

Kur'ân'da muhkem ayetlerin neler olduğu açıklanmamıştır. İslâm bilginlerine göre bunlar ; Kitap'ın esasını oluşturan emir ve yasaklar, geçmiş ümmetlerin hayatları, helâl ve haramlar, iman ve amel konularını kapsamaktadır. Bir yönden muhkem, bir yönden müteşâbih ayetler de vardır. Örneğin Allah'a iman muhkem, Allah'ın nasıllığı, sıfatları müteşâbihtir. Ahirete, cennete, cehenneme iman muhkem, bunların nasıllığı müteşâbihtir. Kur'ân'ı Kerîm'de sure başlarında bulunan Elif, Lâm. Mim, Yâ Sin gibi harfler, birkaç manaya gelebilen ayetler, bazı anlaşılamayan kelimeler, karmaşık hukuksal hükümler v.s. de müteşâbih ayetlerdir.

İman sahipleri, Kur'ân'ın bütün ayetlerine inanırlar. Kalplerinde eğrilik bulunanlar ise, muhkemi gözardı ederek manası kapalı müteşâbihlerin peşine düşerler. Onlara diledikleri gibi yorum getirerek, İslâmiyetin saflığını yok etmeye ve bozgunculuğa koşarlar. Hz.Peygamberimiz böyleleri için şöyle buyurmuştur:«Müteşâbihlere uyanları ve yalnız müteşâbihler için çırpınanları gördüğünüzde bilin ki, Allah'ın (kalplerinde eğrilik var) dediği bu insanlardır. İşte bunlar (onlarla oturup kalkmayın) dediği kişilerdir.»

Kur'ân'ı Kerîm ; belirli bir zaman için değil, Kıyamete kadar hükmünü sürdürerek insanlara yol göstereceğinden Cenâb-ı Allah; çağlar boyu insanlara ışık tutacak mucizevî yasalarını müteşâbih ayetlerle açıklamıştır. Zamanı gelince ve işin uzmanı da devreye girince, o müteşâbih ayetin manası çözülerek muhkem bir ayet haline gelecektir. En'am 6/67 de şöyle buyrulmuştur : «Her haberin bir gerçekleşme zamanı vardır. Yakında bileceksiniz.»
(Bkz. Öztürk,Kur'ân'daki İslâm,İslâm Nasıl Yozlaştırıldı.)

Müteşâbih bir ayetin zaman içinde muhkem oluşuna şöyle bir örnek verilebilir.Yâsin 36/38 : …Güneş kendisine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir… Çağımızda gelişen Astronomi ilmi, takriben 30 yıl önce Güneş'inde bir yörünge etrafında hareket ettiği gerçeğini bulmuştur. Bu tespite göre Samanyolu Gökadası içinde bulunan Güneş, 250 yılda bir yörüngesini elips şeklinde tamamlar. Milyarlarca yıldızdan oluşan Gökadanın değişik noktalarından geçen Güneş ve Dünya'mız, en küçük bir kargaşaya uğramadan akışına devam eder. Kur'ân 14 asır önce indiğine göre, o zaman ilkel olarak uzay ilmi ile uğraşanların bilgisi dışında olan bu hakikat, işte böyle müteşâbih bir ayet ile açıklanmıştır.

Furkan 25/53 : İki denizi birbiri üstüne salan O'dur. Bu, tatlı ve yürek ferahlatıcı ; Şu tuzlu ve acı. Ve ikisinin arasına bir BERZAH, geçişi engelleyen bir perde konmuştur. Deniz Bilimcisi ünlü Kaptan Jacque Coustea, Akdeniz ve Atlas Okyanus'unun su kütlesini incelediğinde, her iki denizin de yapılarının tamamen farklı olduğunu, içlerinde ayrı ayrı değişik canlılar yaşadığını gördü. Bunun nedenini anlamak için, iki denizin birleştiği Cebel-i Tarık Boğazı diplerinde dalış yaparak yaptığı incelemede; denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan ve "Yüzey Gerilimi" ismi verilen fiziksel bir kuvvet nedeni ile iki denizin arasına adeta bir perde çekildiğini, böylece sularının birbirine karışmadığını tesbit etti. Kaptan Coustea, bu hakikatın 14 asır evvel inen Kur'ân'ı Kerîm' de yazılı olduğunu öğrenince : «Kur'ân'ın, Allah'ın sözü olduğuna tanıklık ederim.» demiş ve bir dergide de durum yayınlanmıştır. Daha sonraki araştırmalarda ; Aden Körfezi ile Kızıldeniz' in birleştiği Mendep Boğazı'nda ve diğer farklı yapıdaki iki denizin birleşme noktalarında, değişik yoğunlukları sebebi ile teşekkül eden yüzey geriliminden dolayı birbirine karışmadığı gerçeği bulunmuştur.

Kur'ân'ı Kerîm'de ; müteşâbih olup ta zamanla ilmin gelişmesi ile muhkem olan daha birçok mucize ayetleri, kitabımızın ana konusu dışına çıktığı nedeni ile yazmıyoruz.

Kur'ân, müteşâbih ayeti anlamak için Âli İmran 3/7 de iki yol göstermiştir. 1) Manası açık olan ayetlere iman 2) İlimde derinlik (İlgili konularda uzmanlaşma). Neticeye ulaşmada ilk şart, muhkem ayetlerin bütününden çıkan anlama göre müteşâbih ayetlere yorum getirmektir. Sonra da ilimde derinleşmiş olmak. Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ın içeriği olan ayetlerin ilim olduğunu belirlemektedir. İnsan da, evren de ayetler topluluğudur; onları öğrenmek ancak ilim ile mümkündür. İlim, ayetlerden birinin veya birkaçının sırlarını keşfetme ve prensiplerine bağlanma uğraşısıdır. Okunacak şeyleri toplayan manasına gelen Kur'ân' ın isimlerinden biri de Kitap'tır. Evren ve insan da bir Kitap'tır. Kur'ân'ın ilk ayeti oku ile başlamaktadır. Şu halde ilim ; Kur'ân Kitap'ını okumakla, Evren Kitab'ını okumakla, İnsan Kitab'ını okumakla elde edilir. İlimde derinlik kazanmak; İlâhî Yasalar ile birlikte Tıp, Mühendislik, Fizik, Matematik, Çevre Bilimi, Astronomi gibi pozitif ilimleri de öğrenerek ilgili konunun uzmanı olmakla mümkündür.

Bazı İslâm düşünürlerinin : «Müteşâbihin tevilini Allah bilir ; ilimde derinleşmiş olanlarsa ona inandık derler.» mealindeki açıklamasını : Müteşâbihler hakkında biz ağzımızı açamayız. şeklinde anlamak çok yanlıştır. Bu görüş ancak ülkelerin geri kalmasından başka sonuç veremez. Kur'ân ; ahirete kadar olan zaman içinde, mutlak gayp (bilinmeyen) dışında olan tüm ayetlerin anlaşılarak insanlara yol gösterilmesi için bildirilmiş İlâhî Yasalar'ın bütünüdür. Şu halde sürekli oluşumlarla gelişen ve değişen toplumumuzda işleyen bir şûra oluşturarak Kur'ân'ın mesajlarına uygun yeni yorumlar ile çağdaş çözümler yapılmalıdır ki halkımız doğruları öğrensin, yaşam da o gerçeklere göre tanzim edilerek dünya ve ahiret hayatında kurtuluşa ve esenliğe erişilebilsin.

RESULÜM, ONLARLA ŞÛRAYA GİT!

3/159 :...(Resulüm)İş ve yönetim hususunda onlarla şûraya git...
42/38 : ... (İman sahiplerinin) İş ve yönetimleri, kendi aralarında bir şûra iledir.

Şûra (Danışma Kurulu) ; Herhangi bir konu için bilginin ışığında karşılıklı görüş, danışma, fikir alışverişi ile en doğruyu elde etme çalışmaları yapan, ilim adamı ve uzmanlardan oluşan kurula denir. Bu kural, demokrasi ve cumhuriyet idaresinin de temelini teşkil eder. Kur'ân'da ; iş ve yönetim için zaman üstü prensipler veriliyor.Cenâb-ı Allah sistemin detaylandırılmasını, çağın şartları dikkate alınarak insanlar tarafından yapılmasını istemektedir. Vahyin açıkça belirlediği, kesin hükümlere bağladığı durumlarda (nasslarda) ŞÛRA ile İÇTİHAT (görüş) kararları alınamaz. Ancak kesinlik bulunmayan hususlarda, Kur'ân'ın öngördüğü genel prensipler ve anahtarlar çerçevesinde çözüm aranır. Şûranın yorumları değişkendir, zaman ve mekân dilimlerinde oluşan şartlara göre eski kararlar hükümsüz bırakılarak uygun yeni kararlar da alınabilir. Danışma kurulu her zaman işler bir durumda olmalıdır.

«Resulüm, onlarla şûraya git!» Buyruğu mutlak emirdir. Cenâb-ı Allah tarafından Hz. Peygamberimize, Kur'ân'da kesin hüküm bulunmayan her konuda danışma emri verilmiştir. Amaç ; toplumuna danışma sistemini öğretmek, onları bu yola teşvik etmektir. Sorunlar ; o konunun çağdaş bilim adamları ve uzmanlarınca en doğru bir şekilde sonuçlandırılacak, insanları güvensizliğe, mutsuzluğa götürecek yollar tıkanmış olacaktır. Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmaktadır : «Allah ve Resulünün danışmaya ihtiyaçları asla yoktur. Ancak Allah, bana danışmayı emretmekle toplumuna bir rahmet sunmuştur. Şunu da bilin ki, benim ümmetimin şûra yolunu seçenleri ; doğruyu ve eğriyi mutlaka yakalayacak, şûrayı terk edenleri de sürekli hata ve sapıklık sergileyeceklerdir.» Hz. Peygamberimiz ; Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında sahabelerine (kader ve amaç birliği yaptığı insanlara) danışmış, onların doğru fikirlerini benimsiyerek uygulamıştı. Toplumla ilgili konularda ve kendi özel sorunlarında da mutlaka danışma yolunu seçmiştir.

Şûra konuları ; Yönetim, Din, Ekonomi, Siyaset, Yargı, Sosyal İşler v.s. dir. Bu sistem ile Dünya İşleri, her konunun ilim adamları ve uzmanlarından oluşacak şûra kararları ile belirlenecektir. Böylece çağın ihtiyaçlarına uygun yeni yorumlar ile en doğru çözüm bulunmuş olacaktır.

İslâm Dünyası'nda şûra uygulanıyor mu? İslâm Dünyası' nın büyük çoğunluğu kırallık, hanedan veya cunta gibi yönetimlerle zora ve baskıya dayanarak idare edilmekte , dolayısiyle de insan hakları hiçe sayılmaktadır. Bir kısım ülkelerde de göstermelik demokrasi olmakla beraber, gizli bir despotizm ile toplumların ufku kapatılmıştır. Bu bakımdan İslâm Dünyası'na yol gösterecek ilim adamı ve uzmanlar yeterince yetişemediklerinden bu ülkelerin oluşturduğu şûra ve içtihat kararları da sağlıklı olmamaktadır.
(Bkz. Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk : İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Kur'ân'daki İslâm, K.T.K.)

İslâm Dünyası'nda ; zamanımıza kadar şûra ile birçok icma (İslâm düşünürlerinin bir hükümde birleşmeleri) ve (görüş) içtihat kararları alınmış, pekçok sorunlara da çözüm bulmaya çalışılmıştır. Aralarında Dünyamızın düz olduğunu iddia eden Kur'ân tefsirleri ile, Dünyamızın dönmediğini savunan icma kararlarına bile rastlandığı İslâm bilginlerimizce belirtilmektedir. Zaman ile değişen ve gelişen çağımızda eski görüşler geride kalmıştır. Bugün Kur'ân'ın kılavuzluğunda Dini sorunlarımıza en doğru ve çağdaş çözümlerin bulunması acil ihtiyaç haline gelmiştir.

Şûra (Danışma Kurulu) Üyelerinin Özellikleri. Cenâb-ı Allah, Âli İmran 3/7 ile Kur'ân'ın müteşâbih (manası kapalı) ayetlerinin anlaşılabilmesi için kullarına iki yol göstermiştir. a) Manası açık olan ayetlere iman, b) İlimde derinleşme. İslâm bilginleri ilimde derinleşme ifadesini ; hem İlâhî Yasalar'ı ve hem de Tıp, Mühendislik, Fizik, Astronomi gibi pozitif ilimleri bilenler olarak yorumlamışlardır. Bir emanet görevi yapmakta olan kurul üyelerinin de doğru bir seçimle gelmelerinin prensiplerini de Nisa 4/58 ayeti şöyle vermektedir : «Allah size emanetleri, o konularda uzman olanlara teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.» Kurul üyelerinin özelliklerini belirleyen bu iki ayetin kılavuzluğunda üç nitelik ortaya çıkmaktadır : 1) Allah'a iman, 2) İlimde derinleşme(uzmanlık), 3) Adalet. İşte bu sıfatları taşıyanlar, toplumun sorunlarına çözüm bulacak yüce zatlardır.

Emanet; mutlaka onu adaletle yürütebilecek Allah'a iman etmiş, o konunun uzmanı ilim sahibi kişilere verilmelidir. Gerek idarî, ilmî, teknik ve gerekse manevî alanlarda emaneti titizlikle uzmanına veren toplumlar, mutlu bir yaşam ile yükselme devirleri yaşamışlar; çıkar ve bilgisizlik nedeni ile emanetleri uygun olmayanlara teslim edenler ise, ilkel bir yaşam tarzı ile azab çekerek gerilemişlerdir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milletvekilleri, Diyanet İşleri Başkanı, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeleri, Belediye Başkanı ve Meclis Üyeleri v.s. hepsi de emaneti yüklenen kişilerdir. Bu zatlar; toplumun Allah'a iman etmiş, ilimde derinlik kazanmış (uzman) ve adalet sahibi kişilerinden seçilmelidir. Bu ilâhî yasa, devirler boyu hükmünü sürdürmüş ve sürdürmektedir.

Ülkemizde anlaşmazlıklara neden olan birçok Dini sorunlarımız oluşmuştur. Örneğin ; faiz, örtünme, kadının tanıklığı ve miras hukuku, eşin dövülmesi, çok evlilik v.s. gibi konular toplumumuzda rahatsızlıklara neden olmaktadır. Bunları çözmek için; doğruyu ve iyiyi yakalamak hata ve eğriliklerden kurtulmanın yolu, Kur'ân'ın emrettiği bir şûradan geçer. Devletimiz acilen çağdaş bir Din Şûrası oluşturmalıdır. Üniversiteler, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kuruluşlarımızda Kur'ân'ın şûra için öngördüğü özelliklere sahip birçok değerli ilim adamımız bulunmaktadır. Böylece seçkin bilginlerden kurulu Din Şûrası'nın alacağı kararlar ve fetvalar, İlmihal Kitaplarına geçirilerek halkımızı aydınlatacaktır. Sorunlar ; Cenâb-ı Allah'ın gösterdiği sistemde çözüleceğinden, toplumumuzda anlaşmazlıklar ve tartışmalar da bitecektir. Böylece bu Dünya'da mutlu bir hayat yaşanacak, ahirette de kurtuluşa erişilecektir.


KADININ TANIKLIĞI

Kişinin hakim önünde bir dava için bilgisini sunmasına tanıklık, bilgi veren kimseye de tanık denir. Kur'ân'ı Kerîm'de; bir ayrıcalık dışında, kadın-erkek ayrımı yapılmadan bütün insanların tanık olabileceği kuralı geneldir. Ancak Bakara 2/282 ayetinde yalnız ticaret ile ilgili vadeli borçlanmalarda, bir erkeğe karşılık iki kadının tanıklığı geçerli olmaktadır. Kur'ân'da buna gerekçe olarak; kadının şaşırma, unutma ve yanılması gösterilmiştir. O zamanlarda, kadınların okuma - yazma bilenleri çok az olduğu gibi, ticaret ile de ilgilenmedikleri bilinmektedir. Bu bakımdan hakkın ve adaletin tam işlemesi için bu ayrıcalıklı kural konmuştu.

Gücün egemen olduğu Cahiliye Devri'ndeki Arap toplumunda kadına hiç değer verilmezdi. Kur'ân'ın inişi ve Hz. Peygamberimizin gayreti ile kadın, hakkı olduğu değere kavuşmuştu. Ancak sonraları bu haklar geri alınarak zulüm devam etti. Kadının tanıklığı; bir çok alanlarda sınırlandığı gibi «Bir erkek tanığa karşı iki kadın tanık gerekir.» ayrıcalıklı hükmü, genelleştirilerek kurallaştırıldı.

Bugün değişen toplumumuzda kadın; erkek ile birlikte her alanda olduğu gibi ticari işlerde de çalışarak tecrübe kazanmış, böylece adaletin temini için gerekli tanıklık ehliyetine de sahip olmuştur. Kur'ân ; Tevbe 9/71: « Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Allah'a ve Resul'une itaat ederler. Allah bunlara rahmet edecektir. » Ayeti de kadın ile erkeğin Allah katında hakların ayni olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Eski bir dönem için konmuş olan ayrıcalıklı kuralın Din Şûrası (Danışma kurulu)na gidilerek çağdaş yorumlar ile yeniden düzenlenmesi Kur'ân'ın hükümlerindendir : Şûra 42/38: « ...(iman edenlerin) Yönetimleri aralarında bir Şura'dır... »
(Bkz. Bu Kitap, Anlaşmazlıklarınızı Allah'a Arzedin.)

TANIKLIKTA GENEL KURAL

24/8 : İftiraya uğrayan eşin, iftira atan kocanın kesinlikle yalancılardan olduğuna ilişkin Allah adına dört kez yemin şeklindeki tanıklığı, ondan cezayı düşürür.
24/4 : Namuslu kadınları zina ile suçlayıp da sonra ( bu suçlarını ispat için ) dört tanık getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların tanıklığını asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.
65/2 : ... ( Eşinizi yanınızda tutmak veya ondan ayrılmak için ) içinizden adaletli iki kişiyi de tanık tutun. Tanıklığı Allah için yapın...

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi Kur'ân'da ; kadın-erkek ayırımı yapılmadan bütün insanların tanık olabileceği kuralı, bir ayrıcalık dışında geneldir. Ancak Peygamber Efendimizin bu dünyadan ayrılışı ile kadını küçümseyen eski Arap örf ve adetleri, Kur'ân' a rağmen İslâm Dünyası'nı etkileyerek kadının tanıklığını kısıtlamıştır.

KADININ KURAL DIŞI TANIKLIĞI

2/282 : ... Belirli bir süre için birbirinize borç verdiğinizde onu yazın... Borç altına giren kişi de kayda geçirtsin ve Rabbinden korksun da borcundan hiçbir şey eksiltmesin. Borç altına giren, aklı ermez yahut zayıf-çaresiz biri ise yahut yazdırmaya gücü yetmiyorsa, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de tanık tutun. Eğer iki erkek yoksa rızanızla kabul edeceğiniz tanıklardan biri erkek ve iki kadın gerekir. Ta ki kadınlardan biri şaşırırsa veya unutursa diğeri ona hatırlatsın... Yalnız aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazamamanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur.

Bakara 2/282 ayeti, tanıklıkta, kadın-erkek eşitliği kuralına ayrıcalık getirmiştir. Kur'ân'ın indiği dönemlerde ev işleri, yemek pişirme, çocuk yetiştirme ile meşgul olan kadın ; alış-veriş, ticaret gibi işlerle uğraşmadığı gibi, okuma-yazma bileni de çok azdı. Ticaret, borçlanma v.s. işler tamamen erkeğin görevi idi. Bu bakımdan vadeli borçlarda hak ve adaletin yerine getirilmesinde ; birinin şaşırıp unutması durumunda diğerinin devreye girmesi için : «Bir erkeğe karşı, iki kadın tanık kuralı gerekir.» hükmü konmuştur.

Bugün iş hayatında da çalışan kadın, ehliyet olarak erkek ile eşit duruma geldiğinden, gerekçe ortadan kalkmış, dolayısiyle bu Yasa da Din Şûrası'nca yeniden incelenerek çağdaş kararlar alınması, Kur'ân hükümlerindendir.

KURAL DIŞI TANIKLIKTA BAZI GÖRÜŞLER

«... Bakara 282'de hüküm, cinsiyet (kadınlık) üzerine değil, (İşin içinden çıkamama, unutkanlık) yani ehliyet üzerine kurulmuştur. Yetersizlik - ehliyetsizlik gerekçesi ortadan kalktığında iki kadın isteme ihtiyacı da ortadan kalkacaktır. Bugün kalktığı gibi... Kadın, ticari hayatın içine girer tıpkı erkekler gibi ticari olayların çözümünde bilgi ve deneyim sahibi olursa, artık ticari tanıklıkta iki kadına gerek yoktur. Çünkü artık birincisi işin içinden çıkamaz duruma düşmeyecektir. Yani borçlunun hukukunu güvence altına alan vesile hüküm, bir kadının tanıklığı ile de beklenen sonucu verecektir. Nitekim bugün durum budur. Kur'ân bunun dışında, kadınla erkeğin tanıklığı konusunda hiçbir ayırım getirmemiştir. Diğer tüm alanlarda erkek ne ise kadın da odur.»
(Bkz. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - İslâm Nasıl Yozlaştırıldı. Say:377)

«Bakara 2/282 ayette kadın şahidin iki olmasının gerekçesi... İnsanlık değeri, üstünlük veya aşağılıkla ilgili olmayıp, tamamen (unutma, şaşırma, yanılma) ile ilgilidir ve hakkın, adaletin yerini bulması amacına yöneliktir... Kadının da tek başına şahitliğinin geçerli olmamasını gerektiren vasfı, özelliği geçici midir, devamlı mıdır? Modernist yorumcuya sorarsanız öyle fazla ince eleyip sık dokumaya gerek yoktur; bu hüküm mazide kalmış sosyo-ekonomik şartların ürünüdür ; bugün şartlar değişmiş, kadın değişmiştir; şahitliğin amacını gerçekleştirmek bakımından kadın ile erkek arasında fark kalmamıştır ; şu halde kadın da erkek gibi gerektiğinde şahit olur ve şahitliği geçerlidir... Kadının değişmesinin bir gelişme mahiyetinde olduğu hem ilmî, hem de İslâmî değer ölçülerine uygun olarak ortaya çıkarsa, ancak o zaman ayetin belli bir duruma ve şarta bağlı hüküm getirdiğinden, bu durum ve şartın değişmesi sebebiyle hüküm de değişebileceğinden, bahsedilebilir.»
(Bkz. Prof. Dr. Hayrettin Karaman - İslâm'da Kadın ve Aile. )

SONUÇ

Bakara 2/282 ayeti ile belirtilen ticaret ve borçlar hukuku alanında hakkın ve adaletin temini için, bir erkeğe karşı iki kadının tanık olması şaşırma, unutma ve yanılma gerekçesine dayanmaktadır. O dönemlerde; kadınlar iş hayatı ve ticaret ile ilgilenmedikleri, okuyup yazma bilenlerin sayısı da çok az olduğu gibi imza atma adeti de yaygın değildi.

Cenab-ı Allah ; erkek ve kadını birbirine karşı veli (Dost, arkadaş, yardımcı, koruyup gözetleyici) hakkı vermektedir. Tevbe 9/ 71 : Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir ... Bu ayet, kadın ile erkeğin haklarının Allah katında her hususta eşit olduğunu açık olarak ifade etmektedir.

Bugün Ülkemizde yürürlükte olan Türk Medeni Kanunu gereğince kadının tanıklığı, her konuda erkek ile eşitlenmiştir. Şu halde gerekçe ortadan kalktığından hüküm de geçersiz olmaktadır. Kur'ân'ın mü'minlerden istediği gibi, zaman içinde oluşan yeni şartlara uygun çağdaş yorumlar getirmek için, Din Şûrası (Danışma Kurulu)na gidilmelidir. Şûra 42/38: «...(İman sahiplerinin) iş ve idareleri, kendi aralarında bir şûra iledir.» Alınacak içtihat (görüş) kararları ve fetvaları İlmihal Kitapları'na geçirilerek halk aydınlanmalıdır. Böylece İslâmiyetin karşısında olanların, çağımızda ona gösterilen büyük rağbeti engellemeye çalışanların İslâmiyet, kadını ikinci sınıf insan yaptı. iftirası da etkisiz kalacaktır. (Bkz. Bu Kitap, Anlaşmazlıklarınızı Allah'a Arzedin.)

KADININ MİRAS HUKUKU

Kadın ve erkek birbirlerinin tamamlayıcısı olarak var edilmişlerdir. Allah katında her ikisi de eşittir, sevap ve günah açısından da aynı sorumlulukları paylaşırlar. 14 asır evvel ki dönemlerde kadın, pekçok alanlarda sosyal haklarından mahrumdu. Batı toplumlarında bile kadının mülkiyet hakkı, ancak 19. asrın sonlarında kabul edilmişti.

Kur'ân; kadına her türlü hukuki hakkını vererek onu erkekle eşit duruma getirdi. Böylece kadın, hakkı olan cemiyetteki yerini kazanmıştı. İslâm hukuku, mirasın paylaşımını adalet ve ihtiyaç prensibine dayandırıyordu. Miras; vefat eden kimsenin bıraktığı mal ve haklarda sıra, usül ve ölçü dahilinde, belli şahısların hak sahibi olmasıdır. O devirde kadın, yalnızca çocuk yetiştirme ve ev işleriyle meşgul olduğundan, ailenin geçimini temin tamamile erkeğin görevi idi. Bu bakımdan mirasın taksiminde ihtiyaç ilkesi gereği yarım pay ayrılmasının ne kadar adil ve kadını koruduğu ortaya çıkar.

Bugün şartlar değişmiş, kadın da aile bütçesine katkıda bulunmak için dışarda çalışmak mecburiyetinde kalmıştır. Şu halde kadının da ihtiyacı arttığından eski gerekçe ortadan kalkmış hüküm de geçersiz olmuştur. Bu bakımdan yeni duruma göre çağdaş bir Din Şûrası ile uygun kararlar alınarak adaletin temin edilmesi Kur'ân'ın emri olmaktadır.
(Bkz. Bu Kitap - Anlaşmazlıklarınızı Allah'a Arzedin.)

KADINA YARIM PAY VERİLMESİNİN HİKMETİ

4/11 : Allah size, çocuklarınız (ın alacağı miras) hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder... Eğer çocuğu yok da ana-babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer...

Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi ; ana-babadan, karı-kocadan gelen miraslarda bir erkeğin hissesi kadının payının iki katıdır. Ancak bu kural genel değildir. Bütün miras konularında uygulanmaz.İslâm Hukuk Sistemi'nde, mirasın üç temel unsuru vardır. Evlilik bağı, kan hısımlığı ve ihtiyaç. Kadın ile erkek arasındaki pay farkı, adalet ve ihtiyaç prensibine dayanmaktadır. Kur'ân, ailenin bütün mali sorumluluğunu erkeğe yüklemiş, o eşine çocuklarına bakacağı gibi muhtaç vaziyetteki anne-baba ve kızkardeşine de yardım ile vazifelendirilmiştir. İş hayatında çalışmadığı için ev işleriyle uğraşan, çocuk yetiştiren kadın ise ; mali gücü ne olursa olsun ancak ihtiyarî ve ahlakî bir sorumluluğun dışında, ailenin hiçbir masrafına iştirak etmeye mecbur olmadığı gibi, malını da dilediği gibi kullanma hakkına sahipti. Erkeğin malı devamlı tüketildiğinden azalacak, kadının malı ise harcanmadığından sabit kalacak, isterse işleterek de onu çoğaltabilecekti. Miras hukuku detayları ile incelendiğinde, Kur'ân'ın ikiye bir farkına rağmen kadını açıkça koruduğu ortaya çıkar.

Bugün toplumumuzda; şehirleşmenin ve medeniyetin getirdiği ekonomik şartlar çok ağırlaşmış, ailenin geçimi yalnız erkeğin kazancı ile sağlanamaz olmuştur. Bu şartlar altında kadın da çalışarak geçime katkıda bulunmak mecburiyetinde kalmıştır. Çağımızda yalnız eşler değil, ailenin yetişkin bütün fertleri de çalışarak geçime iştirak etmek durumundadırlar.

KADINLA ERKEĞİN PAYLARI EŞİT

4/11 : ... Eğer ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı malda, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır...
4/12 : ... Eğer miras bırakan erkek veya kadının çocukları ve ana babası olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer...

Ayetlerden anlaşıldığı gibi mirasta; biri kadın diğeri erkek olan anne ve baba ile kız ve erkek kardeşlerden, her biri eşit olarak aynı hisseyi almaktadır. İslâmiyetin karşısında olanların : Miras taksiminde her konuda kadın, erkeğin yarısı kadar pay alır. iddiasının ne kadar asılsız ve maksatlı olduğu açık olarak ortaya çıkmaktadır.

Evlilik bağı, kan hısımlığı ve ihtiyaç ilkesine oturan miras hukukunda, yukarıdaki ayetlerle açıklanan durumlarda kadın ile erkek, aynı ihtiyaç konumunda olmaları nedeni ile eşit pay almışlardır.

MİRASÇI YALNIZ KADIN OLURSA

4/11 : ... Eğer çocuklar ikiden fazla kadın iseler, (ölenin) geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur...

Kadının mirastaki hissesi, erkeğin yarısı değildir. Ölenin sadece kız çocukları varsa ve ikiden fazla ise, mirasın üçte iki payları onların olur. Mirasçı tek bir kız çocuğu ise, hissenin yarısını almaya hak kazanır.

KADININ BORÇ VE VASİYET HAKKI

4/12 : Eğer çocukları yoksa eşlerinizin (kadın veya erkek) yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir...

Ayette, erkek gibi kadına da borç ve vasiyet hakkının tanınması çok önemlidir ve bu kadına bütün medeni ve sosyal hakların verilmesi demektir. Kadın mülk sahibi olur, mirası bırakır, miras alır, vasiyet eder, vasiyeti yerine getirilir, borç alıp verebilir. Bu husus, kadın hakları bakımından çok büyük bir gelişmedir.

Kadının mülkiyet hakkı, batı toplumlarında bile, ancak ondokuzuncu asrın sonlarında tanınmaya başlamıştı. Kur'ân indiği za man kadın, birçok sosyal haklarından mahrum olduğu gibi adeta bir eşya gibi kabul ediliyordu. Kur'ân; kadını elinden tutmuş, erkekle eşit yaparak toplumun saygı değer insanı haline getirmiştir.
(Bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş - Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri - Say : 2 / 233)

MİRAS HUKUKUNDA İLMİHAL'İN GÖRÜŞÜ

«Çağımızda şehirleşmenin, ağırlaşan ekonomik şartların, dinî ve ahlakî eğitim yetersizliğinin de etkisiyle beşerî hatta aile içi ilişkilerde bencillik, ferdiyetçilik ve sorumsuzluğun egemen olmaya başladığı görülmektedir... Erkeklerin İslâm Miras Hukuku'nun ilke ve hükümlerine göre mirastan pay alıp, buna karşılık o fazla payın verilmesine sebep teşkil eden sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmemesi... korunmaya çalışan dengeyi altüst ettiğinden, kadınların açık bir mağduriyetine yol açmaktadır... Böylece İslâm Hukuku'nun mirasla ilgili hükümlerini de töhmet ve tartışma ortamına itmektedir... Tek taraflı ve çıkarcı bir yaklaşımla mirastan pay almanın, fakat gereken yükümlülükten kaçınmanın bu dengeyi bozacağı, kul hakkı ihlâline yol açacağı... açıktır.»
(Bkz. Divan Taşİlmihal II. Say : 248)

SONUÇ

Kur'ân ; ailenin geçim sorumluluğu ile erkeği görevlendirdiğinden, ihtiyaç ilkesi gereği ona bazı durumlarda iki kat pay ayırmıştır. Nisa 4/34 : «... Mallarınızdan harcayıp kadınların geçimini sağladıkları için erkekler, kadınları gözetip kollayıcıdırlar...» Kur'ân'ın indiği dönemlerde iş hayatıyla yalnızca erkekler uğraşıyor, kendi geçimini sağlayan kadın ise yok gibiydi. Ailede eş ve çocuklardan başka anneye, kızkardeşlere de bakım mecburiyeti; koca, baba, oğul gibi erkeklerin görevi idi. Kadın ailenin geçim masraflarına iştirak etmediğinden, mirastaki yarım hissesinde dilediği gibi tasarruf hakkını da kullanabilirdi. Miras hukuku; o dönemin şartlarında mükemmel bir sistem ile erkek ve kadının haklarını birlikte korumuştur.

Çağımızda medeniyetin getirdiği ağır ekonomik şartlar, dinî ve ahlâkî eğitim eksiklikleri nedeniyle; mirasta fazla pay alıp, onun verilmesine sebep teşkil eden sorumluluk ve yükümlülüklerin erkekler tarafından yerine getirilmemesi mirastaki dengeyi bozmuş, kadınların haksızlığa uğramasına ve şikâyetine neden olmuştur. Ayrıca erkek çocukların alışma ve eğitim gibi sebeplerle aileyi terk ve ihmal ettiği; onların görevini kız çocukların üstlendiği, buna rağmen mirastan yarım pay almaları hak ve adalet ilkesine ters düşmekte, miras ile ilgili hükümlerin tartışılmasına sebep olmaktadır.

Bugün Ülkemizde; Türk Medeni Kanunu gereğince miras hukukunda kadın, erkek ile eşit pay almakta olduğundan kadının şikayeti kalmamıştır. Nisa 4/11 ayetiyle belirtildiği gibi bazı durumlarda erkeğe kadının payının iki katı pay tavsiye edilir hükmü emir değil bir öneri, bir tavsiyedir. Kur'ân'ın mü'minlerden istediği gibi zaman içinde oluşan yeni şartlara uygun ilmî araştırmalar yaparak çağdaş yorumlar getirmek için Din Şûrası (Danışma Kurulu) na gidilmelidir. Şûra 42/38 :« ... (İman sahiplerinin) İş ve idareleri, kendi aralarında bir şûra iledir. » Şûrada alınacak çağdaş içtihat (görüş) kararları ve fetvalar İlmihal Kitapları'na geçirilerek halkımız aydınlanmalıdır.
(Bkz. Bu Kitap - Anlaşmazlıklarınızı Allah'a arzedin.)

EŞ DÖVÜLÜR MÜ?

Kur'ân, yalnızca zina yapanlara kadın veya erkek olsun dövülme cezası vermiştir. Karı - koca arasındaki geçimsizliklerde, eşi eğitmek amacıyla kocanın dayak atması , Yüce Dinimizin adalet ilkeleri ve evrenselliği ile bağdaşması mümkün müdür? Asırlar boyu gücün egemen olduğu toplumlarda, kadının hakları çiğnenmiş ve kadın hor görülmüştü. Ayni zihniyet; Kur'ân'ın Nisa 34 ayetindeki birçok manaları bulunan, bir anlamı da uzaklaştırma olan darb sözcüğünü dövme olarak algılamış ve kadının geçimsizlik hallerinde dövülmesini kurallaştırmıştır.

Canlı Kur'ân olan Peygamber Efendimiz; ömrü boyunca kadınlara hep sevgi ve saygı göstermiş, zaman zaman geçimsizlikleri ayetlere de yansıyan hanımlarının verdiği sıkıntılara rağmen, kendilerine bir fiske bile vurmamıştır. Durum böyle iken cehalet, bilgisizlik ve kötü amaçla Yüce Dinimizi gözden düşürmeye ve bilhassa kadınları İslâm'dan soğutmaya çalışmaktadırlar. Oysa Kur'ân'da kocanın eşini dövme yetkisi yoktur ve Hz. Peygamberimiz de hiçbir zaman böyle bir uygulamada bulunmamıştır.

KOCA KARISINI DÖVEBİLİR Mİ?

4/34 : ... Sadakatsizlik ve iffetsizliklerden çekindiğiniz kadınlara önce öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın, nihayet onları bulundukları yerden uzaklaştırın (dövün?)...

Ayette ; sadakatsizlik ve iffetsizlik yapmalarından korkulan kadınlar için, kocaya sıra ile tatbik edilmek üzere üç yaptırım önerilmektedir. 1) Eşinize önce öğüt verin 2) Eğer birincisi fayda vermiyorsa, yataklarında yalnız bırakın yani onlarla cinsel ilişkiye girmeyin. 3) Her iki uygulamadan da netice alınmıyorsa, daha etkili olarak onları bulundukları mahalden uzaklaştırıp başka bir yerde oturmaya mecbur edin. Kur'ân'ın gayesi; toplumun çekirdeğini teşkil eden aileyi sağlamlaştırmak, yuvanın bozulmasını önlemektir. İşte bu üçüncü yaptırımda müfessirler arasında fadribuhünne ifadesinin anlamında anlaşmazlıklar çıkmış, bazı müfessirler (bu kelime genel manası icabı dövün anlamındadır) tezini savunmuştur.

Ayetteki fadribuhünne ifadesi, Arapça'da yirmiye yakın manası bulunan darb kelimesinden türeyen bir emirdir. Kur'ân'da darb kelimesi aşağıdaki ayetlerde kullanılmıştır. Darb: Örnek verme, örneklerle anlatma. (Örnek olarak bk. İbrahim 24, Nahl 75 - 76, Rûm 28) Gezip dolaşma, seyahat etme (bk. Nisa 94, Maide 106). Yol açma (bk. Tâhâ 77). Uzaklaştırma, uzakta tutma (bk. Zühruf 5). Mühürleme, damgalama, tıkama (bk. Bakara 61, Kehf 11). Yüze ve sırta vurma(bk. Enfal 50, Muhammed 24). Elle vurma (bk. Saffat 93). Boyun ve parmakları vurup uçurma (bk. Enfal 12). Bir aletle (sopa v.s.) vurma (bk. Bakara 60, Araf 160, Şuara 63, Sad 44).

İşte görüldüğü gibi birçok manası bulunan darb kelimesi, bu ayette uzaklaştırma anlamında kullanılmıştır. Peygamber Efendimizin de uygulamaları aynı yöndedir. Eğer burada sözcük dövün olarak algılansa, o zaman eş iffetsizlik fiilini işlemeden şüphe üzerine kocadan dayak yemiş olacaktı ki, böyle bir yaptırım Kur'ân'ın evrenselliği ve adalet ilkeleri ile bağdaşamazdı. Kur'ân'da dövme cezası ( Nûr 24/2) ; ister kadın ve ister erkek olsun, ancak dört şahitle ispatlanarak kesinleşmiş zina suçuna verilmiştir.
(Bkz.Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - İslâm Nasıl Yozlaştırıldı - Say: 341-348).

AYETİN SÜNNET'E GÖRE UYGULANMASI

Sünnet, Hz. Peygamberimizin söz ve fiilleridir. Cenâb-ı Allah'ın İlâhî Yasalarını bildirmek ve nasıl uygulandığını insanlara göstermekle görevlendirilen Hz. Peygamberimiz ; kadınlara her zaman sevgi ve saygıyla yaklaşmış, hanımları zaman zaman geçimsizlik göstermiş ve kendisini üzmüş olmalarına rağmen onlara çok iyi davranmıştır. Bu durum Kur'ân'da Ahzâb 33/28-34 ve Tahrîm 66/ 1-5 ayetlerine de yansımıştır. «Sizden hiç biriniz kölesi imiş gibi karısını dövmesin. Akşam bir yatağa yatacağınız eşinizi nasıl dövebilirsiniz.» gibi sözler söylemiş, hanımlarına hayatı boyunca bir fiske bile vurmamıştır.

Nisa 4/34 ayetinin uygulanması bakımından Peygamber Efendimizin eşlerinden, zina suçu isnat edilen Hz.Aişe ile ilgili ifk (iftira) olayı çok önemlidir. Hz. Aişe eşi Hz. Peygamber ile bereber gittiği bir seferden dönüşte, konaklanılan mahallin uzağına tuvalet ihtiyacı için ayrılmış ve bir müddet sonra geriye dönmüştür. Ancak gerdanlığının boynunda olmadığını farkedince tekrar aynı yere gidip onu aramaya başlar. Bu sırada Hz. Aişe'nin yokluğundan habersiz olan askeri kafile oradan hareket eder. Hz. Aişe gerdanlığını bulup geri döndüğünde, kafileden kimse kalmamıştır. Yokluğumu farkederler, geriye dönüp beni alırlar diye orada beklemeye başlar. Daha sonra askeri birliğin görevli artçılarından olan Safvân, orada Hz. Aişe'yi görerek devesine bindirir ve askeri birliğine ulaştırır. Fakat münafıklar Hz. Aişe'yi iffetsizlikle suçlamakta gecikmezler. Bu olaydan sonra Peygamber Efendimiz eşini dövmemiş, Hz. Aişe'de üzüntüden hastalanarak babası Hz. Ebubekir'in evine taşınmıştı. Bir müddet sonra Yüce Yaratıcı'dan beklenen vahiy Nûr 24/11-21 ayetleriyle gelmiş, mü' minlerin annesi Hz. Aişe temize çıkmıştı. Bu olay, ilâhî bir tatbikat ile bizzat Hz. Peygamberimizin ailesi içinde uygulanmış olmaktadır.
(Bkz. Öztürk-Asrı Saadetin Büyük Kadınları - Say:56)

SONUÇ

İslâmiyette kocanın eşini dövme yetkisi kanaatimizce yoktur. Darb kelimesinin manası yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bir durum söz konusudur. Peygamber Efendimizin uygulamaları da bunu doğrulamaktadır. Çağdaş yorumlar için Din Şûrasına gidilerek halkımız aydınlanmalıdır.

ÇOK EVLİLİK

Kur'ân; kıyamete kadar geçecek bütün zaman dilimlerinde insanların sorunlarını çözecek ilâhî bir Kitap'tır. Erkeklerin birden fazla dört kadınla evlenebilmesi izni; savaş, hastalık gibi zorunluluk hallerinde onların azalıp, dolayısıyla kadın sayısının çoğaldığı durumlarda, kadınları korumak için konulmuş zorunlu bir uygulamadır. Yoksa kadınlar dışlanarak, erkeklere harem kurması için verilmiş bir ödül değildir. Ancak bu hüküm bir öğüt, bir tavsiye niteliği taşır. Çok evlilikte eşlere mutlaka eşit davranılması için adalet şartı konulmuş, bu uygulanamayacaksa tek evliliğin en uygun olduğu belirtilmiştir. Halen Ülkemizde yürürlükte olan Türk Medeni Kanunu gereğince tek evliliğin esas alındığı gibi.

Çok evlilik; bilhassa Batı Toplumlarında tenkit edilmiş, ancak bu hükmün nedeni, ya maksatlı olarak veya bilinmediği için belirtilmemiştir. Bir toplumda kadın sayısının erkeğe göre fazla olduğunun tipik örneği, İkinci Dünya Savaşında Alman erkeklerinin azalması ile yaşanmış, yaklaşık on kadına karşılık bir erkeğin düşmesi kadınları fevkalade sıkıntıya sokmuş, bunun neticesinde de onların erkek ithalini bile düşünmelerine yol açmıştır.

Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice ile evlenerek tek evlilik yapmış, 25 yıllık bir beraberlikten sonra Sevgili Eşi'ni kaybetmiştir. 53 yaş sonrası gibi ileri bir çağda,Yüce Allah'ın isteği (vahyi) doğrultusunda Dini yayma nedeni ile başka evlilikler yapmıştır.

HZ. PEYGAMBER'İN ÇOK EVLİLİK SEBEPLERİ

Allah'ın Resul'ünün çok eşli olma nedenlerini anlamamız için, öncelikle eşlerini hangi sebeplerle aldığını bilmemiz gerekir.

Hz. Hatice.
Hz. Peygamber'in ilk ve en sevgili eşi. İlk iman eden, bütün malını İslâmiyet'in yayılmasına ayıran yüce insan. Allah'ın Elçisi'nin 25 yaşında iken evlendiği eşi, 40 yaşında dul ve iki çocuk sahibi bir hanımdı. 25 yıl mutlu bir evliliğin neticesinde 2 oğul ve 4 kızları olmuştu. Sağlığı ve gücü yerinde, mutlak seçme hakkı olduğu halde Allah'ın Resul'ü, Hz. Hatice'nin üzerine ikinci bir eşi hiçbir zaman almamıştır.

Sevgili Peygamber'imiz Hz. Hatice'yi kaybettikten sonra, ona olan sevgi ve hatırasına hürmeten 3 yıl evlenmeyerek, yalnız yaşamayı tercih etti. Ancak Arap Yarımadasının sıcak iklim şartlarına göre ileri bir çağ olan 53 yaşında İslâm Din'inin yayılmasına destek olacak eşlere ihtiyaç duydu. Bu ihtiyaç; kişisel arzu ve isteklerden tamamiyle uzak, vahyin doğrultusunda ilâhî görevinin gerektirdiği hizmetlerdi. Kur'ân; Hz. Peygamber'in eşlerine, öğretimle meşgul olma zorunluluğunu da yüklemişti. Ahzâb 33/34 :«Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti diğerlerine hatırlatın ve nakledin...»

Çok evliliği Hz. Peygamberimiz getirmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm inmeye başladığı zaman, dünyanın birçok yerinde ve Arabistan'da da birden fazla evlilik, çok yayılmış normal bir adetti. Kişiler çok evli dahi olsa evlilik, o çağın insanları arasında en etkili dostluk ve akrabalık bağı olarak algılanıyordu. İslâmiyet'in yayılması için bütün bu desteklere ihtiyaç vardı. Bunun için Hz. Peygamber'in bu amaca uygun eşler alarak yaşamında fedakârlık yapması gerekiyordu. Toplumlarda nüfusun yarısı kadın olduğuna göre; İslâmiyet'i onlara anlatacak, öğretecek hanımlar seçilmeliydi. Bu evlilikler, Din'in yayılmasında çok etkili olmuş, birçok düşman kabile bu yöntemle İslâmlaştırılmıştır. Bugün elimizde bulunan hadislerin bir bölümü, Allah'ın Resul'ünün eşlerinden kaynaklanmaktadır.


Yüce Allah'ın isteği doğrultusunda Hz. Peygamberin yaptığı evliliklerinin yöntemi, 4 başlık altında toplanabilir.

1- İslâm uğruna çekilen sıkıntılara karşılık, onları ödüllendirme. Hz. Sevde örnek olarak verilebilir.

Hz. Sevde.
Hz. Peygamber'in 2. eşi. İlk iman eden müslümanlardandı. Mekke'deki putperestlerin müslümanlara yaptıkları eziyetlere dayanamayarak kocası Sükrân ile Habeşistan'a sığındı. Orada, eşi Hırıstiyan oldu ve bir müddet sonra da öldü. İnançları hiçbir zaman değişmeyen Hz. Sevde, tekrar Mekke'ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Müslüman saflarında savaşırken, 16 yaşındaki oğlunu da kaybetti. Allah'ın Elçisi, İslâmiyet uğruna çektiği bunca sıkıntılara karşılık Hz.Sevde'ye evlenme teklif etti. Bu sırada o, bir kadın için geçkin bir çağ olan 50 yaşında bulunuyordu.

2-Kocası savaşta şehit olan kimsesiz dul hanımları koruma altına alma. Örnek olarak Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeynep verilebilir.

Hz. Ümmü Seleme.
Hz. Peygamberin 5.eşi, kendisine derin bağlılığı ile ünlüdür. Kocası Abdulesed ile İslâmiyeti ilk kabul edenlerdendi. Putperestlerin zulmü ile Mekke'den Afganistan'a ve sonra da Medine'ye hicret ettiler. Kocası, Uhud Savaşı'nda şehit olunca 4 çocuğu ile dul kaldı. Hz. Peygamber kimsesiz kalan Ümmü Seleme ile evlenerek, onu ve çocuklarını koruması altına aldı. O, İslâmiyet'in azılı düşmanı müşriklerin komutanı Halid'in de yakın akrabasıydı. Halid, bu evlilikten çok etkilendi ve iki yıl sonra da İslâmiyet'i kabul etti.

Hz. Zeynep.
Hz. Muhammed'in 8.eşi ve Huzeyme'nin kızıydı.İlk kocası Bedir Savaşı'nda ikinci kocası da Uhud Savaşı'nda şehit oldu. Böylece kimsesiz kalan Hz. Zeynep, Allah'ın Resul'ü tarafından nikahlanarak koruma altına alındı. Ancak kendisi, bu evlilikten üç ay sonra vefat etti.

3- En yakın dostlarının kızları ile evlenerek aileyi onurlandırma. Hz. Âişe, Hz. Hafsa ve Cahş kızı Hz. Zeynep örnek olarak verilebilir.

Hz. Âişe.
Hz. Peygamber'in 3.eşi ve en yakın dostu birinci halife Ebubekir'in kızıdır. Mekke'de doğup büyüdü, çok iyi bir terbiye alarak yetişti. Allah'ın Elçisi; Hz. Ebûbekir Ailesi'ni şereflendirmek için daha çocuk yaşında Hz. Âişe ile nikahlandı, onu ancak büluğ çağında evine aldı. Çok zeki ve akıllı bir kadındı, Hz. Peygamber'in eşi olarak gereken görevleri başarı ile yerine getiriyordu. 9 sene müddetle Hz. Peygamber'in en yakını olarak birçok hizmetlerde bulundu.Yüce Eşi'nin yanında askeri seferlere iştirak ediyor, hasta bakıcı olarak da görev yapıyordu. Çok sayıda (Hz. Peygamberin sözü) hadisin günümüze kadar gelmesine vesile oldu. O, İslâm'ın en büyük hukukçularından biri olarak kabul edilir.

Hz. Hafsa.
Hz. Peygamber'in 4.eşi ve yakın dostu ikinci halife Hz. Ömer'in kızıdır. Mekke putperestlerinin eziyetlerine dayanamayarak ilk müslümanlardan olan kocası Huzâfa ile birlikte Habeşistan'a daha sonraları da Medine Şehri'ne hicret etti. Uhut Savaşı'nda kocası şehit olunca dul kaldı. Allah'ın Elçisi, Hz. Ömer'in isteği ile kızını eş olarak almış ve böylece akrabalık bağı ile onları onurlandırmıştı.

Cahş Kızı Hz. Zeynep.
Hz. Peygamber'in öz halasının, güzelliği ve mağrurluğu ile ünlü kızı ve 7.eşidir. Arabistan'da, azat edilen köleler haksızlığa uğratılıyordu. İşte bu kötü geleneği silmek ve onların da diğer insanlarla eşit olduğunu göstermek için Allah'ın Resul'ü; azat olmuş kölesi ve hukuken evlât edindiği kâmil insan Zeyd'i, hala kızı Zeynep ile evlendirdi. Ancak eşler anlaşamıyor ve uyumsuzlukları devam ediyordu. Hz. Peygamber'in karşı çıkmasına rağmen Zeyd, evliliği sona erdirdi. Hz. Zeynep, bu olaylara çok üzülmüştü. Bir müddet sonra da Hz. Peygamber'e, Zeynep ile evlenmesi için vahiy yoluyla emir geldi. Ahzâb 33/37 : Hani sen Allah'ın nimetlendirdiği, senin de lütufta bulunduğun kişiye (eşini yanında tut, Allah'tan kork) diyordun ama, Allah'ın açıklayacağı bir şeyi de içinde saklıyordun; insanlardan çekiniyordun. Oysa ki kendisinden korkmana Allah daha lâyıktır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince onu sana nikâhladık ki, evlâtlıkları eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde, mü minler için o kadınlarla evlenmede bir güçlük olmasın. Zaten Allah' ın emri yerine getirilmiştir. Böylece hem Zeynep korunma altına alınarak, onun mutsuzluğuna son verilmiş ve hem de Arap geleneğine göre : Evlâtlığın boşadığı kadını onun babalığı alamaz. adeti sona ermişti.

4- Düşman kabilelerinden kadın alarak onları İslâmiyet'e kazandırma. Örnek olarak Hz. Cüveyriye, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiyye, Mısırlı Hz. Mâriye ve son eşi Hz. Meymûne verilebilir.

Hz. Cüveyriye.
Düşman Benû'l - Mustalik Kabilesi reisinin dul kızı ve Hz. Peygamber'in 6.eşidir. İlk kocası müslümanlarla yaptığı savaşta vefat etmişti. Esir düşen Hz. Cevriye cariye olacağı yerde, Hz. Peygamber'in eşi olmuştur. Allah'ın Elçisi bu evliliği gerçekleştirmekle akraba bağı oluştuğundan, düşman kabilesi mensupları da İslâmiyet saflarına geçmekte gecikmemişlerdir.

Hz. Ümmü Habibe.
Mekke putperestlerinin lideri ve başkomutanı, Hz. Peygamber'in baş düşmanı Ebu Süfyan'ın kızı ve 9.eşidir. Babasına rağmen kocası Cahş ile ilk müslümanlardan olmuş, mürşiklerin baskısına dayanamayarak Habeşistan'a hicret etmişti. Orada eşi din değiştirerek Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bir müddet sonra da ölmüştü. İlk evliliğinden bir çocuğu olan Hz. Ümmü Habibe bütün varlığı ile İslâmiyet'e sadık kalmış ve babasının lideri olduğu Mekke Şehri'ne de geri dönmemişti. İşte bu vefanın karşılığı olarak Allah'ın Resul'ünden; Habeşistan'ın dost kıralı Necasî'nin aracılığı ile evlenme teklifi alınca, sonsuz mutluluğa ermişti. Müslüman bir kadının ulaşabileceği en büyük ödül. Bu evlilikten sonra baba Ebu Süfyan'ın Hz.Peygamber'e olan düşmanlığı da azalmaya başlamıştı. Yüce Allah, Müntehine 60/7 de şöyle buyurmaktadır : «Olabilir ki Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar...»

Hz. Safiyye.
Hz. Peygamber'in 10.eşi, Hayberli Yahudi kızı. Müslümanlarla Yahudiler arasında geçen Hayber Savaşı'nda kocası öldü. Kendisi de esir düşerek Hz. Peygamber'e ganimet payı olarak ayrıldı. Allah'ın Resul'ünün: Kendi dininde kal, seni memleketine göndereyim. Eğer istersen İslâmiyet'i kabul et, seninle nikâhlanayım. teklifine hemen olumlu cevap verdi. Bu evlilik; harpte mağlup olan Yahudiler arasında etkisini göstermiş, bir kısmının İslâmiyet'i kabul etmesine vesile olmuştu.

Mısırlı Hz. Mâriye.
Hz. Peygamber'in 11.eşidir. Mısır Kralı Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderildi. Allah'ın Resul'ü de onu cariye değil, eş olarak kabul etti ve nikâhladı. Bu evlilik Mısır Halkı'nın İslâmiyet'e sıcak bakmasında çok etkili olmuştur.

Hz. Meymûne.
Hz. Peygamber'in, son ve 12.eşidir. Allah'ın Elçisi, putperest Mekke'liler ile münasebetlerinde düşmanlığın ortadan kalkmasını istiyordu. Mekke'li dul bir hanım olan Hz. Meymûne' nin, muhtelif kabilelerin hatırlı kişileri ile evli 8 kızkardeşi bulunuyordu. Bunların kocaları Mekke'de geniş bir etki sahasına sahiptiler. Bu evlilik, Mekke Halkı ile gerginliğin azalmasına vesile olmuştur.

Allah'ın Resul'ü; 53 yaşından vefatı olan 62 yaşına kadar birçoğu yaşlı ve çocuklu olan dul hanımlar ile evlendi. Böyle ileri bir çağda nefsinin hoşlandığı duygularının veya cinsel isteklerinin tatmini için eşler alsaydı mutlaka genç, güzel ve çekici hanımları tercih ederdi. İlk eşinden sonraki evlilikler, Yüce Allah'ın isteği (vahyi) doğrultusunda dini yayma nedenleri ile gerçekleşmiştir.



EŞLERE AHİRET ÖDÜLÜ

Hz. Peygamber'in oturduğu yer bir saray değildi. Ev, bir mescit ve küçük odalardan ibaretti. Duvarlar kerpiçten, tavan hurma ağacı ve yapraklarından oluşmuştu. Yağmurların sızmaması için, tavanın üstüne bir kilim örtülmüştü. Hz. Peygamber Eşleri'nin yaşadığı mahaller; Dünya nimetleri ile değil, mahrumiyet ve sıkıntılarla doluydu. Allah'ın Resul'ü sahip olduğu bütün nimetleri toplumuna dağıtıyor; kendisi, eşleri ve çocuklarına daha az pay ayırdığından, ashabından daha fakir bir hayat yaşıyorlardı. Bu fedakârlıkları Hz. Peygamber ile birlikte tüm aile göğüslemekteydi. Çoğu bolluk ve varlıklı bir yaşam içinden gelen eşler, yoksulluktan zaman zaman şikâyetçi olmuşlarsa da, ilâhî görevini eksiksiz yapan Allah'ın Elçisi tavrını hiç değiştirmemişti. Bu olaylar üzerine Yüce Yaratıcı, Peygamber Hanımlarına şöyle uyarıda bulunuyordu. Ahzâb 33/28-29 :« Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer siz, Dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedelinizi vereyim ve sizi güzellikle salayım. Eğer siz; Allah'ı,Elçisi'ni ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilinizki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir ödül hazırlamıştır. » Eşlerin hiçbiri ayrılmayı kabul etmemiş, Allah'ın Resul'ünü ve ahiret hayatını içtenlikle tercih etmişlerdi. Birer kat elbiseleri ve topraktan yapılmış odaları içinde, Yüce Yaratıcı'nın sevgili Peygamber'ine ve insanların kurtuluşunu sağlayan İslâmiyet'e hizmet etmenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Onlar, hem Allah'ın Resul'ünün eşi ve hem de müminlerin anneleri idi. Ahzâb 33/6 : «...Peygamber'in eşleri müminlerin anneleridir...» Ahzâb 33/32 : «Ey Peygamber Hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz...» Yine Kur'ân-ı dinleyelim. Ahzâb 33/53 :« ...Allah'ın Elçisi'nden sonra onun eşleri ile nikâhlanmanız, size helâl kılınmamıştır... »
(Bkz. İslâm Peygamberi, Prof. Dr. Muhammed HAMİDULLAH-Asrısaadetin Büyük Kadınları, Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK-İslâm'da Kadın ve Aile, Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN)

BİRDEN FAZLA KADINLA EVLENME

4/3 : Şayet yetim (kızlarla evlendiğiniz takdirde on) lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...

Kur'ân yetim haklarının korunmasına çok önem vermektedir. Yetim (babası, anası ölmüş) kızlarla evlenmeler; sevgi ve beğeni neticesi olmalı, mallarını ele geçirme gibi menfaate dayalı art düşünceler ile yapılan evlilikler ancak onlara mutsuzluğu ve adaletsizliği getirir. Korumanız altında bulunan yetim kızlar ile, haklarını adaletle gözetecekseniz evlenin. Eğer adaletsiz davranacağınızdan korkarsanız, onlarla evlenmeyin. O zaman size helâl olan başka kadınlardan iki, üç veya dörde kadar nikahlayabilirsiniz.

Cenab-ı Allah, bütün zaman ve mekanlarda insanlara yol gösteren, onlara öğüt veren yasalarını Kur'ân ile belirlemiştir. İşte savaş, hastalık gibi zorunluluk hallerinde kadına nispetle erkek sayısının azalması neticesi, kadını korumak amacı ile erkeğe bir görev vermektedir: İki, üç veya dört kadınla evlenin. Bu ; kadın-erkek hak eşitliğine aykırı, kadını haksızlığa uğratan bir durum değil, toplumun ihtiyacı için yapılması gereken bir görevdir.

Dünyada kadının sayısı, genellikle erkeklerden fazladır. Kur'ân'ın açıklamalarından öğrendiğimiz gib; Hz. Musa'nın devrinde Mısır Kralı Firavun İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürüyor, kızları ise serbest bırakıyordu.Böylece o toplumda erkek sayısı çok azalmaktaydı (Bkz. Ar'af 7/141). Cahiliye devrinde güce dayalı gelişmemiş bir toplum olan Arap kabileleri, birbirleriyle sık sık çatıştıklarından erkek sayısı kadına oranla çok azdı. Kadına hiç değer verilmediğinden, bir kısım kız çocukları doğumdan sonra öldürülüyordu (Bkz. Nahl 16/58-59).

İkinci Dünya Savaşı'nda Alman erkeklerinin büyük bir bölümü yok olmuş, eşsiz kalan kadınlar ise çok müşkül durumda kalmışlardı. Ancak, iki, üç nesil sonunda kadın-erkek sayısı eşitliği mümkün olmuştu. Filipinler'de ise soylarındaki kalıtımlarından kaynaklanan kadın-erkek sayısı eşitsizliği vardır. Orada bir erkeğe karşı üç kadın yaşamaktadır.

Çağımızdaki toplumumuzda medeniyetin getirdiği ihtiyaçları karşılamak için, stres içinde çalışmak mecburiyetinde kalan erkeklerin bir bölümü genç yaşta yaşamlarını yitirdiklerinden, pekçok kadın da eşsiz kalmaktadır. Kadın, yaratılış olarak erkekten daha sağlam olduğundan, genellikle erkeğe nispetle 10 yıl daha çok yaşamakta olduğu, konunun uzmanlarınca belirtilmektedir. Netice olarak dünyada kadının sayısı erkeklerden daha fazladır. İşte Kur'ân, böyle zorunluluk durumlarında çok eşliliğe izin vermiştir.

ADALETLİ OLANI TEK EVLİLİK

4/3 : ... Eğer bu durumda (çok eşlilikte) adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, bir tek kadınla yetinin... İşte bu, haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur.

İslâmiyetin geldiği dönemlerde Arap toplumunda erkek, istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Gücün egemen olduğu o devirlerde, kadına değer verilmez, bir erkeğin 10-15 eşi olabilir, boşadım sözü ile kadın, her zaman kapı dışarı konabilirdi.

Çok evlilik, Arap toplumunda vazgeçilmez bir olgu idi. Aile bozulmuş, kadınlar arasında da kıskançlık aşırı derecede artmıştı. Kur'ân, çok evliliğe birdenbire yasak getirmedi, tek eşliliği zamana bıraktı. Çünkü kabileler arası savaşların neticesinde, erkek kadına oranla azalmıştı. Bu zorunluluk hali neticesinde, dul kalan birçok kadın, zor duruma düşmüştü. Peygamber Efendimiz dini yayma amacı ile yaptığı evliliklerde, savaşta kocasını kaybeden kimsesiz dul kadınlarla da nikahlanarak onları korumasına aldı.

Kur'ân, tek evliliğe geçmeden önce, evliliği en fazla dört hanımla sınırladı. Çok evliliğin zorunluluk hali dışında devamını ve yayılmasını istemiyordu. Eşlere eşit davranılması için ağır şartlar konularak çok evlilik zorlaştırıldı. Eşler arasında sevgi, giyim-kuşam, beslenme, cinsel ilişki, güzel söz ve iyi davranma gibi hususlarda adalet şartı getirildi. Ahzâb 33/4 : «Allah bir insanın göğsüne iki kalp koymadı...» ayeti ile de sevginin ancak bir eşe verilebileceği belirtiliyordu. Nisa 4/129 :« Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip ötekini askıda (kocasız) bırakmayın.»

Eşler arasında adalet şartı yerine getirilmeyecekse, o zaman günah işlenmiş olunacağından en doğru ve en uygun olanı tek evlilikti. Böylece zamanla topluluk, çok evlilik alışkanlığından kurtulacak, tek eşlilikle ideal aile yapısı oluşacak, adalet sağlanacak, ailenin bireylerinde huzursuzluk sona erecek ve eşler de esenliğe kavuşacaktı. Kadın-erkek sayısı eşit olan, dolayısıyla da zorunluluk hali bulunmayan Ülkemizde, Türk Medeni Kanunu gereğince, Kur'ân'ın önerdiği gibi tek evlilik esas alınarak adalet sağlanmıştır.

SÜNNET'E GÖRE EVLİLİK

Hz. Peygamberimiz 25 yaşındayken 40 yaşında dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlendi. Çok mutlu bir yuva kurarak, 25 yıllık bir beraberliğin neticesinde 6 çocukları olmuştu. Peygamber Efendimiz Hz. Hatice ile evli iken, ikinci bir eş almamıştır. Allah'ın Resulü; çok sevdiği eşini kaybettikten sonra, ona olan sevgi ve hatırasına hürmeten 3 yıl evlenmemiş, ancak 53 yaş gibi ileri bir çağda vahyin doğrultusunda dini yayma nedeniyle evlilikler yapmıştı.

Peygamber Efendimiz; kızı Hz. Fatima'yı, kendisine erkek olarak ilk iman eden yeğeni Hz. Ali ile evlendirmiş, yeğenine kızının üstüne ikinci bir eş almasına hiçbir zaman müsaade etmemiştir.

Hz. Peygamber; ilâhî görevinin gerektirdiği mecburiyetler dışında, tek evliliği esas almıştır.

KADINLARA ÇOK EVLİLİK NİÇİN VERİLMEDİ?

2/204-205 : İnsanlardan öylesi vardır ki, Dünya Hayatı'na ilişkin sözleri seni hayran bırakır ve gönlündeki Allah'ı şahit tutar. Oysa o azılı bir düşmandır. İşbaşına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, NESİLİ (soyu) yok etmeye çalışır. Oysa Allah bozgunculuğu sevmez...

Kadının, çok eşli olmamasının en önemli üç sebebi vardır.
1-Neseb. (Kan akrabalığı) Çocuğun kime ait olduğunu, ana ve babasının kim olduğunu bilmektir. Neseb karışınca yani baba belli olmayınca, bilmeden baba tarafından yakın akrabalar ile evlilikler de gerçekleşebilir. Tıbben sakıncalı olan bu kan bağı birleşmeleri, sağlıksız ve arızalı bir neslin oluşmasına vesile olur.
2-Miras. Babası belli olmayan çocuk, annesinin dışında hangi babadan miras alacaktır? Çocuğun yetiştirilmesi, tahsil ve terbiye görerek topluma kazandırılması için maddî imkâna gerek vardır. Babanın olanakları dışında yalnız annenin katkısı, çocuğun giderlerini karşılamakta yetersiz olabilir. Ayrıca çocukların, yaratılıştan anne ile beraber babanın da sevgisine ve desteğine ihtiyaçları vardır.
3- Dünya'da kadının sayısı erkeklere göre daha fazladır. Çok erkek ile evli bir kadın, zaten sayısı daha az olan erkek eş adaylarının, daha da azalmasına vesile olacaktır.

Kadının; Bizim Ülkemiz'de olmadığı gibi, hiçbir toplumda da çok eşli olma örf ve adeti bulunmamaktadır.

ÖRTÜNME

Kur'ân ; dürüst, namuslu ve ahlâklı bir toplumu öngörmektedir. Bunun için toplumun çekirdeğini teşkil eden ailenin kadın ve erkek bireylerini uyarıyor: Bakışlarınızı kontrol edin ve ırzlarınızı korumak için örtünün. Kadına, hem kendi iffetini ve hem de erkeğin korunmasına yardımcı olması için daha kapsamlı örtünmeyi öngörüyor. Kadının erkekten biraz daha fazla kapanması, dişi olarak yaratılışının gerektirdiği yükümlülükten kaynaklanmaktadır. Oysa Allah katında kadın ile erkek eşittir ve bu gerçek Kur'ân'ın birçok ayetleri ile açık bir şekilde vurgulanmıştır. Tevbe 9/71 : «Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerine veli (Dost, arkadaş, yardımcı, koruyup gözetleyicileridir.»

Cenâb-ı Allah; özenerek en güzel biçimde var ettiği kadın ve erkek kullarının, yaratılışa yakışır şekilde güzel ve süslü giysiler içinde olmasını istemektedir. İlkel, bayağı bir giyimle kendilerini çirkinleştirmemelidir. Temiz ve güzel giyinmek inananlara helâldir ve Allah'ın emridir.

Kur'ân'da sadece iki ayette açıklanan örtünme, en önemli hüküm gibi gösterilmeye çalışılmış, toplumumuzda sorun haline getirilmiştir. Oysa İslâmiyetin esası TAKVA'dır ve yüzlerce ayetle belirtilmiştir. İnsanları Cenâb-ı Allah'a ulaştıracak ve rahmetine, sevgisine kavuşturacak örtünme, ancak TAKVA ELBİSESİ ile olur. A'raf 7/ 26 : «Ey Ademoğulları (kadınlar ve erkekler)! Size ayıp yerlerinizi örtecek örtü ve bir de süs elbisesi indirdik. Fakat TAKVA ELBİSESİ hepsinden hayırlıdır.»

Örtünme; toplumumuzda ciddi huzursuzluklara neden olmak tadır, bunun için sorunun acilen çözülmesi gerekir. Kur'ân'ın emrettiği yol, çağdaş bir Din Şûrasıdır. Böylece anlaşmazlıklar Cenâb-ı Allah'ın öngördüğü gibi çözüleceğinden, toplumdaki sorunlar da ortadan kalkacaktır.
(Bkz. Bu Kitap - Anlaşmazlıklarınızı Allah'a Arzedin)

KADINLAR ERKEKLERE ÇEKİCİ GÖSTERİLDİ

3/14 : Kadınlardan...gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (çekici) gösterildi. Bunlar, sadece Dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır.

Ayet, insanlara yaratılıştan verilen tutkuyu belirtmektedir. Kadın, erkeğin vazgeçilmez bir tamamlayıcısıdır. Onlarla eşleşerek yuva kurmak, cinsel istekleri tatmin etmek ve çoluk-çocuk sahibi olmak, Yüce Yaratıcı'nın koymuş olduğu hükümlerdir ve Dünya hayatının devamını sağlayan bir yoldur. Kadınların çekiciliğinden kaynaklanan bu zevklere, aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişki (zina) gibi saptırmalar ile ilâhî yasalar aşılırsa, nefislerin kötü sıfatlarına esir olunur ki, böylece dünyadaki sınavı kaybetmek ve azab (sıkıntı) çekmek kaçınılmaz olur.

İMAN SAHİPLERİ NAMUSLARINI KORUSUNLAR

24/30-31 : İnanan erkeklere söyle : Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırz ve namuslarını korusunlar... İnanan kadınlara da söyle : Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırz ve namuslarını korusunlar...

Ayette belirtildiği gibi; gözlerdeki cinsel istek ile dolu bakışları kontrol etmek ve iffetin korunulması icabı olan örtünme emri kadınlardan önce erkeklere verilmiştir. Dinen, vücudun örtünmesi gerekli mahrem yerlerine avret denir. İslâm bilginleri bu yerin, erkeklerde diz kapağı ile göbek arasındaki kısım olduğunda birleşmişlerdir. Kadında ise örtünme, zinet (süs) yerlerinin ilâvesi ile biraz daha fazladır.

İffetin (namusun) korunulması; yalnız kadınlar için değil, önce erkekler için farzdır. İffetli olma emrinin öncelikle erkeklere verilmesi, bu konuda onların kadınlardan daha çok tahrik olmasından kaynaklanmaktadır. Kur'ân'ı Kerîm; erkeklere aile bağlarının korunması için, Hz. Yusuf'un kıssasını örnek olarak vermektedir. Öyküde, üvey kardeşleri tarafından kıskanılan Hz. Yusuf kuyuya atılır. Onu bulan ve ölümden kurtaran kervancılar, Mısır'da zengin ve büyük mevki sahibi bir tüccar olan Aziz'e satarlar. O da karısına : Yusuf 12/21 «Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur, ya da onu evlât ediniriz.) dedi. Böylece Biz Yusuf'a o yerde güzel bir imkân verdik...» Hz. Yusuf, olanakları geniş bir ortamda yetişerek bilgi ve görgüsünü arttırdı. Evin hanımı, çok yakışıklı bir genç olan Hz. Yusuf'a aşık olur ve gönlünü hoş etmek ister. Yusuf 12/24: «...Kadın(Aziz'in eşi) onu (Hz.Yusuf'u) arzulamıştı.Rabbinin doğruyu gösteren delili olmasaydı o da onu arzulamıştı...»

Hz. Yusuf; kendisine iyilik eden ve güvenen efendisine hıyanet etmemiş, kadını arzu etmesine rağmen Rab'bine sığınmakla nefsine hakim olmuş ve böylece doğru yolu bulmuştu. Yusuf 12/32-33: «(Kadın) dedi ki: Kendisine emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atılacak ve alçalanlardan olacaktır! Yusuf dedi : Rabbim; bana göre zindan, bunların beni çağırdığı şeyden iyidir...» Aziz'in karısının isteğine hayır diyen Hz. Yusuf zindana girmiş, suçsuz olduğunu ancak birkaç yıl sonra kanıtlayabilmişti.

Bu öyküden alınacak önemli ders; kadın veya erkeğin iffetinin korunulması, bez parçaları ile aşırı bürünüp örtünmekle değil, ancak Allah'a içtenlikle iman ederek O'nun ilâhî yasalarına uymak ve takva sahibi olmakla mümkündür.

Kadınlar da erkeklere cinsel istek ile bakmamalı, onları yoldan çıkarmamalıdır. Gözlerin şehevî bakışları gibi dar veya şeffaf elbise giyerek vücut teşhirciliği ve duyguları okşayan sözler de erkeği tahrik etmektedir. Kur'ân, Ahzâb 33/32-33 ayeti ile kadınları şöyle uyarmaktadır : «... Sözü duyguları okşayan bir biçimde söylemeyin ki, kalbinde kötülük bulunan biri ümide kapılmasın...İlk cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek (kırıta kırıta) yürümeyin... » Konuşmalarda ve yürüyüşlerde dişilik değil, ciddiyet ve kişilik sergilenmelidir. Kadın hiçbir zaman bir şehvet aracı olmamalı; iyi bir eş, mükemmel bir anne ve topluma birçok alanlarda hizmet veren bir varlık olduğunu unutmamalıdır.

Evlilik dışı cinsel ilişkiler (zina), kadın ve erkek için ayni derecede toplumu sarsacak kötü işlerdir. İsra 17/32 :« Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur! » Zina, kadın için olduğu kadar, erkek için de çirkindir. Aralarında değer farkı olmadığı gibi, her ikisi de birbirine eşittir. Nûr 24/3 : «Zina eden erkek, zina eden... kadından başkasıyla evlenmez; zina eden kadın da zina eden... erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleriyle evlenmek inananlara haram kılınmıştır.»

Cenâb-ı Allah; ırzlarını koruyan kadın ve erkekler için şöyle buyurmaktadır : Ahzâb 33/35 : «Allah şu kişiler için bir affediş ve büyük bir ödül hazırlamıştır; ... Irz ve iffetlerini koruyan erkekler, ırz ve iffetlerini koruyan kadınlar...»

SÜSLERİNİ (ZİNETLERİNİ) ÖRTSÜNLER

Nûr 24/31 : İnanan kadınlara da söyle : Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini (zinetlerini) açıkta kalanlar dışında göstermesinler. Örtülerini (hımar) göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar...

Ülkemizde büyük anlaşmazlıkların ve tartışmaların sebep olduğu ayet budur ve birçok yorumlara mesnet teşkil etmiştir.

Kadınlarda örtünme; ırzların korunması ile ilgili üreme organlarının kapatılması mecburiyetinden başka, zinet (süs) yerlerinin de ilâvesi ile erkeklerden biraz daha fazladır.

Zinetlerini (süslerini) açıkta kalanlar dışında göstermesinler. Burada zinet kelimesinin anlamı önem kazanmaktadır. Zinet mana olarak süs demektir. Kadında süs ise, hem zinet takılarını ve hem de vücudunun çekici yerlerini ifade etmektedir. Şu halde, kadının takıları ile vücudunun çekici yerlerinin gösterilmesi yasaklanmıştır. Ancak ayette (Ma zahara minhâ) açıkta kalan zinetlerin sınırlarının neler olduğunda kesin bir ifade bulunmamaktadır. Birçok İslâm bilgini, Kur'ân'ın verileri ve Sünnet'e göre vücudun abdest yerleri olan bileklere kadar ayaklar, dirseklere kadar eller, yüz ve mesh edilen başın örtünmeye dahil edilmediğinde birleşmişlerdir. Örtünmede kadına; Süslerini açıkta kalanlar dışında göstermesinler. ifadesi ile iklim şartları, örf ve adetlere göre bir esneklik tanındığı da anlaşılmaktadır.

Örtülerini (hımar) göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar. Ayetin anlaşılabilmesi için «hımar» kelimesinin manası çok iyi bilinmelidir. Arapça büyük lügatlara göre hımar (humur'un tekili) : Örtü, örtmek, herşeyin üstünü örten şey, kadın ve erkeklerin başlarını örten şey demektir. Böylece de hımar kelimesi; yalnızca hanımların baş örtülerinin özel ismi olmadığı, genel olarak örtü anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Çok sıcak bir ülke olan Arabistan'da kadın ve erkekler başlarındaki örtülerle sokağa çıkıyor, güneşin aşırı etkisinden ancak böyle korunabiliyorlardı. Arap lisanında; kadınların başlarına örttükleri örtünün özel adı ise hımar değil, mikna ve nasıfydır. (Bkz.Prof.Dr. Zekeriya Beyaz-İslâm ve Giyim Kuşam-Say:280-283)

Ayette, saçların örtünmesine ait açık bir ifade bulunmamaktadır. Eğer saç mutlaka örtülmesi gerekse idi, kesin bir hüküm ile belirtilirdi. Ayrıca saç, vücudun çekici bir yeri de değildir.Hımar kelimesini kadının baş örtüsü olarak kabul edip, dolayısiyle saça da örtünme yükümlülüğü getirmek, ayetin amaçladığı hüküm ile ne kadar bağdaşır? Ayetten çıkan mutlak emir, kadın vücudunun çekici yeri olan göğüs bölgesinin kapatılmasıdır. Böylece o bölgeye gerdanlık gibi bir zinet de takılmış ise, bu da örtülmüş olacaktır.

Kur'ân; gerek erkeğe ve gerekse kadına, bakışlarını kontrol altına almalarını istedikten sonra, her iki cinse de örtünme emri vermiştir. Ancak erkek üremedeki görevi icabı, daha kolayca tahrik olabilme özelliğinden dolayı, kadına daha geniş örtünme yükümlülüğü getirilmiştir. Böylece kadın ; başkalarının da korunmasına yardım ve katkıda bulunacak, hem de kendi namus ve iffetini koruyacaktır.

SÜNNET'E GÖRE ÖRTÜNME

Buharî, Ebu Dâvud, Nesaî'den gelen bazı hadislere göre Peygamber Efendimizin zamanında, kadın ve erkek müslümanlar ayni su kapından abdest almaktaydılar. Ebu Dâvud'un eserinde : Kadın ve erkek, ellerimizi aynı kaba sarkıtıp daldırarak toplu halde abdest alırdık. denmektedir. Bu da gösteriyor ki Asrısaadet'te kadınlar erkekler yanında abdest uzuvlarını açabiliyorlardı. O halde dirseklere kadar kollar, ayaklar, yüz ve başın abdeste, meshe esas olacak kısmı serbesttir. Bu yerleri de abdest dışındaki zamanlarda kapatmak hassasiyetini gösterenlere saygı duyulur, ancak bunu yapmayanlar hor görülmez.
(Bkz. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - Kur'an'daki İslâm - Say: 615-616)

ÖRTÜNMEYİ BİRİNCİ SORUN YAPANLAR

Örtünmeyi Kur'ân'ın en önemli hükmü imiş gibi göstererek toplumun huzurunu bozanlar, İslâm'ın omurgası niteliğindeki yasalara hiç değinmemekte, adeta onları gizlemektedirler. Kur'ân'da, örtünme hakkında yalnızca iki ayet bulunmaktadır. Oysa İslâm'ın esasını teşkil eden TAKVA, yüzlerce ayetle vurgulanmıştır. İnsanları Allah'a ulaştıracak, onun rahmetine, sevgisine kavuşturacak örtünme ise TAKVA ELBİSESİ ile olur. A'raf 7/26 :« Ey Ademoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek örtü ve bir de süs elbisesi indirdik. Fakat TAKVA ELBİSESİ'si hepsinden hayırlıdır. »
(Bkz. Bu KitapTakvâ Elbisesi )

SONUÇ

Kadında abdest uzuvları olan; bileğe kadar ayaklar, dirseğe kadar eller, yüz ve baş örtünme dışıdır. İslâm'ın kadını; abdest yerlerinin dışında kalan bölgelerini de, Nûr 31 ayetinin belirlediği çerçeve içinde; coğrafya, iklim şartları, örf ve adetlere göre kapatmalıdır. Hımar kelimesini baş örtüsü olarak algılayan, dolayısıyla saçların örtülmesini gerekli gören anlayış da saygı ile karşılanmalıdır.
Örtünme; toplumumuzda ciddi huzursuzluklara sebep olduğundan, sorunun mutlaka çağdaş bir Din Şûrası ile en kısa zamanda çözülmelidir. Seçkin bilginlerden kurulu Din Şûrası'nın alacağı yeni karar ve fetvalar, ilmihal kitaplarına geçirilerek halkımız aydınlanmalıdır. Böylece sorunlar, Cenâb-ı Allah'ın öngördüğü sistem ile çözüleceğinden, toplumumuzda anlaşmazlıklar ve tartışmalar bitecek, dünya ve ahirette kurtuluş ve esenliğe erişilecektir. (Bkz. Bu Kitap Anlaşmazlıklarınızı Allah'a Arzedin )

TEVRAT VE İNCİL'DE ÖRTÜNME

«Kahin kadını RAB'in önünde durdurduktan sonra onun saçını açacak, anımsatma sunusu, yani kıskançlık sunusunu eline verecek.» (Sayılar 5/18)

«Rebeka gözlerini kaldırıp İshak'ı görünce, deveden indi. Ve köleye dedi: Bizi karşılamak için
tarlada yürüyen bu adam kimdir? Köle: Efendimdir, dedi; ve Rebeka peçesini alıp örtündü.» (Tekvin 24/64-65)

Tevrat'ta bulunan birçok ayet, o tarihte kadınların örtündüğünü göstermektedir. Açık olarak ifade edildiği gibi çarşaf, başörtüsü ve yüzü örten peçe kullanılmıştır. Yahudiler Tevrat'tan sonra, kendi din adamlarının yorumlamış olduğu Talmud'u en kutsal kitap olarak kabul ederler, eğitim ve öğrenimlerinde de onu esas almışlardır.Tevrat'ı tefsir eden bu fıkıh kitabına göre; kadınlar yabancı erkekler karşısında saçlarını örtmeli, başı açık sokağa çıkmamalı, başkaları yanında çok konuşmayarak sessiz kalmalı, yabancı erkekleri tahrik edici hareketlerden sakınmalı, sadece erkeğine karşı süslenmelidir. (http:\\www.biriz.biz\tesettur\)

«Kadın başını açarsa saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi, ya da traş etmesi ayıpsa, başını örtsün. » (1. Korintliler 11/6)

«Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler uğruna kadının başı üzerinde yetkisi olmalıdır. Siz kendiniz karar verin. Kadının açık başla Tanrı'ya dua etmesi uygun mu? » (1. Korintliler 11/8,10,13)
İncil'in bir bölümünü oluşturan "Pavlus'un Mektupları'nda", yukarıda görüldüğü gibi Hıristiyanların örtünmesi ile ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Pavlus, Hz. İsa'nın gerçek temsilcisi Nasrani Hıristiyanların karşı koymalarına rağmen "Hıristiyanların Mimarı" olma başarısına erişmişti. Bu tarihten sonra Hıristiyanlıkta saçın bir telini bile göstermeyen baş örtüsü Rahibe Kıyafetleri oluşmuş ve günümüze kadar gelmiştir.
İslamiyette de örf ve adet gereği saçın bir kısmının açık kaldığı baş örtüsü kullanılmakla beraber, Kur'an'da tüm saç tellerinin görünmemesi gerektiğine ait hiçbir ayet bulunmamaktadır. Saçları tamamıyla kapatan bir başörtüsü olan Türban, Hıristiyanlıktan İslamiyet'e geçmiş bir örtünme tarzıdır.

ÖRTÜNME HAKKINDA BAZI GÖRÜŞLER

«... Nûr 31 deki emir kipi, başa ilişkin bir emir değil, göğse ilişkin bir emirdir. Yani mutlak emir göğsün kapatılmasına yöneliktir, başın örtünmesine değil... Göğüslerin, özellikle göğse takılmış olan süs takılarının kapatılmış olmasıdır... Zînet : Süs tabirini kadının vücudu olarak değerlendirilip el ve yüz dışında tüm vücudun avret olduğunu ve kapatılması gerektiğini söylemek inandırıcı değildir. Kadın vücudunun zinet olarak düşünülmesine dayanak olacak hiçbir Kur'ân ayeti yoktur...

...Abdest vücudun açık havaya maruz bölgelerine uygulanır. Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu organlardır ve abdest bu organlara uygulanan bir temizlik hareketidir. Asrısaadet'te, abdesti kadın erkek herkes toplu halde aynı yerde, hatta aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun örtünme emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük bir beyan yoktur. Kur'ân ve Sünnetin verileri de, abdest uzuvlarının örtünmeye dahil olmadığını göstermektedir.

Özetlersek : Müslüman kadın, başı-yüzü, dirseklere kadar kolları, bileklere kadar ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı, zemini, iş şartlarını, iklim ve coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır...»
(Bkz. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk-İslâm Nasıl Yozlaştırıldı-Say: 358-362)

«... Nûr 30-31 ve öncesindeki ayetler, Hz. Aişe'ye atılan iftira olayı üzerine nazil olmuştur. Meal ve tefsirlerde bunun dikkate alınması, önceki ayetler ile birlikte bir bütün halinde değerlenmesi gerekirdi. O zaman görülecekti ki, Hz. Aişe'nin ziynetini - gerdanlığını - yitirmesi ve o nedenle başına iftira olayının gelmiş bulunması dolayısıyla, mü'min kadınlara ziynetlerini gizlemeleri, saklamaları tavsiye edilmektedir. Bu yapılmamış, ayetler müstakil ele alınmış ve hiç ilgisi olmayan yönlere çarpıtılmıştır...

...Ayette başın örtüleceğine dair kesin bir anlam yoktur. Başınızı şöyle örtün, diye bir ifade mevcut değildir. Hatta çok önemlidir, baş kelimesi de geçmemektedir... Arapça büyük lûgatlarda ise, humur ve hımar kelimelerinin kök ve asıl anlamlarının örtü, örtmek olduğu yazılı... ...Kaldı ki, o kelime, baş örtüsü anlamına gelse bile, bundan başı örtmek farzı çıkmaz. Çünkü açık emir yoktur. Amacın baş ve saç olduğunu ifade eden hiçbir işaret yoktur. Ayetin anlamı ve amacı gerdanlık ve halhal ziynetlerini örtüp korumaktır...

Nûr 31'in doğru yorumu ve anlamı şöyle: İnanan kadınlara da söyle, gözlerinden kıssınlar (başkalarının ayıp yerlerine bakmasınlar), kendi ferclerini(ayıp yerlerini) de saklasınlar, ziynetlerini (takılarını) apaçık göstermesinler. Ancak kendiliğinden gözüken bunun dışındadır. Örtülerini yakalarının (gerdanlık ziynetinin) üzerine kapatsınlar...»
(Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, İslâm ve Giyim Kuşam, Say: 267302)

«...Allah'ın, yarattığı ve ahlâkî sorumluluk yüklediği insanlara lütfu vardır. Bu sebeple de, özel olarak örtünme buyruğunun kapsamına giren ve yine her medenî toplulukça da bu niteliği kabul edilmesi gereken kadın göğsü yöresini, nezih bir ifade ile, özellikle belirtmiştir. (Nûr Sûresi 24/31)

Göğüs bölgesi, bel ile göğüs arasında kalan bölge, bel ile ense arasında kalan sırt bölgesi, kolların dirsekten yukarısı gibi bölgeler; özellikle örtülmesi gereken ziynet yerleridir... Mahrem erkekler yanında örtülü olmayabilecek ziynet yerleri; yüz, el ve ayaklar ile elden dirseğe ve ayaktan dize kadar olan beden bölgeleridir...

... Nûr Sûresi'nin 31. âyeti kadın için, ahlâkî ve mecbûrî ev içi örtünmenin sınırlarını belirlemektedir. Bu sınırları belirlerken, saçları özellikle belirtmiş değildir. Âyet-i Kerîme metnindeki hımar kelimesi başörtüsü değil örtü (giysi) anlamındadır... Saçın mutlaka örtülmesi gerekse idi, bu husus da açıkça belirtildi. Kaldı ki saç, özel olarak çekici bir beden yöresi değildir...

Kanaatimce kadının başını örtmeme ruhsatı olmasına rağmen örtmesine de, bu ruhsattan yararlanarak açmasına da, kendisinden başka kimse karar vermemeli ve müdahale etmemelidir. Demokratik Hukuk Devleti'nin gereği budur...»
(Bkz. Prof. Dr. Hüseyin Hatemiİlâhi Hikmette Kadın-Say:225-249)

DIŞ GİYSİLERİNİ ÜZERLERİNE ALSINLAR

33/59 : Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini (cilbâb) üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu çok daha uygun bir yoldur...

Ayet; Peygamber ailesine mensup hanımlarla, mü'minlerin kadınları, evlerinin dışına çıktıkları zaman, tanınmaları ve dolayısıyla sarkıntılıktan korunmaları için dış giysilerini (cilbâb) üzerlerine örtmeleri için uyarmaktadır. Mü'minlerin kadınlarından maksat, cariye olmayan hür müslüman kadınlarıdır. İslâmiyet'ten evvel Arabistanda kabile savaşları oluyordu. Savaşta esir düşen insanlar diğerlerine köle oluyor, bir eşya gibi başkalarına da satılabiliyordu. İşte ayette Mü'minlerin (iman edenlerin) kadınları ifadesi cariyeler ile hür müslüman kadınları birbirinden ayırmak için kullanılmıştır.

Ayetin indiği dönemlerde Arap evlerinin içinde tuvalet yoktu. Bu ihtiyacı gidermek için hür kadınlar dışarıya çıktıklarında, o devirde devlet koruması ve otoritesi olmadığından, bazı ahlâksız serserilerin saldırısına ve cinsel tacizine uğramaktaydılar. Sarkıntılık edenler, cariye sanmıştık diye kendilerini savunuyorlardı. Olay Peygamber Efendimize anlatılmış, ayet de bunun üzerine inmiştir. Hür müslüman kadınların cariyelerden ayırt edilebilmesi için, dış elbise (cilbâb) giymeleri önerilmektedir. Cilbâb, vücudun bütün bölümünü kaplayan geniş bir örtüdür. Baş kapanacak veya saçın bir teli bile görünmeyecek diye bir kayıt yoktur.

Dışarı çıkarken cilbâb giyilmesini öneren ayet, hür müslüman kadınları ile cariyeleri ayırmak için geçici bir gerekçeye dayandığından, hükmü de geçicidir. Bugün cariyelik diye bir sınıf yoktur. Bütün insanlar hürdür, devlet otoritesi tamdır, her mensubunu koruyacak şekilde yapılanmıştır. Çağımızda, müslüman kadınlar dış elbise almaya lûzum görmeden dışarıya çıkabilmektedirler. Şu halde ayetteki gerekçe kalktığı için hükmü de geçersizdir. Nitekim Ülkemizde uygulama da böyle olmuştur. Cilbâb giyilmeden Nûr 31 ayetinin öngördüğü bir giysi ile dışarıya çıkma, İslâmiyet'e uygun bir örtünme tarzıdır.

YAŞLI HANIMLAR ÖRTÜNMENİN DIŞINDA

24/60 : Artık nikâh arzuları kalmamış, hayızdan ve evlâttan kesilen kadınların, kasden süslerini (zinetlerini) göstermeye çalışmadan, örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, kendileri için daha hayırlıdır...

Kur'an; çocuk yapma ümidi kalmayan yaşlı hanımları, örtünmenin dışında tutmaktadır. Ancak iffetlerini korumaları, dikkat çekici, tahrik edici giyinmemeleri, vücut teşhirciliği yapmamakta titiz davranmaları, kendileri için daha hayırlı olacağı vurgulanmaktadır.

Hacca giden bazı yaşlı hanımlarımız; daha önceleri normal giyindikleri halde, hac dönüşlerindeki aşırı örtünmelerinin nedeninin, bu ayeti bilmediklerinden kaynaklandığı kabul edilmektedir. Ayette görüldüğü gibi, çocuk yapma ümidi kalmayan hanımların örtünme yükümlülükleri kalmamaktadır.

NİÇİN AŞIRI ÖRTÜNME UYGULANDI?

42/21: Yoksa onların bir takım ortakları var da, dinen Allah'ın izin vermediği şeyleri kendileri için yasallaştırıyorlar mı?...
39/3 : Dikkat edin! Halis din, yalnız ve yalnız Allah'ındır...

Din, yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur. Peygamberlere de ancak tebliğ görevi verilmiştir. İnsanlar için gerekli ilâhî hükümler Kur'ân-ı Kerîm ile belirlenmiştir. Kitap'ta yer almayan, izin verilmeyen bir takım uydurulmuş şeyleri diledikleri gibi din yapanlar, Allah'a ortak koşan zalimlerden başkası değildir.

Kur'ân ve Sünnet'te aşırı örtünme olmadığı halde, niçin İslâm Ülkeleri'nde kadın, çarşaftan peçeye kadar, türlü bezlerle kapatılmıştır? Bunun nedenleri araştırıldığında, İslâm Din'i ile hiç bağdaşmadığı, hastalığın tamamen toplumun yapısında olduğu anlaşılır. Arap ülkelerindeki çok evlilik ve cariye sisteminin neticesinde, aile yuvasındaki evin hanımları, kocalarını birçok eş ve cariyelerle paylaşmak mecburiyetinde kalmışlar, kadınların haklı isyan ve kıskançlıklarını önleyebilmek için Din gereğidir. uydurmasıyla, onları aşırı örtünmeye tabi tutarak eve kapamışlardır.

Çok evlilik. İslâmiyetin geldiği dönemlerde Arap toplumunda çok evlilik hat safhada yaygındı. Herşeyin güç ile ölçüldüğü o devirde kadına değer verilmez, ikinci sınıf insan muamelesi yapılırdı. Bir erkeğin 10-15 eşi olabilir, boşadım sözü ile de kadın her an kapı dışarı konabilirdi.

İslâmiyet; aile yapısını ıslah etmek için, önce evliliği dört hanımla sınırlamış ve bunun için de ağır şartlar getirmişti. En uygun ve adil olanın tek eşlilik olduğu belirtiliyordu, çok eşle evlenme alışkanlıklarının terk edilerek, tek eşle yetinilmesi zamana bırakılıyordu. Peygamber Efendimizin vefatından sonra birden fazla evlilik bırakılacağı yerde, erkek nefislerinde taht kuran çok eşlilik, Dinî hüküm olarak genelleştirildi. Yeni eşlerin gelmesiyle mağdur olan birinci eşlerin isyanı, aşırı örtünme ve eve kapatmakla önlenilmeye çalışıldı.

Cariye sistemi. İslâmiyetten önce Arap toplumunda, kabileler arası savaşta esir alınan köleler ve cariyeler bulunmaktaydı. Onların hürriyeti yoktu, perişan bir durumdaydılar, muhtelif işlerde çalıştırılır, mal gibi de satılırdı. Kız ve kadınlardan oluşan cariyeler sahibinin bütün arzularını, bu arada cinsel isteklerini de yerine getirmek mecburiyetinde idiler.

İslâmiyetin geldiği zamanlarda, Arap toplumuna kölelik ve cariyelik iyice yerleşmişti. Bunu yasaklamak mümkün değildi. Kur'ân; bu zavallı insanlara yapılan zulmü ortadan kaldırmak için, özendirici teşvikler yaparak köleliğin yavaş yavaş terk edilmesi gereğinin mesajını, birçok ayetlerle verdi. Nûr 24/33 : «...Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın...» Her türlü zulmün karşısında olan İslâmiyet, zaman içinde bu haksızlığın giderilmesini istiyordu. Hz. Peygamberimizden sonra kölelik tamamen kaldırılacağı yerde, Emevî ve Abbasiler zamanında İslâmı yayma savaşları ile ele geçirilen binlerce insan köle ve cariye haline getirildi.

Pazarlardan satın alınan cariyelerin, efendileri (sahipleri) ile cinsel ilişkide bulunmaları, evin nikâhlı hanımında büyük sıkıntılara neden olmaktaydı. Kadın yuvasını terk ederek baba evine gittiği gibi, cinsel intikam istekleri de önlenemez hale gelirdi. İşte Kur'ân ve Sünnet'te bulunmayan bu aşırı örtünme ve eve kapama, kadının cinsel intikam hislerini önlemeyi amaçlayan bir tedbir olarak, İslâm ülkelerinde asırlarca uygulanmıştır.

Kimler aşırı örtünmeyi yaygınlaştırdı? Dünya nimetlerine, bilhassa kadınlara aşırı düşkün, ilim ve imandan yoksun devlet adamları, parayı tanrı edinen zenginler ile sözde din adamları; aralarında tam bir işbirliği yaparak, kendi kötü nefisleri istikametinde kadını aşırı kapatmışlar ve insan haklarına aykırı birçok uydurma hükümler oluşturarak onları eve hapsetmişlerdir. Bilhassa din adamlarının(?) davranış ve faaliyetleri çok üzücüdür. Kur'ân'daki bazı ayetler bilerek yanlış yorumlanmış veya çarpıtılmıştır. Kadınların giyim-kuşamı ile ilgili birçok uydurma hadis üretilerek, kadının tüm vücudu hatta sesi bile zinet kabul edilmiştir. Ayrıca kişisel yorum ve fetvalar ile, kadın ile ilgili Kur'ân ayetlerine aykırı birçok hükümler de oluşturulmuştur.
(Bkz. Prof. Dr. Zekeriya Beyaz-İslâm ve Giyim Kuşam-Say:230-240)

Allah katında erkek ile hiçbir farkı olmayan kadın, aşırı örtünme ve eve kapatılmakla ikinci sınıf insan durumuna düşürüldü. Oysa ne Kur'ân'da ve ne de Sünnet'te böyle hükümler bulunmamaktadır. Bunlar Hz. Peygamberimizden sonraki zamanlarda yapılan saptırmaların bir ürünüdür. Bazı İslâm Ülkeleri; nüfusunun yarısını teşkil eden kadını cemiyet hayatına sokmadığı için, onun büyük gücünden faydalanamamış, her alanda geri kalarak da gelişememiştir.



GÜZEL, SÜSLÜ GİYSİLERİNİZİ GİYİN

7/31-32: Ey insanoğulları (kadın ve erkekler) ! Her mescide güzel, süslü giysilerinizi giyerek gidin... De ki : Allah'ın kulları için çıkardığı süsü... kim haram etti? De ki : O, dünya hayatında inananlarındır...
7/26 : Ey Ademoğulları ! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi ve süs kıyafeti indirdik...

Cenâb-ı Allah; özenerek ve en güzel biçimde yarattığı kullarının çirkin, derbeder ve bayağı giyinmemesini; Tin 95/4: «Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.» ayeti ile vurguladığı gibi, en güzel olarak var olan insanın yaratılışına yakışır şekilde temiz ve süslü giysiler içinde mescitlere gitmelerini buyurmaktadır. Temizlik ve güzelliğe bürünme, Yüce Yaratıcı'nın istediği gibi yaşam boyunca da devam etmelidir. İnsanlar için yaratılan zinet (süs) örneğin pamuk, keten, ipek, yün gibi şeyleri kim haram kılabilir? Hepsi de inananlar içindir.

Kur'ân, örtünmede belli bir giysi şekli önermemiştir. Kadın veya erkeğin giysisi; Nûr 24/30-31 ayetinin örtünme için çizdiği sınırlar içinde iklime, tarihe, örfe yani halkın kabul ettiği adete uygun olarak kendisine en çok yakışanı seçmelidir. Vücudun çekici yerlerini dışarı fırlatarak dar, allı morlu giysiler ile kendini teşhir edenler, giyene yakışmadığı gibi ona sadece seks aracı olarak bakılmasına sebep olur ve insanların da beğenisini kazanamaz. Oysa kadın; mükemmel bir anne, iyi bir eş ve topluma birçok alanlarda hizmet veren bir varlık olduğunu unutmamalıdır. Halkın memnun olduğu bir giyinme şeklinden, Allah'da memnun olur. Her İslâm Ülkesinin elbisesi ayrı ayrıdır ve kendi özelliklerini taşır. İran'da İran giysisi, Yemen'de Yemen giysisi kullanılır. Temiz ve güzel giyinmek, süslenmek inananlara helâldir ve Allah'ın emridir.

Çarşaf, hiçbir zaman dindarlık kıyafeti olmadığı gibi, Kur'ân' da çarşafın giyilmesi hakkında herhangi açık bir hüküm de yoktur. Yüce Yaratıcı'nın özenerek en güzel biçimde yarattığı kadınlar, çarşaf giyerek kendilerini çirkinleştirmemelidir.

TAKVA ELBİSESİ

Takva; korunma, sakınma demektir. Yüce Yaratıcı'sına sığınıp teslim olarak her türlü günahlardan korunmanın niyet ve gayreti içine girmektir. Cenâb-ı Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanabilmek için, O'nun himayesine girerek emirlerine sımsıkı sarılmak ve yasaklarından da sakınmaktır. Takva sahipleri; Allah'ın Resul'ünü örnek alarak, ibadeti ve insanlara hizmeti Muhammedî şefkat anlayışı ile yaparlar. İmanda, ibadette ve hareketlerde mükemmellik sergiler. Böyle bir gayret içinde olan mü'minler, nefislerini kötü sıfatlardan arındırarak, Yüce Yaratıcı'nın istediği ilahi sıfatlardan oluşan takva elbisesi giyerek kemale erer ve takva sahibi kul olma mutluluğuna erişirler. A'raf 7/26 : «Ey Ademoğulları (kadınlar ve erkekler)! Size ayıp yerlerinizi örtecek örtü ve bir de süs elbisesi indirdik. Fakat TAKVA ELBİSESİ hepsinden hayırlıdır.» Takva elbisesi giyenler Yüce Yaratıcı'nın en çok sevdiği kullarıdır, kurtuluşa erenler onlardır, cennet onlar için hazırlanmıştır. Hucûrat 49/13 : «... Muhakkak ki, Allah yanında en değerli olanınız, takvaca en ileri olanınızdır...» Yüce Allah; dostluğuna ve sevgisine erişilebilmesi sırrını, Yûnus 10/63 ayeti ile şöyle vermektedir :« (Allah'ın dostları veliler)İman edip de takvaya sarılmış olanlardır. »Şu halde erişilecek ilâhî yol a) Allah'a iman ve b) Takvadır.

A) ALLAH'A İMAN

Hucûrat 49/7 : «... Allah, İMANI size sevdirmiş ve onu gönüllerinizde süslemiştir.» İman; sezgiye, hissedişe dayalı bir sevgi olayı, Yüce Allah'ın verdiği eşsiz bir yaratılış duygusudur. İnsanlara doğuştan verilen iman sırrına, akıl çizgisinin ötesinde ancak gönül ile ulaşılabilir. Başka bir deyişle iman, Yüce Yaratıcı'yı minnet ve şükran duyguları ile sevmektir. İman nimeti, kulun Allahü Teâlâ'ya yönelerek gönlündeki iman ışığının yanması ile başlar ve Cenâb-ı Allah'ın da bu sevgi cereyanına cevap vermesi ile tamamlanır. Yûnus10/100 : «Allah'ın izni olmadıkça hiçbir nefsin iman etmesi mümkün değildir... »Minnet ve şükran duyguları ile Yüce Yaratıcı'sına sığınıp teslim olan insan, Allahü Teâlâ'nın cevabî ışığı ile imana kavuşur. İmanda ilk ışık, doğuştan kendine verilen Rab'bini bilme özelliğinden dolayı kuldan gelmektedir. İmana kavuşma ile o insan için kurtuluşun başlangıç yolu açılmış, Cenâb-ı Allah'ın lütfuna ve sevgisine erişmiştir. Enfâl 8/2:İnanmış olanlar o kişilerdir ki, Allah anıldığında yürekleri ürperip titrer ve onlara Allah'ın ayetleri okunduğunda, bu onların imanlarını arttırır. Ve onlar yalnız Rablerine güvenip dayanırlar. Kalpten gelen iman duygusunu, gözle görüyormuş gibi içtenlikle kabul etmek ve dil ile de açıklamak esastır. Bakara 2/177 : « ...Zafer ve mutluluğa ermek, o kişinin hakkıdır ki Allah'a, Ahiret Günü'ne, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır... Takva sahibi ancak onlardır.»

B) TAKVA

A'raf 7/26 : «...TAKVA ELBİSESİ hepsinden hayırlıdır.» Cenâb-ı Allah'ın halife olarak yarattığı insandan istediği en erdirici kulluk görevi; takva sıfatlarından oluşan takva elbisesi giymesidir. Yüce Allah'ın en çok sevdiği kul olan takva sahiplerinin sıfatları nelerdir? Hangi özelliklerle insanlar Allah katında yücelebilmektedir? Kur'ân'da; takva sıfatlarına sahip olunabilmesi için, yaklaşık on temel ibadet emri verilmiştir : 1) İnfak ve Sevgi, 2) Namaz, 3) Zekât, 4) Af Edici ve Dileyici Olma, 5) Sabır, 6) Oruç, 7) Muhsin Olma, 8) Ahde Vefa, 9) Adalet ve Dürüstlük, 10) İlim. İşte bu ilâhî sıfatlara sahip olanlar takva sahibidir ve onlar bu özellikleriyle takva elbisesi giymişler, Yüce Allah'ın rahmet ve sevgisine de ulaşmışlardır.

İman sahipleri; takvanın niteliklerini mutlaka bilmeli, bu özellikleri kendi yaşamına uygulamayı temel prensip edinmelidir. Tegabun 64/16 : « Gücünüz yettiği ölçüde takvada bulunun... »Takva sıfatları kazanılarak takva elbisesi giymek nefsin terbiye yolundan başka birşey değildir. Nefsin kötü sıfatları; şirk(Allah'a ortak tanıma), zulüm (eziyet etme), küfür (gerçeği örtme), yalancılık, şehvetperestlik, nefs arzusunu tanrı edinme, alaycılık, dedikodu, şüphecilik, kibir, cimrilik, israf, kıskançlık, ihanet, öfke, kin v.s.dir. İnsanlarda yaratılıştan iki kuvvet mevcuttur : Ruh ve meleklerden kaynaklanan pozitif kuvvetler, nefs ve şeytan etkisiyle oluşan negatif kuvvetler. Nisa 4/128:« ...Esasen nefisler, hırs ve kıskançlıklarla dolu olarak yaratılmıştır... »İşte bu kötü niteliklerden kurtulabilmek, Yüce Allah'ın istediği ilâhî özellikler olan takva sıfatlarını kazanmakla mümkün olur. Oluşun pozitif kuvvetleri ilâhî sıfatlar ile negatifin temsilcisi kötü nitelikler, yaratılış kanunu gereğince bir arada bağdaşamaz. Kul, takva özelliklerine kavuşma oranında, nefsin kötü sıfatlarını da disipline ederek onlardan kurtulmaya başlar. Kötü nitelikler, Cenâb-ı Allah'ın istediği ilâhî özelliklere bürünmeden nefsi asla terketmez. Takva sıfatları kazanıldıkça, kötü sıfatlar da kulu bir bir terk ederek yerini ilâhî özelliklere bırakır. Kemal mertebesinde de tam arınıp yücelir ki, Cenâb-ı Allah'ın sevgisine ulaşmış, Dünya plânındaki makamların en büyüğüne kavuşmuştur. Fecr 89 / 2730: «Ey huzur içinde olan can! O, senden sen de O'ndan hoşnut olarak (sevgiyle) Rabbine dön. İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.» Yüce Allah, takva sıfatlarını birçok ayetlerle açıklayarak vurgulamıştır. Takva elbisesi, yaklaşık 10 ilâhî sıfattan oluşur.

1) İNFAK VE SEVGİ

3/134 : Takva sahipleri, bollukta da darlıkta da infak ederler...
51/15, 19 : Gerçekten takva sahipleri cennetlerde ve pınar başlarındadır...Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.

İnfak; sahip olduklarımızdan ihtiyaç sahipleri için pay ayırarak vermedir. Bu verme, insanlığa hatta tüm canlıların yararına yöneliktir. Zengin, yoksul ayrımı yapmadan bütün iman edenler için konulmuş eğitici ve erdirici en mükemmel ibadetlerdendir. İnfak; Allah'a olan sevginin, güvenin ve teslimiyetin bir ifadesidir. Paradan, maldan yapıldığı gibi güzel söz söylemek, güler yüz göstermek de bir infaktır. Ayrıca dertli bir insanı teselli etmek, hasta ziyaretleri ile moral vermekte bir infak şeklidir. Zekât, sadaka ve fitre miktarı tayin edilmiş sınırlı bir yardımdır. Oysa infak, sahip olunanlardan gönlün dilediği kadar ayırdığı sınırsız bir vermedir, Âli İmrân 3/92 de şöyle buyruluyor : Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe zafer ve mutluluğa asla ulaşamazsınız. Şu halde verilenler, nefsin sevdiği şeylerden olmalı ki nefs arınabilsin. Yüce Allah, infakın eksiltmeye değil ancak artışa sebep olacağını belirtmektedir. Sebe 34/ 39 : «...Birşey infak ederseniz, Allah onun yerine başka birşey lûtfeder...» İnfak kimlere verilmelidir? Bakara 2/215 ayeti bunun cevabını şöyle vermektedir :« ... İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizler ve yolda kalan için olmalıdır ... » Şu halde öncelik, kendi yakın akrabaların yoksullarına olmalı ve daire gittikçe büyütülmelidir.

Hayır işlerinde yarışmak. Hayır, insanlara Allah rızası için karşılık beklemeden yapılan iyilik ve yardımdır. Hayır işleri de bir infak şeklidir. Âli İmrân 3/114-115 : «...Hayır işlerinde yarışırca koşarlar... Hiçbir hayır karşılıksız bırakılmaz. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilmektedir. »Şu halde Allah'ın rızasını kazanabilmek, hayır işlerinde yarışarak en iyisini yapmakla mümkündür. Halka hizmetin Hakk'a hizmet olduğunun şuuru temel ilkedir. Yapılması istenen hayır işleri nelerdir? Örneğin; yoksul ve yardıma muhtaç olanları giydermek, yemek yedirmek, evlendirmek, sermaye vermek v.s. gibi hayır işleri ile Kızılay Derneği, Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Eğitim Vakfı gibi hayır kurumlarının kurulmasına katkıda bulunmak veya onlara bağış yapmak, faydalı kitaplar yazmak, insanlığa hizmete yönelik bilimsel araştırma ve buluşların en iyisini, en üstününü yapmaya çalışmaktır..

Salih amel sergilemek. Hayır işi, Cenâb-ı Allah'ın çok sevdiği bir kulluk görevi olan salih ameli de içerir. Salih amel, insana hizmete ve barışa yönelik bütün düşünce ve faaliyetlerdir. Örneğin para, pul, şöhret değil de insanlara faydalı olmak için çalışan bir doktor; maddi menfaat düşünmeden öğrencilerine sevgi ile yaklaşan, onların iyi bir insan olarak yetişmeleri için özveri ve gayret gösteren bir öğretmen, ülkesinin ve şehir halkının hep hayrı ve mutluluğu için doğru karar ve tatbikatlar ile hizmet eden bir başbakan, bir milletvekili, bir belediye başkanı da salih amel sergilemektedir. Onlar ; hem iman etmiş ve hem de salih amelde bulunarak, Allah katında yaratılmışların en hayırlıları olma yüceliğine erişmişlerdir. Beyyine 98/7,8 : «İman edip salih amel işleyenler, yaratıkların en hayırlılarıdır. Onların Rableri katındaki ödülleri... Adn cennetleridir...»

Çok çalışmak. İnfak, hayır işleri ve salih amel gibi insanlara faydalı ve esenliğine yönelik hizmetler, büyük ölçüde bir yardım şeklidir. Bunları karşılamak için takva sahiplerinin çok çalışmak ile yükümlü olacağı şüphesizdir. Yüce Allah; kullarından kendilerine ve insanlara faydalı olabilmeleri için çok çalışarak didinmelerini istemektedir. İnşirah 94/7-8 : «İşlerinden boşaldığın zaman tekrar çalış ve yorul. Yalnız Rabbine yönel.» Yine Kur'ân'ı dinleyelim. Necm 53/39-41 : «Şu bir gerçek ki, insan için çalıştığından başkası yoktur. Elbette çalışması ileride görülecektir. Sonra ona en doğru karşılık verilecektir.» İslâmiyette tembelliğe yer yoktur. Tevbe 9/105 : «İş yapıp değer üretin; Allah, O'nun Resulü ve mü'minler yaptıklarınızı göreceklerdir...»

Yaratılanları sevmek. Takva sahiplerinin bir özelliği de, kaynağını Yüce Yaratıcı'dan aldıkları sevgi ile dolu oluşlarıdır. Âli İmrân 3/119 : «İşte siz iman edenler öyle kimselersiniz ki, imansız olanlar sizi sevmedikleri halde, siz onları seversiniz.» İnsanlar ve varlıklar, Allahü Teâlâ'nın sonsuz isim sıfatlarının manalarının karışık oluşarak yoğunlaşmasından meydana gelmişir. Her bir yaratılanın, Mutlak Kudret'ten kaynaklanan bir yaratılış sebebi vadır. Sevgi; iman edenlerden başlayarak bütün insanlara, hayvanlara, bitkilere ve bilip bilmediğimiz tüm varlıklara gösterilmelidir. Bu gerçek, büyük tasavvuf şairi Yunus Emre'nin sözleriyle en güzel ifadesini bulmuştur : «Yaratandan ötürü yaratılanları severim.»

2) NAMAZ

2/177 : ... Namaz'ı kılar, zekât verir... takva sahibi ancak onlardır.
4/103 : ... Namaz, mü'minler (iman edenler) üzerine vakitleri belli bir farzdır.

İbadetlerin en önemlisi, temel direği olan namaz; Yüce Allah tarafından açık ve kesin emirlerle istendiği için farzdır ve bütün müslümanların kılması gereklidir. Kendisini yaratan, sonsuz nimetler veren Yüce Yaratıcı'ya teşekkür, şükür, hamd edilerek namazla ibadet etmek, her insanın en tabii kulluk borcudur. Namaz ayni zamanda bedene sonsuz faydalar verdiği gibi, ruhsal yapımızda da sapıklıklardan, kötülüklerden uzak kalındığından ihtiras ve buna bağlı streslerden korunulur. Namaz; huşu içinde (ürpererek), Yüce Allah'a sevgi, saygı ile dolu olarak kılınmalıdır. İman gittikçe güçlendiğinden, şeytanın aldatmacası olan kuruntu ve şüpheler yerini huzura bırakır. İnsanlığı kötülüğe götüren yalan ve ikiyüzlülük, yavaş yavaş dürüstlüğe dönüşerek karakter düzelmeye başlar. Nefsin en kötü hastalığı olan gurur, namazdaki secde halindeyken yok olur, böylece insanın ahlâkı da güzelleşir. «Namaz, mü'minlerin Miraç'ıdır. »Hadisi, namazın erdirici sırrına açıklık getirmiştir. Nasıl ki Hz. Muhammed (s.a.v.) Miraç mucizesi ile Allah katına yükselmişse, mü'minlerde namazlarıyla Cenâb-ı Hakk'a ulaşırlar. Namazın gayesi; Yüce Allah ile diyalog kurma, anma ve beraber olma şuuruna erişmektir. Tâhâ 20/14: «Hiç kuşkulanma ki Ben Allah'ım. İlâh yoktur Ben'den başka. O halde Bana ibadet et ve namazını Beni hatırlayıp anmak için yerine getir.»

Allah'ı anma. Namaz belli vakitlere bağlı olduğundan, Allahü Teâlâ ile her an beraberliğin en ideal şekli zikir yani Allah'ı anmadır. Ankebût 29/45 : « ... Kitaptan sana vahyedileni oku. Namazı da kıl. Çünkü namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah'ın ZİKRİ daha büyüktür. »Diğer bir ismi Zikir olan Kur'ân-ı Kerîm okumak, ayette belirtildiği gibi namazın da ötesinde, ondan daha büyük bir Allah'ı anma şeklidir. Kendi lisanındaki Kur'ân çevirilerini okumak, içeriği anlaşılmayan Arapça Kur'ân'dan muhakkak ki daha erdiricidir. Yine Kur'ân'ı dinleyelim. Araf 7/205 : «Rabbini; benliğinin içinden yalvarıp ürpererek, alçak bir sesle sabah-akşam zikret. Gaafillerden olma.» Yüce Allah'ı sevmenin belirtilenlerinden biri de O'nu anmayı sevmektir. Çünkü fazla zikir, sevginin açığa çıkışıdır. Nûr 24/37:« Öyle kişiler vardır ki, ne ticaret ve ne de alış - veriş onları Allah'ın zikrinden... alıkoyamaz. »Bu kemale ermiş benliklerin halidir ki her anı, Cenâb-ı Allah ile beraber olma şuuru iledir. Bakara 2/152 : «Siz Beni anın ki, Ben de sizi anayım... » Allahü Teâlâ; içtenlikle anıldığı zaman mutlaka karşılık vermekte, her türlü yardım ve lütuflarını ihsan etmektedir. Zikir veya anma; Allahü Teâlâ'nın ilâhî isimlerinden biri veya birkaçını söyleyerek tekrar etmek suretiyle lisanen zikir yapılır ki, Allah kelimesi ile söyleneni en yaygın olanıdır. Cenâb-ı Allah'ın Yüce Zat'ını gönülden düşünmek suretiyle kalben zikir de yapılmaktadır. Âli İmrân 3/191 : «Onlar ki; ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler...» Böylece devamlı zikir ile o insan her an Allahü Teâlâ ile beraber olur, bütün iş ve çalışma durumları da bu halinin devam etmesine mani teşkil etmez. Kulun gönlünde yanan İlâhî Aşk ateşi ile, Yüce Yaratıcı'nın cereyanına bağlanarak ilâhî mutluluğa erişir. Ra'd 13/28 :« ...Gönüller yalnız Allah'ın zikri ile huzur bulur.» Cenâb-ı Hakk'ın bize şah damarımızdan daha yakın. ve her an O'nunla birlikte olduğumuzun sırrına erişenler, mutluluk ve kurtuluşa kavuşmuş yüce benliklerdir.


3) ZEKÂT

2/177 : ... Namazı kılar, zekât verir... takva sahibi ancak onlardır.
9/103 : Onların da mallarından bir zekât al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın...

Zekât; bereket, artış ve temizleme demektir. Cenâb-ı Allah, mal sahiplerinin mallarında fakirlerin de hakkı olduğunu Kur'ân ile bildirmiş ve bu hakkın da verilmesini emretmiştir. Zâriyât 51/19 : «Mü'minlerin mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.» İşte zenginlerin malından yoksullara verilmesi gereken bu hakka zekât denir. Sahip olunan maldan vermekle, nefsin isteklerine karşı bir set çekildiğinden nefs terbiye edilir ve veren-alan arasında bir sevgi bağı oluşması sağlanmış olur. Böylece zengin-fakir arasındaki zıtlaşma kırılır ve yerini sevgi ile dostluğa bırakır. Zekât; masraflar ile vergi çıktıktan sonra bir yıllık kazancın ve birikmiş malın kırkda bir (%2.5) tutarındaki miktarının, fakirlere dağıtılması zorunlu olan bir mali ibadettir. Mallarda bir arıtma ve temizleme görevi yapmaktadır. Verilmediği takdirde o kazanç ve mal haram olur. Zekât, yalnız zenginler için miktarı belli askari bir ölçüdür. İnfak ise, darlıkta da yoklukta da verilmesi gereken ölçüsüz bir yükümlülüktür.

Zekât verme; mallarda eksiltme değil, ancak artışa sebep olmaktadır. Rûm 30/39: «... Allah rızasını dileyerek verdiğiniz zekât, sevaplarınızı ve mallarınızı kat kat arttırır.» İslâmiyet, alın teri dökerek doğru yoldan kazanılan büyük servetlerin karşısında değildir. Ancak zengin olan her müslümanın farz olarak belirlenen zekât ve sadakaları ihtiyaç sahiplerine vermesi, kazanç ve malın arınması ve Allah'ın hoşnutluğu bakımından mutlaka gereklidir. Yüce Allah, insanlara yaşayışlarını düzgün bir şekilde sürdürmeleri için, çalışma arzusu ile mal sevgisi vermiştir. Âli İmran 3/14: «...Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe... karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar Dünya hayatının geçici menfaatleridir.» Ancak mal, sevgisi kontrol altında tutulmadığı zaman, mal edinme hırsı bütün benliği kaplar. Artık o insan hayatı boyunca yalnız ve yalnız mal edinmeyi esas alarak onun tutsağı olur ve her türlü kötü yollardan hedefine ulaşmayı gaye edinir. Tevbe 9/34 : «... Altın ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda sarfetmeyenler varya, işte onlara acı bir azabı haber ver.» İşte insanların bu tür kötülüklerden korunabilmesi için Cenâb-ı Allah, infak ve zekât mucizesi ile mal sevgisi hırsını kontrol ettirmiştir.

Zekât kimlere verilmelidir? Tevbe 9/60 : «Sadakalar-zekâtlar Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere... gönülleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, borçlulara, Allah yolundakilere, yolda kalmışlara mahsustur... » Zekât vermeye, en yakın akraba içinde bulunan yoksullardan başlanır, sonra yoksul komşular ve şehir içindeki diğer yoksullar aranır. Ana-baba, eş ve çocuklara zekât verilmez. Ancak onlara infak ibadeti ile mal ve nimet verme yükümlülüğü getirilmiştir.

4 ) AF EDİCİ VE DİLEYİCİ OLMA

3/134-135 : O takva sahipleri ki... Öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler... Onlar çirkin bir iş yaptıklarında yahut özbenliklerine zûlmettiklerinde, Allah'ı hatırlar, günahları için af dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affeder ki?...

Af dileme, işlediği günahın affedilmesi için Allah'a yalvarma demektir. Kur'ân, yapılan kötülüklerden pişman olunarak, onu adet haline getirmeden terkedilmesi uyarısında bulunmaktadır. En'am 6/ 54 : «...İçinizden her kim bilgisizlikle bir kötülük işler de, ardından halini düzeltirse, hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok merhametlidir. » İşlenilen suç ve günahlar katiyyen unutulmamalı, kendisinin suç işlemeye kabiliyetli olduğundan dolayı bu suçları işlediğini anlamalı, pişman olarak af dilemelidir. Hucurât 49/11 :« Kim ki tövbe etmez, işte böyleleri zalimdir.» Yalnız günahkârların değil, bütün mü' minlerin bilip bilmediği günahlarından arınmaları için af dilemeleri bir kulluk görevidir. Nûr 24/31 :« ...Ey mü'minler, istisnasız hepiniz Allah' a tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz.» tövbe edenler, Cenâb-ı Allah'ın sevgisi ile yücelmiş mutlu benliklerdir. Onlar Allahü Teâlâ'ya yönelerek her zaman pek çok tövbe ederek kulluk görevlerini yerine getirirler. Bakara 2/222 : «... Allah, çok tövbe edenleri sever... »

Âli İmrân 3/134 : «O takva sahipleri ki... Öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler...» Onlar, insanlar arasındaki münasebetlerde, öfkelerine hakim olurlar ve kendisine yapılan kötülüklere rağmen insanları af edicidirler. Nasıl ki Rab'bi günahlarını affediyorsa, o da kendine yapılan sebepli sebepsiz kusur ve kabahatleri büyük bir hoşgörü ile affeder. A'raf 7/199 : «Sen affetmeyi esas al. » Gördüğü kusurları ve kabahatleri örtücü olmak ve hiç kimsenin kusurunu ve ayıbını yüzüne vurmamaktır. Şûra 42/40 : «...Affedip barışmayı esas alanın ödülünü bizzat Allah verir...» Yüce Allah'ın en sevgili kulu olan takva sahipleri; kendilerine yapılan kötülüklere karşı koymaya güçleri yettiği halde, hep hoşgörmeyi ve affetmeyi tercih ederler. Nasıl ki Allahü Teâlâ bizlerin günahlarını affediyorsa, sen de affı tercih ederek barışmayı esas al.

Bağışlamanın olağanüstü örneğini; Hz. Peygamberimiz Mekke Şehri'ni fetih ettiği zaman vermiş, eline esir düşen bütün düşmanlarını affettiği gibi, kendisini küçük yaştan itibaren yetiştiren sevgili amcası Hz. Hamza'yı hunharca şehit eden mürşiklerin lideri Ebu Süfyan'ın gaddar eşi Hint ile onun tetikçi kölesi Vahşi'yi affetmekle göstermiştir. Âli İmrân 3/159 da Cenâb-ı Allah Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurmuştur :« Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Artık sen onları bağışla; Allah'tan da günahlarının bağışlamasını dile...»

5 ) SABIR

2/177 : ... Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder... Takva sahibi ancak onlardır.
11/49 : ... Sabırlı ol. Sonuç takva sahiplerinindir.

Sabır ; acıya, zorluğa, haksızlığa ve başa gelen üzücü olaylara dayanma gücüdür. Bir felâkete veya belaya uğrayanın telaş ve feryat etmeden, her şeyin Cenâb-ı Allah'tan geldiğinin bilinci ile, bu sıkıntıya sonuna kadar tahammül göstermesidir. Yüce Yaratıcı' nın bir sıfatı da Sabur'dur. Sabır sahibi olanlarda Cenâb-ı Allah'tan bir belirti, bir görünüş var demektir. Âli İmrân 3/146 : «...Şüphesiz ki Allah, sabredenleri sever. »Yine Kur'ân'ı dinleyelim. Bakara 2/153 : «... Allah, sabredenlerle beraberdir.» Takva ehli; Cenâb-ı Allah'a sığınıp tevekkül (vekil) ederek, her türlü ızdıraplara isyan etmeden katlanır ve sonunda ise mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın vereceği en iyi karar ile esenliğe kavuşacağını bilir. Yûnus 10/109 : «Sana vahyedilene uy ve Allah hüküm verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. » İnsanların, yaşam boyunca birçok zorluklarla karşılaşması bir yaratılış gereğidir. Olgunlaşarak kemale erme, bu devirleri geçirmekle mümkündür. Kur'ân; bütün bu ıztıraplara sabır sırrı ile karşı koymamızı, ilâhî imtihanı ancak böylelikle kazanabileceğimizi vurgulamaktadır. Âli İmrân 3/186 : «Yemin olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda mutlaka imtihan edileceksiniz... sabreder, takvaya sarılırsanız işte bu, iş ve oluşların en zorlularındandır.» Kemale ermiş benlikler de, herşeyin Cenâb-ı Allah'tan geldiğinin gerçeği ile, ıztırapları da mutlulukları da aynı zevk içinde yaşarlar. Çünkü iman sahibinin başına gelen her şey, bir gizli sebebin gereğidir. Bakara 2/ 156 : «Biz Allah içiniz ve sonunda dönüp O'na gideceğiz.» Takva ehli; her oluşun Dünyadaki ve ahirette ki kurtuluş ve mutlulukları için yaratıldığı gerçeğini bilmektedirler. Cenâb-ı Allah, sabrın erdirici sırrı için Bakara 2/153 ile şöyle buyurmaktadır : «Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile yardım isteyin. Hiç şüphesiz ki, Allah sabredenler le beraberdir.»

Sabır kavramı, geniş bir alanı kapsar ve tevekkülü'de içerir. Tevekkül; Kur'ân lisanında Allah'ı vekil etme, Allah'a dayanıp güvenme anlamında kullanılmaktadır. İman edenler, yaşamları boyunca Kur'ân'ın yasalarına göre uygun kararlar vermeli, bir işe koyuldukları zaman da, yalnız Allah'a dayanıp güvenmelidir. Yüce Yaratıcı, kendisine tevekkül eden kulunu işin sonunda mutlaka esenliğe eriştirecektir. Ahzâb 33/2-3 : «Rabbinden sana ne vahyediliyorsa ona uy... Allah'a tevkkül et. Vekil olarak Allah yeter.»Yine Kur'ân'ı dinleyelim. Âli İmrân 3/159 : «...Kararını verdiğin zaman da Allah'a güven... » Cenâb-ı Allah tevekkül edenlere, sonsuz hazinesinden sevgisini ve dostluğunu lûtfetmiş, onları bu dünyada da ahirette de kurtuluş ve esenliğe erdirmektedir. Âli İmrân 3/159 : «...Allah, tevekkül edenleri sever.»



6 ) ORUÇ

2/183 : ... Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Ta ki takva mertebesine erebilesiniz.

Oruç; Allah rızası için bir gün boyunca yemeden-içmeden, cinsel ilişkide bulunmadan yapılan ibadet şeklidir. Böylece insanın nefisle ilgili istek ve arzuları, geri çevrilerek nefs terbiye edilmektedir. Ramazan ayı müddetince bir ay devam eden oruç, İslâmiyet'in beş temelinden biridir. Bakara 2/185 : «Ramazan ayı insanlara yol gösterici, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân'ın indirildiği aydır. Öyleyse sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun.» Orucun farz olduğu onbir ayın sultanı olan Ramazan Ayı kutsal bir aydır. Kur'ân'ın ilk ayetleri bu ayda, Kadir Gecesi'nde indirilmeye başlanmıştır. Bu ay, af ve bağışlanma ayıdır. Ramazanda daha çok ibadet edilir, daha çok Kur'ân okunur, genellikle zekât ve sadakalar bu ayda verilir. Bakara 2/184 : «...Eğer gerçekten anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. »

Oruç; aç ve susuz kalarak bedenimize işkence etmek suretiyle, yapılan bir ibadet şekli değildir. Hem Allah'a karşı kulluk borcu ödenir ve hem de nefsin kötü isteklerine karşı çıkılır. İlâhî bir ahlâka kavuşmanın da en mükemmel yoludur. Oruç ibadeti ile nefsin arzuları ve bilhassa cinsel istekler frenlenir. Sabrın erdirici sırrına ancak oruç ile ulaşılır.Böylece irade de kuvvetlenir. Yüce Allah'ın emrettiği emir ve yasaklara uymakla günahlardan, tehlikelerden korunarak takva mertebesine erişilebilir. Oruç ibadetinde, gösterişten uzak tam bir içtenlik ve samimiyetle yerine getirilmesi ile benlikler yücelir. Oruçlu iken aç kalındığından fakirin hali daha iyi anlaşılır, onlara yardım eli uzatılır ve dolayısiyle ahlâkın en güzeli kazanılır. Oruç ibadetinin yapıldığı Ramazan ayı boyunca Müslüman toplulukları arasında kardeşlik sevgisi artar, birlik ve beraberlik duygusu kuvvetlenir. Orucun ; bir ay müddetle dinlenen sindirim sistemimize, dolaşım sistemimize, sinir sistemimize mucizevî faydaları bulunduğu da konunun uzmanı doktorlarca belirtilmektedir.

7 ) MUHSİN OLMA

51/15-16: Gerçekten takva sahipleri, cennetlerde ve pınar başlarındadır...Doğrusu onlar, bundan önce de iyilik ve güzellik (muhsin) sergilemekteydiler.
3/133-134: ...Cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır... Allah muhsinleri sever.

Muhsin; güzel düşünüp güzel davranan, başkalarına nimet veren, iyilik eden demektir. İhsan ise; güzel düşünüp güzel davranmak, iyilik etmek, bağışlamak anlamına gelir. Takva sahibi ayni zamanda muhsindir. Muhsin hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için hep ihsanda bulunandır. Hüsn yani güzellik, evrenin yaratılma sebebidir. İlâhî Güzel; bilinmek isteyince açılıp saçılarak kâinatı yaratmış, varlıklara da sonsuz güzelliğini yansıtmıştır. Kur'ân'ın açıkladığı 99 Güzel İsim'den biri de Muhsin olan Cenâb-ı Allah, güzeli ve güzellik sergileyenleri sever. Bakara 2/195 : «... Güzel düşünüp güzel işler yapın. Çünkü Allah, güzellik sergileyenleri (muhsinleri) sever.» Her kimde muhsin özellikleri varsa, onda İlâhî Kudret'ten bir görüntü, bir işaret var demektir. Muhsinler, Cenâb-ı Allah'ın sevgisine erişmiş mutlu kullardır. Yüce Yaratıcı lütuf ve bağışını; melek ve cin aracılığı ile olduğu gibi, muhsin mertebesine ulaşmış kullarıyla da ihsan etmekte, bu görevi onlara vermektedir. Kasas 28/77 : «...Allah, sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et!...» İnsanlar birbirleriyle konuşurken bile kullanılan sözler çok önem taşır. Kötülüğün söz ile konuşulmasını dahi Cenâb-ı Allah sevmez. Sözde de güzellik ve iyiliği açıklayan kelimeler kullanılmalıdır. Nisa 4/148 :« Allah, çirkin sözün açıklanmasını sevmez...»

Kur'ân; muhsînlere toplum ile olan ilişkilerde, yapılması gereken çok önemli bir görevi de veriyor. «Güzelliği emret, çirkinliği yasakla.» İnsanları iyiliğe, doğruluğa ve faydalı olanlara yönlendirerek güzelliğin temelini emretmek ve toplumun zararına, bozulmasına, kötülüğüne sebep çirkinlikleri de yasaklamaktır. Âli İmrân 3/ 104 :«İçinizde öyle bir topluluk bulunmalı ki, iyiliği ve güzelliği emretsin, kötü ve çirkini yasaklasın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.» Kur'ân; çirkinliklere karşı uyarmaları da gönül kırmadan, tatlı bir dil ile yapılmasını istemektedir. Fussilet 41/34 : «Güzellikle çirkinlik, iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel tavırla sav. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost gibi oluvermiştir.» Cenâb-ı Allah, ilâhî bir yasayı açıklıyor : Güzel düşünüp güzel davrananlara aynısı ile karşılık vermiyor. Ondan çok daha fazlası ile ödüllendiriyor. Cenâb-ı Hakk ; rahmetini, sevgisini muhsinlerden esirgememektedir. En'am 6/160: «Kim ortaya iyilik ve güzellik koyarsa ona on katı verilir, ortaya bir kötülük koyan ise getirdiğinin dengiyle cezalandırılır.»

8) AHDE VEFA - SÖZLERİNİ YERİNE GETİRME

2/177 : ...Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir... Takva sahibi ancak onlardır.
5/1 : Ey İman edenler! Allah ve insanlar arasında verdiğiniz söz ve yaptığınız bağlantıları yerine getirin!...

Ahd ; söz verme, anlaşma, yemin, misak manalarına gelir. Ahde vefa ise sözünde durma, anlaşmaları yerine getirme, sözünde güvenilir olma demektir.

Anlaşma ve söz verme, Kur'ân'ı Kerîm'in temel yasalarındandır. Anlaşma; insan ile insan, insan ile toplum arasında olduğu gibi, Allah ile insan arasındaki ilişkilerin de temelidir. Anlaşmaları yerine getirme, bireyler arasındaki ilişkilerde barış ve mutluluğu getirdiği gibi, Allah ile kul arasında ki münasebetlerde de kulun imanda yücelmesini ve sonsuz kurtuluşunu sağlar. Ancak kesin söz verdiği halde onu yerine getirmeyenler, en büyük zarara uğrayanlardır. Bakara 2/124 : «...Verdiği sözü tutmayanlar zalimdir. Saff 61/2-3: ...Yapmayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük bir günahtır.»

9 ) ADALET VE DÜRÜSTLÜK

5/8 : Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetenler olun. Bir topluluğa kininiz sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun. Bu takvaya daha uygundur.

Adalet; hak edene hakkını vermek, doğruluktan ayrılmamak ve Allah'ın emrini, emrettiği şekilde uygulamaktır. Adalet, takva sahibinin önemle üzerinde durması gerekli bir yaratılış prensibidir. Herhangi bir kimseye kızmak veya onu sevmemek, onu adaletten saptırmamalıdır. Milletleri ve cemiyetleri ayakta tutan, huzurun ve sükûnun teminatı olan adalet ve dürüstlüktür. Hak sahiplerine haklarının verilmesi ile ancak sulh ve adalet sağlanabilir.

Taraflar kim olursa olsun, hakimlik ve şahitlik tarafsız bir şekilde doğruluktan ayrılmadan yapılmalıdır. Allah, her iki tarafa da bizden daha yakındır ve onları daha iyi korur. Onun için tanıklıkta tarafların zenginliği, fakirliği veya akraba oluşları veya onlara duyulan sevgi, merhamet, korku gibi duygular insanı adaletten asla saptırmamalıdır. Nisa 4/135 ayetinde şöyle buyrulmaktadır : «...Kendinizin, anne-babanızın, yakınlarınızın aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak, Allah için tanıklık edenler olun... Allah her ikisini de sizden daha iyi korur. Onun için haktan ayrılıp da nefsinizin arzusuna uymayın...» İnsanlar, aşırı hırs ve doymazlıkları sebebiyle, Dünya malına çok düşkündür, hep daha fazlasını ister. Hak etmediği malı ve kazancı elde etmek için rüşvet verme yoluna sapar. Kur'ân, en yıkıcı rüşvetin yargıçlara yapılan olduğunu vurgulamaktadır. Bakara 2/188: «Mallarınızı aranızda haksız ve uydurma yollara baş vurarak yemeyin; bilip durduğunuz halde insanların mallarından bir kısmını günaha saparak yemek için onları YARGIÇLARA aktarmayın.»

10) İLİM

35/28 : ...Kulları içinde ancak ilim sahipleri, Allah'tan gereğince korkar...

Takva kelimesi; korunma, sakınma manasıyla birlikte korkma anlamını da taşır. Ayette, Cenâb-ı Hakk'a karşı sevgi ve korku duygusunu en çok taşıyan, ayni zamanda ilim sahibi olan takva ehlini tanımlamaktadır. Kötülüklerden en iyi korunan, ilâhî yasaları da en iyi bilendir. Kur'an'a göre Rab'den ençok korkanlar peygamberler ile ilim sahipleridir. Yüce Allah'ın ençok sevdikleri de onlardır. Mülk 67/12: « Görmedikleri halde Rab'lerinden içleri titreyerek korkanlara gelince, onlar için büyük bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.»

Şüphesiz ki sevgi ve muhabbetle yapılan bir iş, korku ile yapılandan çok daha üstündür. Seven sevdiğini kırmaktan, darıltmaktan çekindiği için onun arzularını seve seve yerine getirir. İstemediklerini de incitip kırabileceği endişesi ile yapmaktan çekinerek korkar. İşte kişinin sevdiği Yüce Yaratıcı'sı olursa sevgi ve korku hissi ne kadar büyük olur. İslâm bilginleri; takva sahibinin Allah'a karşı olan duygularını, küçük bir çocuğun anne-babalarına olan sevgileri ile birlikte korkma hislerine benzetmişlerdir.

Ra'd 13/37 : «...Kur'ân'ı bir hüküm kaynağı olarak indirdik. Sana gelen ilimden sonra...» Ayette belirtilen ilim, Allah tarafından peygamberlere vahy ile indirildikten sonra insanlara tebliğ edildiği zaman oluşmaktadır. Kaynağı vahy kitapları, İslâmiyet'te de Kur'ân'ın içeriği olan ayetlerdir. İlim, ayetlerden birinin veya birkaçının sırlarını keşfetme ve prensiplere bağlama uğraşısıdır. İlim esas itibariyle ikiye ayrılır. İlâhî İlim ve Faydalı İlim. İlâhî İlim; Yüce Yaratıcı'nın sözlerini içeren, tüm varlıkların özünde saklı sırları bildiren bir ilimdir. Alemlerin ve insanların kanunları nelerdir? Bu Dünya'ya nereden geldik, vazifelerimiz nelerdir, nereye gideceğiz? gibi suallerin cevaplarını, Cenâb-ı Allah'ın muhteşem sistemini içeren İlâhî Yasalar'ı ancak bu ilim ile öğrenebiliriz. İnsanları diriltecek, onlara gerçekleri gösterecek, en önemlisi de Yüce Yaratıcı'yı Kendi sözleriyle tanıyıp öğrenecek ve O'nun gösterdiği yola yönelerek olgunlaşıp kemale ereceğiz. Cenâb-ı Allah'ı farkedebilme mutluluğu, ancak ilim sahiplerine özgü bir yücelik olmaktadır.

Mücâdile 58/11 : «İman edenleri Allah yükseltir, İLİM verilenleri ise kat kat dereceleri ile büyültür...» Cenâb-ı Allah; Kur' ân'ın içeriği olan ayetlerin ilim olduğunu belirlemektir. İnsan da, evren de ayetler topluluğudur, onların oluş kanunlarını araştırmak ve öğrenmek ise ilimdir. Kur'ân; ilâhî yasaları açıklamış, ancak varlıkların yaratılışı ile ilgili kanunları insanların akılları ile bulmalarını istemiştir. Yasin 36/ 62 :« ...Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?...» Kur'ân'ı Kerîm'in ilk ayeti oku kelimesi ile başlamaktadır. Alak 96/1-5 : «Oku! Yaratan Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. Kalem ile öğretendir. »Okunacak şeyleri toplayan manasına gelen Kur'ân'ın isimlerinden biri de Kitap'tır. Evren de insan da bir kitaptır. Şu halde; aklı işleterek Kur'ân Kitabını okumakla, Evren Kitabını okumakla, İnsan Kitabını okumakla ilim elde edilir. Ali İmran 3/191:« Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki;ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: Sen bunları boşuna yaratmadın...» İnsanları ilerlemeye, maddi rahatlığa, çağdaş medeniyete ulaştıracak yol ancak ilim iledir. Varlıkların yaratılış sırlarını ve kanunlarını keşfedip ilim sahibi olmak, böylece kendi yaşamımızda da bu bilgilerden istifade etmektir. Taha 20/114 :« ...Şöyle de: Rabbim ilmimi arttır.»

Bakara 2/266 : «...Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, inceden inceye ve derinden derine düşünebilesiniz. »Okumakla da ilim öğrenilmez. Üzerinde tefekkür etmek yani düşünmek, okuduğunu anlayarak hazmetmek gerekir. Yalnız okumakla yetinenler, üzerinde gereğince düşünmeyenler, okuduklarını hazmedemeyenler maalesef o kitaptan istifade edemezler, ancak okuma hamallığını yapmış olurlar. Yüce Yaratıcı böyleleri için Cumua 62/5 de şöyle buyurmaktadır : «Tevratla yükümlü olup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.»

Cenâb-ı Hakk'ı, sevmek, O'nun görüntüleri olan halkı sevmektir. Halka sevgi ise hizmetle olur. Hizmetin en büyüğü, ancak insanlara faydalı olabilecek ilim öğrenmekle mümkündür. Zümer 39/9 : «...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Tıp, mühendislik, fizik, matematik, hukuk, çevre bilimi, astronomi v.s. gibi ilimler de iyi bilinmeli; bunlara sahip olanlara, ilim öğrenmek isteyenlere hak ettiği değer verilmeli ve her türlü yardım da yapılmalıdır. Peygamber Efendimiz : «İlim, Çin'de dahi olsa, onu bulunuz.» ve başka bir hadisinde de:« İlim her müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır.» diye buyurmakla ilme verdiği büyük önemi belirtmişlerdir.
(Bkz. Mesut Kaynak - Kur'ân'da Sevgi)



TAKVA'NIN ÖDÜLÜ : ADN CENNETLERİ

13/23-24: Adn Cennetleri (Takva Sahipleri) içindir. Oraya atalarından, eşlerinden, çocuklarından salih (iyi) olanlar ile birlikte gireceklerdir. Melekler ise her kapıdan yanlarına sokulacaklar: « Selam size sabrettiğiniz için. Ne güzeldir şu sonsuzlar yurdu.» diyeceklerdir.

Yaratıcı kudret kullarını : « Gücünüzün yettiği ölçüde takvada bulunun... (tegabun 16)» ayeti ile uyarmakta; onlara atalarından, eşlerinden, çocuklarından salih(iyi) olanlar ile birlikte girecekleri Adn Cennetlerini vaat etmektedir. Meryem 19/61: «...Kuşkusuz Rahman'ın vaadi yerine gelir.» Yüce Allah'ın bu sözü, Takva Sahibi insanların ahiret hayatı için ne büyük bir müjdedir.

KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ

Kadın ve erkek bir bütünün (nefsin) çiftleştirerek yaratılmış iki parçasıdır. Bu bakımdan insanlık hak ve değerleri açısından birbirlerine eşittirler. Yüce Yaratıcı'larına karşı kul olmanın bütün sorumluluklarını (sevap ve günahları) ayni yükümlülükle paylaşırlar. İnsanlar doğuştan Cenâb-ı Allah'a değer olarak ayni mesafededir. Ancak yaptığı işler neticesinde değeri artar veya eksilir. Allah katında kadın veya erkek olsun en değerli insan, hangi cinsten olursa olsun ancak takva sıfatlarına sahip olandır. Ne kadın erkeğin hakimiyeti için yaratılmış ve ne de erkek kadının hakimiyeti için var edilmiştir. Onlar, sosyal hayatta birbirlerini tamamlamak için görevlendirilmişlerdir. Her iki cinsinde, yaratılıştan kaynaklanan farklılıkları ve üstünlükleri vardır. Bu farklılıklar, hukuk açısından birinin diğerine hükmetmesi demek değildir.

KADININ YARATILIŞI

16/72 : Allah size kendi nefislerinizden (canlarınızdan) eşler yarattı. Eşlerinizden size oğullar ve torunlar oluşturdu...
4/1 : Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden, ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının...

Kadın, erkeğin kaburga kemiğinden mi yaratıldı? Kur' ân-ı Kerîm'de böyle bir açıklama yoktur. Bilgi seviyesi kısıtlı olan o çağın insanlarına yaratılış, onların anlayabileceği bir öykü şeklin de anlatılmıştır. Kitab'ı Mukaddes'in birinci bölümünde bu olay şöyle yazılmıştır: Tevrat-Tekvin 2/21-22: «Rabb Allah Ademin üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı ve Rab Allah Ademden aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Ademe getirdi.»

Kadın haklarının karşısında olanlar; asırlarca önce yaşayan insanların anlayabileceği bir şekilde Tevrat'ta açıklanan yaratılış öyküsünü örnek vererek, Kur'ân ayetlerinde anlam kaydırması yapmak suretiyle ve uydurma hadisler ilâve ederek gerçeği saptırmak istemişlerdir. Tüm insanlara yol gösterecek ve kıyamete kadar yürürlükte kalacak olan son vahy Kitab'ı Kur'ân'ı Kerîm'de insanın yaratılışı, mucizevî ayetlerle açıklanmıştır. «Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı.» veya Sizi bir tek nefisten yarattı, ondan onun eşini var etti. gibi daha birçok benzer anlatımlarla Kur'ân, insanın yaratılış sırrını açıklamaktadır. Tüm varlıklar (zevc) çift olarak yaratılmıştır. Zevc; çift, iki şeyden meydana gelen eş, karı kocanın her biri gibi manalara gelmektedir.

Çift yaratılma gerçeği; Nobel Fizik Ödülü'nü kazanan ünlü Parite Teorisini aynen temsil etmektedir. Çift (zevc) deyiminin Lâtince karşılığı da Parite'dir. Bu teoriye göre: Her varlık benzer veya zıt ikizi ile birlikte ayni anda doğar. Örneğin günlük hayatımızda çift oluşumu; elektriğin artı-eksisinde, mıknatısın kuzey ve güney kutuplarında fark ederiz. Evrende maddesel bir parçacık tek başına meydana gelmez, mutlaka çiftiyle birlikte doğar. Bir protonun yaratıldığı yerde zıt eşi de (anti proton) beraber var edilir. Örneğin atom, artı yüklü çekirdeği ve etrafında dönen eksi yüklü elektronlar ile birlikte oluşur. Keza Samanyolu ekseni etrafında dönen Güneş ve onun uydusu Dünyamız da ayni yasaya tabidir. Bunlar çekim (gravidasyon) ve çekime karşı koyan aralıksız jiroskopik dönme hareketi ile hayatlarını sürdürmektedir.

Cenâb-ı Allah, evreni ve bütün yaratılanları benzer ve zıt ikizi ile birlikte var etmiştir. Bu yasa, yaratılışın ana ilkesini teşkil eder. Ancak Allah'ın Zat'ı tüm görüntü ve belirişlerinin üstündedir. O; Ahad (Mutlak ve Tek Kudret), Samed (Herşey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç olmayan), Sübhân (Sonsuz Yüce)dir. 14 asır evvel inen Kur'ân, bu oluş sırlarını mucizevî olarak Yasin 36/36 da şöyle açıklamıştır :« O ne Yüce Allah'tır ki herşeyi (zevc) çift yaratmıştır; arzın çıkardıklarından, kendi nefislerinden ve daha nice bilmediklerinizden.» Ayet, çiftleri üç grupta toplamaktadır. 1) Arzdan çıkan çiftler, 2) İnsan nefsindeki çiftler, 3) Bilmediğimiz çiftler.
(Bkz. Dr. Halûk Nurbaki - Kur'ân Mucizeleri - Say: 27-35)

Ayette vurgulanan nefislerinizdeki çiftler, erkek ve kadın zıt ikizleridir. Şu halde insanın ilki olan erkek ve kadın tek nefsin çiftleştirilmesiyle ayni zamanda ve birlikte yaratılmıştır. Yani bir bütün, bütün özellikleri ile iki parçaya bölünmüştür. Şu halde erkek nasıl bir insan ise kadın da öyledir. İşte bu gerçek Kur'ân'da Yasin 36/36 ayeti ile açıklanmıştır. Zariyat 51/49 :« Herşeyden (zevc) çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz.»

«İkisinden birçok erkekler ve kadınlar üretti.» Ayetin açıkladığı gibi bir tek nefisten bölünme suretiyle meydana gelen Hz. Adem ile Hz. Havva ilk iki insan olarak Kur'ân-ı Kerîm'de yer alır. Araf 7/189 : O'dur sizi bir tek nefisten (canlıdan) yarattı, gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti; eşini sarıp örtünce (eşiyle birleşince) eşi, hafif bir yük yüklendi, onu gezdirdi. Yük ağırlaşınca Rableri Allah'a dua ettiler : Eğer bize iyi güzel bir çocuk verirsen elbette şükür edenlerden oluruz. dediler. İnsanların var olması, önce bir tek nefisten iki parça olarak erkek ve dişi yaratılmış, sonra da ikisinin birleşmesiyle birçok erkekler ve kadınlar oluşmuştur.

«Kıyamette nefislerin çiftleştirilmesi.» İbrahim 14/48 : «O gün Yer Küre başka bir yer küreye dönüştürülür. Gökler de öyle. Hepsi O Vâhit ve Kahhar olan Allah'ın huzuruna dikilir.» Kıyamette Dünyamızın parçalanarak yok olması ile bir yaşam son bulacak, ancak bu olay yeni bir yaşamın başlangıcını teşkil edecektir. Yine Kur'ân-ı dinleyelim Tekvîr 81/7 : «(Kıyamette) Nefisler çiftleştirildiğinde.» Her iki ayetin kılavuzluğundan öğreniyoruz ki, ilk yaşamda olduğu gibi yeni oluşan ayrı bir Dünya da her zerre, her canlı benzer veya zıt ikizi ile birlikte ayni anda doğacak, yaratılış ve oluş böylece devam edecektir. Rahman 55/29 : «...Allah, her an yeni bir iş ve oluştadır.»

Sonuç. Kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmamıştır, hiçbir eğriliği ve eksikliği de yoktur. Tek bir nefsin ikiye bölünmesi ile erkek ve kadın ayni zamanda var edilmiştir. Şu halde bir bütün (nefs), tüm özellikleri ile çiftleştirilerek iki parçaya ayrıldığından erkek nasıl ise kadın da aynıdır. O halde Allah katında her iki cins arasında değer ve hak açısından mutlak eşitlik vardır. Ancak kadın ve erkek yaratılış özelliklerine göre, birbirlerinin tamamlayıcısı olarak ayrı ayrı görevlendirilmiştir.

KADIN İLE ERKEĞİN EN DEĞERLİSİ

49/13: Ey İnsanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden yarattık... Hiç şüphesiz Allah katında en değerliniz TAKVAca en ileri olanınızdır.
3/76 : ...Allah, TAKVA sahiplerini sever.

Takva; korunma, sakınma demektir. Yüce Yaratıcı'ya sığınıp teslim olarak her türlü günahlardan korunmanın gayreti içine girmektir. Kur'ân, bu ayet ile bir yaratılış yasasının değer ölçüsünü açıklıyor : Erkek olsun kadın olsun insanın cins, mevki, sınıf, zenginlik, ırk, iklim, bölge farkından kaynaklanan üstünlükleri tamamiyle siliyor. Cenâb-ı Allah, onların yerine mutlak değer ölçüsü olarak, insanın iman ederek ilâhî özellikler olan takva sıfatlarına sahip olmasını esas alıyor.

İnsanlar, Yüce Yaratıcı'larına karşı doğuştan kıymet olarak ayni uzaklıktadır. Yalnızca kendi niyet, gayret ve çalışmaların ürünü üstünlükleri ile değeri artar veya eksilir. Zümer 39/61 :« Takva sahiplerini Allah, kendi başarıları (iman ve ibadeti) sebebiyle kurtuluşa çıkarır... » Şu halde erkek veya kadın; hangisi takva sıfatlarına daha çok sahipse, Allah katında o daha değerli ve üstün olur.
(Bkz. Bu Kitap-Takva Elbisesi)

YARATILIŞTAN KAYNAKLANAN FARKLILIKLAR

4/32 : Allah'ın sizi birbirinizden farklı kıldığı şeylere özlem çekmeyin. Erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan onun lütuf ve ihsanını isteyin...

Allah katında kadınla erkek, değer ve hak açısından tamamiyle eşittir. Yüce Allah'a sorumluluklarını da ayni yükümlülükle paylaşırlar. Ancak kadın ile erkeğin birbirine karşı yaratılıştan kaynaklanan farklılık ve üstünlükleri vardır. İsra 17/84 : «Herkes varlık yapısına uygun iş görür... » Eşlerin birbirlerini tamamlaması için kendilerine verilen ayrı özellikler, birinin diğerine hakimiyeti demek değildir. Eşler arasında görev paylaşması ve iş bölümü vardır. Görevler yaratılış yasasına uygun olarak paylaşılır. Bazı vazifelerde kadına da erkeğe de öncelik tanınmıştır. Eşler görevlerinde birbirlerine yardım edebilecekleri gibi, aralarında vazife değişikliği de yapabilirler.

Erkeğin görevleri. Fizik gücüne, adele kuvvetine sahip, cesur ve mücadelecidir. Ailede çalışarak geçimi temin etmek, ve adaleti sağlamak öncelikle erkeğe aittir. Aileyi dış tehlikelerden ve zorluklardan korumak, ülkesi için savaşmak da onun asli görevlerindendir.

Kadının görevleri. Yapı olarak çok hislidir. Şefkat, merhamet gibi duygular, sevgi ve muhabbet gibi faziletler erkeklere oranla fazladır. Korku - ürkeklik ve küçük sıkıntılar karşısında daha duyarlı, fizik açısından daha zayıf olmakla beraber birçok hususlarda üstün özelliklere sahiptir. Örneğin büyük felâketlere tahammül ve katlanabilme güçleri fazla, hastalıklara karşı daha çok dayanıklıdır, bu özellikler neticesinde ömrü, erkeğe oranla daha uzundur. Yuvanın huzur ve sükûn odağı kadındır. Analığın getirdiği hamilelik, çocuk doğurma gibi kutsal görevleri yanında ailenin idaresi, çocukların bakımı ve terbiyesi de öncelikli görevlerindendir ki bunlar çok ağır ve fedakârlık isteyen yükümlülüklerdir. Hanımlar, anne olarak yüce bir makama sahiptir. Çocuğu şefkatle, merhametle ve içtenlikle sevmenin mutlak temsilciliğini üstlenmiş, kendini onlara adamış, gelecek nesil de annenin şefkatli kucağına teslim edilmiştir. Ayrıca kadının da tıpkı erkek gibi çalışıp kazanma hürriyeti vardır. Eşlerin görevleri zorunluluk hallerinde değiştiği gibi, biri diğerinin işlerini de yapabilir. Ailede önemli olan sevgi, saygı ve devamlılıktır.

Her iki cinsin yaratılıştan kaynaklanan farklılık ve üstünlükleri, hukuk açısından birinin diğerine hakimiyeti demek değildir. Kadın ve erkek; Yüce Yaratıcı tarafından takdir edilen kaderlerine rıza göstermeli, diğer cinse verilenlere özlem çekmemelidir. Bunun oluş sırrını Cenâb-ı Hak bilir, kullara da en hayırlı olan takdir edilmiştir. Yüce Allah'ın lütuf ve ihsan ettiği nimetlere şükretmek, ancak huzur ve esenliği getirir.

KADIN - ERKEK EŞİTLİĞİ

9/71 : İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir...
2/187 : ...Onlar (kadınlarınız) sizin için birer elbise, siz de onlar (erkekleriniz) için birer elbisesiniz...

Kadın ile erkek; dost olarak her alanda yanyana birbirlerine yardım ve arkadaşlık edecekler, yaşamları boyunca toplumlarında ayni haklara sahip oldukları gibi sorumluluk ve görevleri de birlikte paylaşacaklardır. Yukardaki ayetler, açık olarak kadın-erkek eşitliğini vurgulamaktadır. Yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar dışında, Allah katında kul olma sorumlulukları ile değer ve hak açısından durumları birbirine eşittir.
Kadın ile erkeğin değer eşitliği; elbise benzetmesinde de açıkça belirtilmiş, giysiler nasıl insanları koruyarak sıcak tutuyorsa, eşler de birbirine karşı elbise gibi ayni durumda koruyucu, sıcak ve çekicidir. Böylece erkek kadını, kadın da erkeği tamamlamaktadır.

ALLAH KATINDA SORUMLULUKLAR DA EŞİT

16/97 : Erkek yahut kadın, her kim inanmış olarak barışa yönelik iş yaparsa, onu tertemiz bir hayat ile yaşatırız...
9/67 : İkiyüzlülerin erkekleri de kadınları da birbirinin aynıdır. Kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, harcamamak için ellerini sıkarlar. Onlar Allah'ı unutmuştur, Allah da onları unutmuştur...
Kadın ile erkek, kul olarak yüklendiği sorumluluklar bakımından da Allah katında eşittir. Gerek kadın olsun ve gerek de erkek olsun iman ederek ilâhî yasalara uyanlar, yeryüzünde ve ahiret hayatında mutlu bir yaşam ile ödüllendirilecek, iman etmeyerek nefsine ve şeytana uyanlar da yaptıkları kötü işlerden dolayı hem dünya ve hem de ahiret hayatında sıkıntı çekeceklerdir.

ANNE OLARAK KADIN

İlâhî yaratılışta annelerin çocuklarına olan sevgileri, yüce bir görevden kaynaklanır. Cenâb-ı Allah sonsuz rahmetini (sevgi, şefkat ve merhametini) bakıma muhtaç çocuklara da yansıtmış, bu görevi anne ve babaya vermiştir. Anne, hiç karşılık beklemeden hep vermenin ve içtenlikle sevmenin sembolüdür. Çocuğunu güçlüklerle karnında taşımış, sıkıntılara katlanarak doğurmuş,büyümesi için eşi ile birlikte her türlü fedakârlığı göstermiş, bütün zorluklara da seve seve katlanmıştır. İnsanlığın gelecek nesli de onun şefkatli kucağına teslim edilmiştir. Peygamberlerin çocukluk çağlarında yetişirlerken, annelerin kendilerine olan sevgi, şefkat ve fedakârlıkları Kur'ân'da birçok ayetlerle vurgulanmıştır. Sevgili Peygamberimiz, cennete giden yolun annelerin rızasını kazanmaktan geçtiğini şu kutsal sözleriyle belirlemiştir : «Cennet annelerin ayakları altındadır.»

BANA, SONRA ANA-BABANA ŞÜKRET

31/14 : Biz insana, annesine ve babasına itaati tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlük üstüne güçsüzlükle taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yılda olmuştur. (Onun için) Bana sonra da ana babana şükret. Dönüş ancak Bana'dır.
46/15 : Biz insana, anne ve babasına çok iyi davranmasını önerdik. Annesi onu zorluğa uğrayarak karnında taşımış, onu güçlükle doğurmuştur. Taşıması ve sütten kesilmesi 30 ay sürer...

Hamd, şükür ve teşekkür etmek; evreni ve insanları yaratarak yaşamımızı borçlu olduğumuz Yüce Allah'adır. Sonra da dünya'ya geliş sebebimiz olan anne ve babanın hakkı gelir. Cenâb-ı Allah bu ayetlerle ebeveyne de şükredilmesini önermiştir. Cenâb-ı Allah'a kulluk etmek ne kadar önemli ise, anne ve babaya da sevgi göstermek, hürmet ve iyilik etmek o kadar gereklidir.

Yaratılanlar arasında bilhassa insan, yetişirken özel bir bakıma ihtiyaç gösterir. Yeni doğan bir çocuğun yaşayabilmesi için; sevgiye, titizlikle bakıma ve korunmaya ihtiyacı büyüktür. Aksi takdirde çocuğun hayatta kalması mümkün olmaz. İşte bu yükümlülükleri içtenlikle yapan, her türlü fedakârlığı gösteren, gerekirse kendi hayatını bile tehlikeye atan yegane varlık ise annedir. O anne ki; gebeliğinde türlü güçlüklerle çocuğunu karnında taşımış, doğururken çok acılar çekmiş, süt verirken de bir çok zorluklara katlanmıştır. Çocukların büyümeleri, yetişmeleri ve iyi bir terbiye almaları için baba ile birlikte her türlü gayreti seve seve gösterir. Gerektiğinde yemez yedirir, giymez giydirir. Annenin çocuklar üzerindeki hakkı ne kadar büyüktür.

İnsanın; Yüce Allah'tan sonra yaratılış sebebi olan anne ve babaya sevgi göstermesi, iyilik yapması ve itaat etmesi hayat boyunca devam etmelidir. Onlara karşı yapılacak kusur ve ihmallerde, Kur'ân insanları şöyle uyarıyor : «Dönüş ancak Bana'dır.» Ebeveyne olan yükümlülüklerin hesabı, İlâhî Yasalar gereği bir gün mutlaka sorulacaktır.

RAB'BİN ANA-BABAYA İYİLİĞİ EMRETTİ

19/32 : (Allah) Anneme iyilik etmemi önerdi. Beni zorba bir eşkiya yapmadı.
17/23-24 : Rabbin...anneye babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi, yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara öf deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle! İkisine de acıyarak tevazu kanadını indir. Ve de ki: Rabbim, onların beni küçük iken terbiye edip yetiştirdikleri gibi, ikisine de merhamet et.

Yüce Allah'ın yaratmasıyla meydana gelen insana, dünya' ya geliş sebebi olarak görevlendirilen anne ve babasına iyilik etmesi emredilmiştir. Bu; onları incitmemek, saygılı davranmak, öğütlerini dinlemek ve isteklerini yerine getirmekle mümkündür. Ebeveynin rızasını kazanmak, ihtiyaçları varsa gidermek evlatların başlıca görevleri olmalıdır. Eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, onlara karşı öf bile demekten sakın, onları asla azarlama, yalnızca güzel ve tatlı sözler söyle. Görülüyor ki, ana-baba hiçbir zaman inceltilmeyecek, üzülmeyecektir. Kırıcı sözler sarfetseler bile onlara karşı ancak hoşgörü ve saygı ile davranılmalıdır. İhtiyarlık çağına girmiş ana-baba için Yüce Rabbine şöyle yakarışta bulunun: «Onlar beni küçük iken terbiye edip yetiştirdikleri gibi, ikisine de merhamet et. »

Ne mutlu anne-babalarını gönülden sevenlere ve onlara içtenlikle hizmet edenlere, ebeveynlerini her zaman hatırlayanlara ve onların hayır dualarını alıp mutluluk kazananlara ve ahirette de kurtuluşa erenlere.

ANA-BABAYA NE ZAMAN İTAAT EDİLMEZ ?

31/15 : Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeye Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünya'da iyi geçin ve Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz Bana'dır.

Anne veya baba; Yüce Allah'ın buyruklarına ters düşen hususlarda örneğin hırsızlık yapmak, haksız yere adam öldürmek, Allah'a ortak koşmak gibi emirlerle seni zorlarlar ise, o zaman onlara itaat edilmez. Yüce Yaratıcı'nın hakkı, anne-babanın hakkından çok daha üstündür.

Ebeveyn ateist (Allah'ın varlığına inanmayan) dahi olsalar, onlarla bu dünya'da iyi geçinmek görevimiz olmalı, ancak Cenâb-ı Allah'ın gösterdiği yasalara da uymaya devam etmeliyiz.

Kur'ân'da; Hz. İbrahim ile babası Âzer'in durumları örnek olarak verilmektedir. Yüce Yaratıcı'ya inanmayan, putperest olan babanın doğru yola, Allah'ın yoluna girmesi için Hz. İbrahim'in gösterdiği gayretler konu edilmiştir. (Bkz. Kur'ân-ı Kerîm-En'am 6/74, Meryem 19/42-48)

PEYGAMBER ANNELERİ

28/7-13 : Musa'nın annesine şunu vahyettik: Emzir onu. Onun aleyhinde bir korku hissedince de onu, nehire bırakıver. Korkma, üzülme... Kuşkun olmasın ki, Biz onu sana geri göndereceğiz... Nihayet Firavun ailesi onu kayıp bir şey olarak bulup aldı...Firavunun karısı şöyle dedi :...Öldürmeyin onu, bize yararı olabilir, yahut onu çocuk ediniriz...Bu sırada Musa'nın kızkardeşi dedi ki : Onun bakımını sizin için üstlenecek, onu eğitip öğretmeyi yüklenecek bir ev halkını size tanıtayım mı? Nihayet Musa'yı öz anasına geri çevirdik ki, o ananın gözü aydın olsun, kederlenmesin ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin...

İsra 17/23 : «Rabbin...ana-babaya iyilik etmenizi emretti...» Ayeti ile belirtildiği gibi çocukların yetiştirilme ödevi, anne-babaya birlikte verilmiş, ancak anne öncelikli olarak bu görevi üstlenmiştir. Kur'ân'da; peygamber olarak yetişen Hz. Musa, Hz. İsa ve onun annesi Hz. Meryem'in çocukluk çağındaki büyümelerinde sadece annelerin katkıları olduğu belirtilmektedir. Peygamber Efendimizin de babası daha doğmadan vefat etmiş, sevgi ve şefkat kaynağı annesi ile 6 yıl beraberlikten sonra; onu da kaybetmiştir. Görülüyor ki çocukların yetişmeleri, terbiye edilerek olgunlaşmalarında babalardan fazla annelerin önemi büyüktür. Annesiz baba himayesinde büyüyen çocuktan, babasız olarak anne elinde yetişen çocuk, geçim sıkıntısı çekse bile daha iyi olgunluğa erişir. Annenin sevgi dolu kucağı, maddi zorlukları da aşarak çocuğun yetişmesinde büyük önem taşımaktadır.

ÖĞRENİM VE EĞİTİM

Yeryüzü, halife görevi verilerek yaratılan kadın ve erkeğin olgunlaşıp kemale erişme yeridir. Yaratılış yasaları icabı tüm insanlar yaptığı işlerden dolayı sınava tabi tutulacaklar, yalnızca kendi düşünce ve çalışmalarının hak ettirdiği ödül veya cezayı göreceklerdir. Kur'ân, gerek kadın ve gerekse erkekten ilim sahibi olmalarını, yaşamlarını da bu bilgiler istikametinde düzenlemelerini istemektedir. Böylece İlâhî Yasalar'ın öngördüğü fiiller sergileneceğinden, Yüce Allah'ın sevgi ve rahmetine kavuşulmuş olacaktır. Şu halde okuyarak bilgi sahibi olmak yaşamın temel şartıdır. İlâhî Yasalar'ın öğrenilmesi için muteber Kur'ân- Kerîm çevirileri okunmalı; ayrıca pozitif ilimler öğrenilerek çağdaş bilgiler ile donanılmalıdır. Bilim ve teknolojinin dev adımlar ile ilerlediği çağımızda, öncelikli görevi gereği geleceğin neslini yetiştiren kadın, bilgi sahibi olmazsa, çocuklarını yarınlara nasıl hazırlayabilir? Böyle bir ülkenin geleceği de geri kalmışlıktan kurtulamaz.

Kuvvetin egemen olduğu eski devirlerde kadına değer verilmemiş, ikinci sınıf insan durumuna düşürülmüştü. Ancak İslâmiyet' in gelmesi ile, yaratılışı gereği hakkı olan konumunu kazanmıştı. Hz. Peygamber'imizden sonraki devirlerde Arap örf ve adetleri, Kur'ân' ı Kerîm'in kadına vermiş olduğu birçok hakları geri almış, aile kurumunu bozan çok evlilik de devam ettirilmişti. Aşırı örtülerek eve kapatılan kadın cahil kalmış, ne kendisine ve ne de çevresine fayda sağlayamaz hale getirilmişti. Oysa gerek Kur'ân'da ve gerekse Hz. Peygamber'imizin Sünnet'inde böyle ilkel hükümler bulunmamaktadır.

YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU

96/1-5 : Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı embriyodan (ilişip yapışan bir sudan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. O'dur kalem ile öğreten. İnsana bilmediğini öğretti.
39/9 : ...De ki : Bilenler ile bilmeyenler hiç eşit olur mu?

Kur'ân; cins, yaş, renk farkı gözetmeksizin bütün insanları muhatap alır. Oku emri ile başlayan ve Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sözü olan ayet, her ne kadar Hz. Peygamber'e yöneltilmişse de hitap bütün insanlaradır. Yüce Allah'ın lütfu ile yaratılan kadın ve erkek, dünya hayatını düzenleyen İlâhî Yasalar'ı öğrenmekle yükümlüdür. İnsanın kendisini tanımasını, yaratılma sebeplerini,Yüce Yaratıcı'ya olan görev ve sorumluluklarını, kendisine, yakınlarına, milletine ve tüm insanlara faydalı olabilmek için neler yapması gerektiğini mutlaka bilmelidir. Bu da ancak Kur'ân'ın önerdiği gibi okumakla, bilgi sahibi olmakla yerine getirilir. Öğrenim ve eğitim yapmayan bir insan cahil kalarak görevlerini, sorumluluklarını yerine getiremez. Olgunlaşıp kemale eremeyeceğinden bu dünya'daki sınavını kaybetmekten de kurtulamaz. Kur'ân, öğrenim ve eğitim görmeyenlerden uzak durulması uyarısını yapıyor. Araf 7 / 199 : «...Cahillerden yüz çevir.» Bilginin önemi için de şöyle buyurmaktadır. Zümer 39/9: «Bilenler ile bilmeyenler hiç eşit olur mu?» İlâhî Yasalar ile birlikte Tıp, Kimya, Matematik, Çevre Bilimi, Hukuk, Psikoloji v.s. gibi faydalı ilimleri öğrenmek ve uygulamak, başkalarına da öğretmek insanlara ne büyük bir hizmettir.

Öğrenim ve eğitim görmüş kadınlar; kocalarına iyi bir arkadaş, ailelerine maddî ve manevî yönden fayda sağlayan, öncelikli görevi icabı çocuklarını bilimsel terbiye etmek iyi ve bilgili bir neslin yetişmesine sebep olmak gibi, topluma da birçok alanlarda hizmet vermektedirler. Kadın evde oturmalı, erkekler ile temas etmemelidir. düşüncesini taşıyanlar; kadını eve hapsedip bilgisiz bırakarak, ikinci sınıf insan durumuna düşürmüşlerdir. Böyle ilkel hükümler Kur'ân'da da, Sünnet'te de yoktur. Bunlar Hz. Peygamberimizden sonraki devirlerde zalimce yapılan saptırmaların acı bir ürünüdür. İlim ve teknolojinin büyük bir hız ile ilerlediği çağımızda, kültür ve bilgiden yoksun bir kadın; ne ailesine, ne çocuklarına, ne toplumuna ve ne de kendisine faydalı olamaz. Bazı İslâm ülkeleri; nüfusunun yarısını teşkil eden kadınlarını sosyal hayata sokmadıklarından, onların büyük gücünden istifade edememiş, her alanda da geri kalarak gelişememişlerdir.



SÜNNET'DE ÖĞRENİM VE EĞİTİM

Kadınlar Hz. Peygamber yanında hususi bir sevgi ve itina konusu olmuşlardı. Buharî'ye göre O, haftanın bir gününü sadece kadınlara söz söylemek ve onların suallerine cevap vermek üzere ayırmıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) in ailesi, bu işte kendisine yardım ederlerdi. Bilindiği gibi Hz.Hafsa adını taşıyan eşi, okuma ve yazma biliyordu. Diğer bir eşi olan Hz.Âişe, Fıkıh (İslâmi Kurallar) ilminde uzmanlaşmış ve daha sonraları en âlim kimseler tarafından bile kendisine bir hukukçu olarak danışmaktaydılar. Kendisi ayni zamanda şiir, tıp, Arap Tarihi ve Nesebler (soy) ilmi v.s. sahalarında da seçkin olmuştu. Kur'ân; Hz. Peygamber'in eşlerine, öğretimle meşgul olma zorunluluğunu da yüklemişti. Ahzab 33/34 : «Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti (diğerlerine) hatırlatın ve nakledin...»

İmam Buharî bize şu önemli hadisi nakleder :« Bir cariyeye (kadın esir) sahip olan kimse tahsillerden iyi bir tahsil versin, ona eğitimlerden iyi bir eğitim sağlasın ve sonra onu hür bir kadın olarak evlendirmesi için serbest bıraksın; böyle bir kimse Allah katında çift ödüllendirilecektir.» Sahabe (Hz. Peygamberin zamanında yaşayanlar) arasında da yirmi kadın hukukçu gösterilmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyordu : İlim peşinde koşmak, her bir müslüman kişi için bir görevdir. Diğer bir hadisinde de : «Çin'de de olsa ilmi arayınız. »(Bkz. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi II, Say.79)

KENDİNİZİ VE AİLENİZİ ATEŞTEN KORUYUN

66/6 : Ey iman sahipleri! Kendinizi ve aile bireylerinizi ateşten (cehennemden) koruyun...
58/11 :...Allah iman edenleri yükseltir, ilim verilenleri ise kat kat dereceleri ile büyültür...

Kur'ân aile bireylerini uyarıyor ve onlara görev yüklüyor : Kendinizi ve ailenizi ateşten (cehennemden) koruyun! Korumak için öncelikli olarak bilgilenmek, aileyi de bilgilendirmek ve eğitmek gerekir. Çocuklara verilecek ilk öğrenim ve eğitim, sevgi vermek ve her şeyi sevmeyi öğretmekle başlar. Bizi kim ve niçin yarattı? Yüce Allah kullarına hangi ödevleri vermiştir? Emir ve yasaklar nelerdir ve nasıl uygulanır? Sosyal hayatta aile ve toplum ile ilişkiler nasıl düzenlenmelidir? İnsanların iyiliğine ve mutluluğuna hizmet hedef alındığında, gerekli bilgi ve eğitim seviyesini elde etmek için neler yapılmalıdır? Çok çalışmak lüzûmlu mudur? Topluma nasıl faydalı olunur? Hayır işlerinde yarışma büyük bir ibadet midir? İşte bunun ve benzer suallerin cevapları anne-baba tarafından bilinmeli ve çocuklara da de ilk ve temel bilgiler, aile ocağında verilmelidir.

Kur'ân; Yüce Allah'ın sevgisine erişmenin, cennete girmenin sırlarını açıklamıştır. Ali İmran 3/133 : «...Cennet, takva sahipleri için hazırlanmıştır. » Ali İmran 3/76 : ...Allah, takva sahiplerini sever. Bu ayetlerden öğreniyoruz ki Yaratıcı Kudret; gerek kadın ve gerekse erkekten takva bilgileri öğrenilerek takva sıfatlarına sahip olunmasını istemektedir. Bu sıfatları kazanmakla hem Yüce Allah'ın sevgisine erişilmiş ve hem de cehennem ateşinden korunulmuş olur.
(Bkz. Bu Kitap, Takva Elbisesi)

Kur'ân, bilginin önemi için Mücadile 58/11 de şöyle buyurmaktadır : « Allah ilim verilenleri kat kat dereceleri ile büyültür. » Yüce Allah; gerek kadın ve gerekse erkeğin Kur'ân Kitabını, İnsan Kitabını, Evren Kitabını okumakla öğrenim görmeleri ve ilim sahibi olmaları için onlardan şöyle yakarışta bulunmalarını öğütlemektedir. Taha 20/114 : «...Şöyle de : Rabbim ilmimi arttır.»

ÇALIŞMA

Kur'ân; iş yapılıp bir değer üretilmesini, hem kadından ve hem de erkekten isteyerek onları çalışmaya teşvik etmektedir. Kadının evin içinde veya dışında çalışarak ailenin geçimine katkıda bulunması, onun en doğal görevi ve hakkıdır. Birbirini tamamlamak için yaratılan eşlerin işbirliği yaparak yan yana çalıştığı bir ortamda, sorunlar daha iyi çözülür, toplum da kalkınarak gelişir.

Kadın hem seçme ve hem de seçilme hakkına sahiptir. Her türlü özel ve kamu (devlet) hizmetlerinde her kademede çalışıp yönetici olabilecekleri gibi, devlet başkanlığı da yapabilirler. Kur'ân'ı Kerîm'de kadının çalışamayacağı veya yönetici olamayacağına ait hiçbir yasa yoktur. Çok çalışılması, ancak insanlara faydalı olacak işler üretilmesi öğütlenmektedir. Gerek kadın ve gerekse erkek iman ederek, insanların hayrı ve mutluluğu için barışa yönelik iyi ve güzel işler (salih amel) sergilemelidir. Bunun ödülü; bu dünya'da rahat ve huzurlu bir hayat,ahirette de cennettir. Çok çalışarak salih amel sergileyenler, Allah katında varlıkların en hayırlılarındandır.

Hz. Peygamber'den sonraki çağlarda; maalesef kadınlar aşırı örtünerek eve kapatılmış, hürriyetleri de kısıtlanarak bilgi, eğitim ve çalışmadan yoksun bırakılmıştır. Bu zulmü kadınlarına uygulayan bazı İslâm ülkeleri de, onların büyük gücünden istifade edemediklerinden geri kalmışlardır.

KADIN-ERKEK ÇALIŞIP İŞ ÜRETİN

3/195 : Hiç kuşkunuz olmasın ki Ben, sizden kadın-erkek çalışıp iş ve değer üreten hiç kimsenin ürettiğini zayi etmeyeceğim.
9/105 : ... İş yapıp değer üretin; Allah, O'nun Resulü ve iman sahipleri yaptıklarınızı göreceklerdir...

Kur'ân; kadının çalışmasına karşı çıkmadığı gibi, onu çalışmaya teşvik ediyor. Kadının; evinde ve evinin dışında çalışarak, ailenin ihtiyaçlarını karşılamada kocasına yardımcı olması, Kur'ân ve Sünnet (Hz. Peygamberin söz ve davranışları) açısından en doğal hakkıdır. Hz.Peygamber'den sonra kadının çalışması hakkında bazı kısıtlamalar olmuşsa da, bunun İlâhî Yasalar ve Hz. Peygamber'imizin tatbikatları ile hiçbir ilgisi yoktur. Ailenin giderlerini karşılamada eşlerin kabiliyetlerine uygun olarak çalışmaları ve birbirine yardımcı olmaları, dünya hayatında bollaşmayı ve rahatlığı getirir. Ailede kadın ve erkek, birbirlerini tamamlayıcı özelliklerinden dolayı iş bölümü yapmıştır. Yaratılış kapasitesi ve kabiliyetine göre kadının öncelikli görevi; evin idaresi, sevgi ile eğitme yeteneğinden dolayı çocuğun bakımı ve yetiştirilmesidir. Erkeğin ise öncelikli olarak ailenin geçimi ile yuvanın dış etkenlerden korunmasıdır.

Ailede zorunluluk hallerinde şartlar değiştiği zaman, eşler yapılacak işlerde birbirlerine yardım ettikleri gibi, ihtiyaca göre görevlerinin değişmesi de mümkün olabilir. Önemli olan sevgi, saygı ve merhamet duyguları ile ailenin korunması ve devamlılığıdır. Rûm 30/21 : «Birbirinizle huzur ve sükûnet bulasanız diye, size kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranıza sevgi ve merhamet koyması, Allah'ın ayetlerindendir. »

BARIŞA YÖNELİK GÜZEL İŞLER YAPIN

4/124 : Erkek veya kadın, inanmış olarak kim barışa yönelik güzel işler (salih amel) yaparsa, cennete gireceklerdir.
16/97 : Erkek yahut kadın, her kim inanmış olarak barışa yönelik bir iş (salih amel) yaparsa, muhakkak ki onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve böylelerinin ücretlerini, işleyip ürettiklerinin en güzeli ile karşılarız.

Kur'ân, kadın ve erkeği şöyle uyarıyor. Fussilet 41/46 : «Kim, barışa yönelik bir iş yaparsa kendi iyiliğindendir. Kim de kötülük yaparsa kendi zararınadır. »«Çalışınız; ancak kötü işler değil, barışçıl güzel işler (salih amel) sergileyiniz.» Amel, lugat manası çalışma, iş, faaliyet, niyetli davranıştır. Salih ise sulh kökünden gelir : Barışçı, olumlu, temiz, güzel, erdirici, huzur ve mutluluk getirici manalarını taşır. Salih amel; barışa yönelik iyi ve hayırlı iş demektir. Şu halde gerek kadının gerekse erkeğin çalışmaları, öncelikli olarak insanların hayrına ve mutluluğuna katkıda bulunacak hizmetler olmalıdır.

Örneğin; para, pul, şöhret değil de birinci derecede insanlara faydalı olmak için çalışan, hayır cemiyetlerinde vazife alan, ihtiyaç sahiplerinin sorunlarını Allah rızası için gideren bir kadın, muhakkak ki sâlih amel sergilemektedir. Sadece maddi çıkar düşünmeden, öğrencilerine sevgi ile hizmet için yaklaşan, onların faydalı bir insan olarak yetişmelerine özveri ile gayret gösteren bir kadın öğretmen de, insanların hayrına ve mutluluğuna katkıda bulunmaktadır. Nisa 4/34 ayeti önemli bir konuya açıklık getirmektedir : «...Saliha kadınlar saygılıdır; Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar... »Saliha kadınlar; kocaları ile aralarında sevgi, saygı ve merhamet duygularını taşıdıklarından, birbirlerine karşı saygılıdır, nasıl ki Yüce Allah kendilerini koruyorsa onlarda mal, aile sırları, namus gibi gizliliği gerektiren hususları koruyarak, yuvanın devamını ve huzurunu sağlarlar; çocuklarını da gelecek neslin modern çağına ulaştıracak şekilde yetiştiren ve eğiten böyle saygı değer bir ev kadınının da gayret ve çalışması, salih amelden başkası değildir. Beyyine 98/7 : «İman eden ve salih amel sergileyenler, varlıkların en hayırlılarındandır.»

SÜNNET'E GÖRE ÇALIŞMA

«Hz. Peygamber'in ordusunda birçok defalar silâhlı olarak çarpışan kadınlar yer almıştı. Askeri seferler esnasında karargahta kadın hastabakıcılar bulunuyordu. Bizzat Medine'de bile bu konuda sık sık hemşire Rufeyde'nin çadırından bahsedilmektedir. Hatta bu çadırın Medine'de Büyük Cami'de kurulduğu olmuş ve buraya yaralılar nakledilmişlerdir. Herhalde Rufeyde'nin sıradan bir hastabakıcı hemşire olmaktan öte, daha ileri bir durumu vardı. İbn Hişâm' ın dediğine göre o, Eslem Kabilesi'ne mensup olup yaralıları tedavi eder ve gönüllü olarak bütün müslümanların hizmetine koşardı. Allah'ın Resul'ünün eşlerinden Hz. Âişe, İslâm ordusunun birçok seferlerine katılmış, yemek pişirme, su taşıma ve hastabakıcılık gibi birçok hizmetlerde bulunmuştu. Kadınlar işleri için sokağa çıkarlardı ve bu Hz. Peygamber'in örtünmeyi emretmesinden sonra da devam etti. Bazı kadınlar satmak veya kendi develerine vermek için sokaklarda hurma çekirdeği topluyorlardı. Kadınlar; erkeklerin de bulunduğu camilere namaza gelirler, kadın ahpaplarını ziyarete giderlerdi. Hz.Peygamber'in zevceleri de dostlarını ve ebeveynlerini kabul ederler ve diğer zaruri işleri yaparlardı. Bu devirde Kur'ân cüzleri hariç, okunacak fazla birşey yoktu; buna mukabil şiirler okunarak, hikâye ve diğer masallar anlatılarak eğlenilirdi.

Hz. Ömer'in akrabalarından bir hanım olan Şifâ bint Abdillâh, İslâm'dan evvel bile okuma-yazma biliyordu; işte Hz. Peygamber (s.a.s.) in hanımı Hafsâ'ya bu sanatı öğreten odur. Bazı delillere bakacak olursak, Hz. Peygamber kendisini bazı pazar (sûk) işlerinde de görevlendirmişti. Bazılarına göre ise bu atama işi Hz. Ömer'in halifeliği zamanında cereyan etmişti. Mümkündür ki Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in ona bıraktığı ayni görevde bu hanımı vazifelendirmeye devam etmiştir. Durum ne olursa olsun bu hanım sahabenin en azından ticarî anlaşmazlıklar üzerinde yargılama yetkisini kullanması gerekmiştir. Taberi'ye göre kadınlar her nevi konularda hakimlik etme imkân ve hakkına sahiptiler; Ebû Hanîfe bu kuraldan adam öldürme gibi sadece bazı ağır dava konularını ayırırdı.»
(Bkz. Prof.Dr.Muhammed Hamidullah-İslâm Peygamberi II)

İYİLİĞİ EMREDER KÖTÜLÜĞÜ MEN EDER

9/71 : İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin veli (dost ve yardımcı) sıdır. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler...

Ayet, açık olarak kadın-erkek eşitliğini vurgulamaktadır. Allah katında kul olma sorumlulukları ile değer ve hak yönünden durumları birbirine eşittir. Kadın ile erkek; dost olarak her alanda birbirlerine yardım etmeli, yaşamları boyunca el ele vererek işbirliği yapacakları gibi, sorumlulukları da birlikte paylaşmalıdır. Görevleri gereği iyiliği emredecekler, kötülükten vazgeçirmeye çalışacaklardır. Kur'ân'ı Kerîm; kadın ile erkeğin yan yana çalıştığı bir toplumda, sorunların çözülerek gelişebileceğini vurgulamaktadır. Ancak; kadının sosyal hayata girmesini önleyen ülkeler, her alanda geri kalmışlardır. Ayetten kesin olarak anlaşıldığı gibi kadın hem seçme hem de seçilme hakkına sahip olduğu gibi, devlet başkanlığı dahil her türlü özel ve kamu görevinde de çalışabilir. Yeter ki o işin gerektirdiği kabiliyet, bilgi ve iradeye sahip olsun. En üst yönetici olarak bir kadın başbakanı Ülkemiz yetiştirmiş, Dünya'nın birçok bölgelerinde de kadın başbakanlar görev yapmışlardır. Kur'ân'ı Kerîm'de kadının yönetici olamayacağına dair hiçbir yasa bulunmadığı gibi, olabileceğine dair önemli bir örnek vardır.

İslâm bilginleri; kadının da devlet başkanı olabileceğini, Kur'ân'ın Neml 27/22-44 ayetlerini kanıt olarak göstermektedirler. Öykü şöyledir :« Saba'lıların başında bir kadın hükümdar olan Melike Belkız bulunuyordu. Bunlar Allah'ı bilmiyorlar, Güneş'e tapıyorlardı. Hz. Süleyman durumlarını öğrenince, bir mektup yazarak onları Hak Dini'ne davet etti; eğer kabul etmezlerse Ülkelerini istilâ edeceğini bildirdi. Toplumunun yükümlülüğünü taşıyan Melike Belkız, Kur'ân'ın öngördüğü bir kuruluş olan danışma meclisine danıştı, sorumluluğu üstlenerek sulh yoluyla anlaşmak için girişimlerde bulundu. Neticede Hak Dini'ni kabul etti ve Hz. Süleyman'ın yanında Allah'a sığınarak teslim oldu.» Kur'ân, bu öyküyü yazmakla olaylardan ders ve örnek alınmasını istemiştir. Güneş'e tapması dışında, Melike Belkız'ın toplumuna danışması, meclisin savaşma tavsiyesine rağmen sağduyusu ve ileri görüşlülüğü ile karşı tarafa elçi göndererek anlaşma istemesi, Hz. Süleyman'ın uyarısı ile gerçekleri görüp Yüce Allah'a teslim olması yöneticiliği bakımından olumlu bulunmuştur. Bu öyküden çıkan netice; kabiliyet ve yeterlilik özelliklerine sahipse, kadının da lüzum ve ihtiyaç hallerinde devlet başkanı da olabileceğidir.

PEYGAMBER HANIMLARINA ÖZEL YASA

33/32 : Ey Peygamber Hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz...

Yüce Allah, Hz. Peygamber hanımları ile ilgili özel yasa çıkarmıştır. Diğer kadınların dışında, yalnızca Allah Resul'ünün eşleri ile ilgiliydi. Çünkü onlar, ayrı bir özellik taşıyorlardı. Hem Hz. Peygamber'in eşleri ve hem de müminlerin anneleri idi. Ahzâb 33/6: «O Peygamber, müminlere kendilerinden daha dost,daha yakındır. Onun eşleri de müminlerin anneleridir...» Bunun için onların yaptığı hataların cezaları, diğer kadınların iki katına çıkarıldı. Ahzâb 33/30 : «Ey Peygamber Hanımları; sizden kim kanıtlanmış bir edepsizlik yaparsa, kendisi için azap iki katına çıkarılır...» Toplumdaki bozguncuların dedikodu yaparak kargaşa çıkarmamaları için; Hz. Peygamber'in Hanımları yürüyüşlerine ve ses tonlarına dahi dikkat edecek ve önemli işleri dışında evde oturarak ibadetle meşgul olacak, mümin hanımlarına da Kur'ân ile ilgili bilgiler vereceklerdi. Ahzâb 33/ 32-33 : «Ey Peygamber Hanımları...sözü yumuşak (tahrik edici) bir tarzda söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılmasın... Evlerinizde oturun. İlk cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resul'üne itaat edin...» Kur'ân, Hz. Peygamber'in evine giren müminleri de şöyle uyarıyor. Ahzâb 33/53 :« Ey iman edenler! Size bir yemek için izin verilmedikçe Peygamber'in evlerine girmeyin... Peygamberin eşlerinden birşey istediğinizde, onlardan perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha temiz bir yoldur...»

İslâmiyet'i kendi bencil nefisleri istikametinde yorumlayarak değiştiren bazı guruplar, yalnızca Hz. Peygamber'in hanımları için öngörülmüş olan özel hükümlere; uydurma hadisler ilâve ederek hedef şaşırtmışlardır. Oysa Kur'ân'da Allah Resul'ünün eşleri ile ilgili özel hükümler dışında, kadınların eve kapatılması, öğrenim görmemeleri ve çalışmamaları ile ilgili hiçbir ayet olmadığı gibi, aksine çalışıp ilim sahibi olunması için birçok teşvik edici yasalar bulunmaktadır. Hz. Peygamberden sonraki devirlerde haremlik-selâmlık kurarak, aşırı örtünmeye mecbur ederek, eve kapatarak, çalıştırmayarak kadınlara büyük zulümler yapılmış, onların cahil kalmalarına sebep olunmuştur. Nüfusun yarısını teşkil eden kadınlarını sosyal hayata sokmayan bazı İslâm Ülkeleri onların büyük gücünden yararlanamamış, her alanda geri kalarak da gelişememişlerdir.

EVLENME

Evlenmenin önemi. Yüce Allah; kadın ile erkeği birbiriyle mutlu olmaları için yaratmış, aralarında sevgi ve merhamet duygusunu vermiştir. Kur'ân da şöyle buyrulmaktadır Rum 30/21: «Birbirinizle huzur ve sükûnet bulasanız diye, size kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranıza sevgi ve merhamet koyması, Allah'ın ayetlerindendir.» Karşıt cinslerin ayrı yaşamamaları, birlikte olmaları yaratılışa en uygun olanıdır. Bunun da en ideal şekli evlenmektir. Eşler İlâhî Yasalar'a uygun tarzda hayat arkadaşlığı yapacak,yuva kurup çoluk çocuk sahibi olacaklar ve hem de cinsel ihtiyaçlarını karşılayacaklardır. Böylece canlılarda bulunan neslin devamı iç güdüsü de tabii olarak karşılanmış olacaktır. Kur'ân, insanları zengin veya fakir de olsalar evliliğe teşvik etmektedir: Nur 24/32: «Sizden bekar olan kimseleri evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lûtfu ile onları zengin eder. »

Nikahın yapılışı. Ülkemizde evlilik işlemi, Devletin kontrolünde Belediyelere verilmiştir. Adayların evlenme ehliyeti ve engelleri kontrol edildikten sonra uygun şartlarda olanlar, iki şahit huzurunda görevli memur tarafından nikâh sözleşmesi yapılarak evlenirler. Nikâh, bilhassa kadının güvencesi açısından çok önemlidir. Kur'ân' da şöyle buyrulmaktadır : Nisa 4/21: «...Kadınlar siz erkeklerden sağlam bir teminat almışlardı.» Nikâh sözleşmesi ile ilgili olmamakla beraber, evlenme gibi önemli ve ailenin temellerinin atıldığı bir olayda; dua etmek, Kur'ân'dan ayetler okumak gibi ruhsal yönden mutluluk verici davranışlar da yapılabilir. Hıristiyanlar da ve Museviler de evlenmeler; Belediyede yapılan resmi nikâhtan sonra, dini bir sözleşme olarak Kilise ve Sinagog'da da yapılmaktadır. Osmanlı döneminde nikâh yetkisi ile kadılara (hakim) verilmiş, onlar da özel olarak bazı şahısları vazifelendirmişti. Ayrıca mahalle imamları da kadı (hakim)in kontrolü olmaksızın evlendirme yapabiliyor, bu sözleşmeye de halk dilinde imam nikâhı deniyordu.

Evliliğin devamlılığı için Kur'ân, öncelikli olarak erkeklerin hanımları ile iyi geçinmesini öğütler. Aile kurumunun korunması ve devamlılığında, kocaya daha kapsamlı bir sorumluluk verir. Evliliğin en önemli şartı olan, ırz ve namuslarını korumaları için eşleri uyarır. Geçimsizliklerde taraflara sabır ve hoşgörü tavsiye eder. Eşlerin arasını bulma görevini, tarafların uygun göreceği hakemler vasıtasıyla olmasını öğütler. Karı-koca boşanmak için kesin karar verirlerse, ayrılmanın karşılıklı haklara saygılı olarak güzellikle olmasını ister.

EVLENME ÖNCESİ HAZIRLIK DÖNEMİ

4/24 : ...Evlenmesi yasaklanmamamış hanımları; namuslu yaşamak, zina etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (evlenmeniz) size helâl kılındı...

Kadın ile erkeğin ömür böyu devam edecek hayat arkadaşını bulması, bir yuva kurması ve çoluk çocuk sahibi olmasını sağlayacak evlilik, insan hayatında çok önemli bir olaydır. Bunun için eşler arasında tanışma, görüşme ve nişanlılık dönemleri yaşanır. Taraflar bu süre içinde birbirlerini daha iyi tanır, evlilik için daha sağlıklı karar verebilirler. Ülkemizin bazı bölgelerinde eşlerin görücü usulü ile tanışmadan, görüşmeden yapmış olduğu evlilikler, maalesef çoğunluklu olarak mutsuzlukla sonuçlanmaktadır. Kurulacak aile kurumu, cinsler arasında karşılıklı sorumluluk ve yükümlülük getirir. İşte bunun için evliliklerde adaylar karşılıklı görüşerek ön anlaşma yapmalıdır.

Evlilik teklifi, damat adayları tarafından yapılır. Kadınları mallarınız ile istemeniz ifadesinin anlamı; evlenmeyi kararlaştırdığınız hanımlara karşı duyduğunuz saygı ve değerin göstergesi olarak, ikram ve hediyelerinizle onları isteyin. Bu evlilik boyu devam edecek sevgi, saygı ve değerin başlangıcını teşkil edecektir.

Kur'ân, evlilik öncesi erkekleri şöyle uyarıyor : «İffetli (namuslu) yaşamak ve zina etmemek şartıyla» evlenmeniz size helâl kılındı. Bir sonraki ayet olan Nisa 4/25 de de aynı şekilde kadın da uyarılmaktadır : «İffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla »evlenmeniz size helâl kılındı. Böylece evlilik, hazırlık dönemlerinde de sağlam temellere oturmuş olur. Kutsal bir yuva olan ailenin korunması ve devamının sağlanması için, açık hükümlerle evlilik yasaları kurallaştırılmıştır. Kur'ân, evlilik dışı cinsel ilişkileri kesin olarak yasaklamıştır. İnançlı, sağlıklı bir nesil ve toplumun temeli olan aile ancak namuslu, ahlaklı, sevgiye saygıya dayalı evliliklerin eseridir.

KIZLAR KENDİ İSTEKLERİYLE EVLENMELİDİR

24/33 :...Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli (namuslu) kalmak isteyen genç kızları fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilmelidir ki zorlanmalarından dolayı Allah onlar için çok bağışlayıcı ve merhametlidir.

Kızlar, özgür iradeleriyle hayat arkadaşını seçmelidir. Ömür boyu birlikte arkadaşlık edeceği, aile kurarak çoluk çocuğa karışacağı eşini kendi isteği ile seçmek, onun en doğal hakkıdır. Aksi takdirde o yuvada birlik ve beraberlik olmayacağı gibi, çocuklarında yetişmesinde önemli sakıncalar olabilecektir. Anne-baba kızlarını; onun isteği dışında geçici dünya menfaatleri için zengin veya yaşlı kimseler ile zor ve baskı kullanarak evlendirmeleri, ancak mutsuzluğu getirir. Allah katında bunun günahı da pek tabii ki ebeveynin olur. Evliliklerde gerek kız ve gerekse erkek tarafı olan ailelerin evlenmelerde yalnızca zenginlik aramaları, çok hatalı bir düşünce tarzıdır. Bir kadının veya erkeğin malına göz dikerek yapılan evlilikler, pek çok olumsuzlukları getirir. Nûr 24/32 : «Sizden bekâr olan kimseleri ...evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lütfu ile onları zengin eder...» Evlenecek adaylarda; temiz soy, iyi terbiye ve güzel ahlâk aile saadeti için yeterli özelliklerdir.

Maalesef Ülkemizde bilhassa Doğu Bölgeler'imizde, kızların rızaları alınmadan görücü usulü ile evlilikler yaptırılmakta; bunun neticesi olarak sağlıksız bir yuva, mutsuz bir aile ve iyi yetişmemiş çocukların meydana gelmeleri de kaçınılmaz olmaktadır.

EVLİLİK KARŞILIKLI SEVGİ VE MERHAMETTİR

30/21 : Birbirinizle huzur ve sükûnet bulasanız diye, size kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranıza sevgi ve merhamet koyması, Allah'ın ayetlerindendir.
24/32 : Sizden bekar olan kimseleri...evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lütfu ile onları zengin eder...

Kadın ve erkek, dünya yaşamında huzur ve sükûnet bulsunlar diye birlikte yaratılmıştır. Yüce Allah eşlere sevgi ve merhamet sırrını ihsan ederek onları birbirine sımsıkı bağlamıştır. İşte aralarında yanan bu sevgi ve merhamet ışığı, birbirlerine karşı şiddetli bir kavuşma arzusu doğurur. Diğer bir deyişle eşlerde oluşan cinsel istek ve şehvet arzusu, neslin devamı için kendilerine doğal olarak lütfedilmiştir. Bu yalnız insanlarda değil, bütün canlılarda oluş sırrı gereği var olan kuvvetli bir istektir. Kadın ve erkeğin karşılıklı duydukları kavuşma arzusu ile evlenerek birleşen çiftlerin beraberliği, Yüce Allah tarafından lütfedilen ve en büyük manevi güç olan sevgi ve muhabbeti de doğurur. Evlilik ile eşler; cinsel arzu ve isteklerini İlâhî Yasalar'a uygun bir şekilde giderdikleri gibi huzur, sükûn, dayanışma ve paylaşım ihtiyaçlarını da karşılamış olarak mutlu bir yaşama kavuşurlar. Böylece neslin devam etmesine de seve seve aracılık edilmiş olur.

Nikâh; kadın ve erkeğin hayatın hem sıkıntılarında ve hem de sevinçlerinde bir ömür boyu için yaptıkları arkadaşlık ve ortaklık anlaşmasıdır. Devlet nikâh sözleşmesinin kayıt ve tesçilini hangi makama vermişse o yerine getirir. Belediyeye vermişse Belediye nin Nikâh Memurları, (Bizim Ülkemizde olduğu gibi) yok eğer Müftülüğe vermişse (imamlar) yerine getirir. Nikâh, kadınların haklarını güvence altına alan temel bir anlaşmadır. Nisa 4/21 : «...Kadınlar, siz erkeklerden sağlam bir teminat almışlardı.»

Kur'ân; yalnız zenginleri değil, parasal imkânı az olanları da evliliğe teşvik etmektedir. Ayette belirtildiği gibi, yoksul olanlar da evlendikten sonra Yüce Allah'ın lütfu ile zengin olabilirler. Nikâhın neticesinde kurulan aile; gerek toplumun çekirdeğini teşkil etmesi ve gerekse neslin oluşması bakımından çok önemli bir kurumdur.



EŞLERİNİZE MEHİRLERİNİ VERİN

4/4 : Kadınlara mehirlerini nazik ve cömert bir şekilde örf ve çevrenin kabullerine uygun olarak verin...
4/24 : ...Kendilerinden nimetlendiğiniz kadınların mehirlerini onlara verin. Bir borçtur bu...

Mehir, Arap-İslâm toplumlarının örf ve adetlerine göre evlenirken erkeğin eşine verdiği veya borçlandığı para veya maldır. Mehrin miktarı, her ailenin ekonomik durumlarına ve çevrenin kabullerine göre tayin edilir. Bu uygulama, kadına verilen değerin ve saygının ifadesidir.

Musevilerde, İslâmiyet'teki bu geleneğin aksine kızlarına iyi damat adayı bulabilmeleri için, erkeğe drahoma adı verilen para veya mal verme adeti bulunmaktadır. Oysa Kur'ân; servetleri için değil, bizzat kadınların değer ve hakları için onlara mehir verilmesi yükümlülüğünü getirmiştir.

Nimet; iyilik, lûtuf, rızık, ihsân, yiyecek-içecek gibi manalara gelir. Ayette Kendilerinden nimetlendiğimiz kadınlar ın anlamı ise; kadınların erkeklere verdiği maddî ve manevî destek, hayat arkadaşlığı, cinsel ihtiyaçların giderilmesi ve en önemlisi de çoluk çocuk yapma gibi nimetlendirmeleridir. İşte bu özelliklerinden dolayı erkek karısına borçlanır ki, bu da nazik ve cömert bir biçimde ödenmesi gerekli olan mehir verme yükümlülüğüdür.

Bugün Ülkemizin bir çok bölgelerindeki evlenmelerde kadınlara mehir verme adeti uygulanmamakla beraber, Doğu ve Orta Anadolu Bölgelerimizde mehir verme geleneği halen devam etmektedir.

Kur'ân'da geçici (müt'a) nikâhı var mıdır? Geçici (müt' a) nikâhı, bir erkeğin bir ücret karşılığında belli bir süre için evlenmesidir. Kararlaştırılmış zaman (örneğin bir gün, beş gün, bir ay v.s.) bitince evlilik de sona erer. Halk dilinde Acem Nikâhı da denilen bu tip evlilikler, eski Arap ve İran toplumlarında yaygındı.

Kur'ân; İslâmiyetten evvel ikinci sınıf insan durumuna getirilen kadının bütün haklarını vermiştir. O bir ücret karşılığında geçici olarak faydalanılacak bir varlık değil; ailenin hanımefendisi, gelecek neslin emanet edildiği, çocuğuna karşılık beklemeden sonsuz sevgisiyle bağlı olan fedakâr bir annedir. Evlilik, İlâhî Yasalar ile sağlam temeller üzerine kurulmuş, iffet ve namus kavramı yuva kurmanın ilk şartı olarak belirlenmiştir.

Eski ilkel örf ve adetlerin, İslâmiyet'ten sonra da devam etmesini isteyenler, Nisa 4/24 ayetinin manasını kaydırıp değiştirmek suretiyle müt'a nikâhını, Kur'ân'a fatura etmeye çalışmışlardır. Hz. Peygamber de geçici evliliği uygulamıştı, Hz. Ömer'in halifelik zamanında da kaldırılmıştı. gibi rivayetler, hiçbir zaman müt'a nikâhını yasallaştıramaz. Eğer Yüce Allah geçici nikâhı uygun görse idi, Kur'ân'a açık bir hüküm kordu. Kur'ân'da müt'a nikâhı yoktur ve İslâmiyet'in ruhuna ve hükümlerine de tamamiyle aykırıdır.

EŞLERİNİZE YAKLAŞIN

2/187 : ...Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını (takdir ettiklerini) isteyin...
2/222-223 : Sana adet halini sorarlar. De ki : O insana rahatsızlık veren bir haldir. Adet hallerinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah'ın emrettiği yerden onlara varın... Kadınlarınız sizin (evlat yetiştireceğiniz) tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz şekilde varın...

Eşlere yaklaşarak birleşmenin iki eseri vardır: Biri büyük bir lezzet ve zevk, diğeri de nesildir. Her ikisi de Yüce Allah'ın insanlara bir lütfu ve ihsanıdır. Sizin için yazdıklarını (takdir ettiklerini) isteyin. ayetinin anlamı, eşlerle ilişkinin neticesinde, Yüce Allah'tan hayırlı çocuklar vermesini dilemektir. Furkan 25/74 : «Allah'ın iyi kulları (Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak...çocuklar bağışla...) diye yakarırlar.»

Kadınların adet hali, onlara rahatsızlık ve sıkıntı veren bir durumdur. Kur'ân hanımlar ile; onların temizlenme süresi olan 3-10 gün zarfında cinsel ilişkiye girilmemesini, ancak bu hal sonrasında normal ilişkinin devam etmesi gereğini vurguluyor. Ayette kadın bir tarlaya benzetilmektedir. Nasıl tarlaya tohum ekilerek bitki yetiştiriliyorsa, kadına da erkeklik hücresi ekilerek çocuk sahibi olunmalıdır.

YUVANIN DEVAMI İÇİN GAYRET GÖSTERME

4/19: Hanımlarınızla iyi ve güzel geçinin. Onlardan hoşlanmadınızsa, bilin ki sizin hoşlanmadığınız bir şeye, Allah çok hayır koymuş olabilir.
4/35 : Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkek tarafından bir hakem ve kadın tarafından da bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah, kadın ile erkeğin aralarını düzeltmede başarılı olacaktır.

Kur'ân; toplumun çekirdeğini teşkil eden ailenin iyi işlemesini, bozulup dağılmamasını istemektedir. Bunun için öncelikli olarak erkeğe görev vermiştir : Hanımlarınızla iyi ve güzel geçinin! Her ne kadar eşinizde hoşunuza gitmeyen haller bulunsa ve ondan hoşlanmadıysanız bile, hanımınıza iyi davranmakta sebat edin. Sabır ve katlanma gücü göstermek, daha fazla hayırlara sebep olabilir. Yüce Allah bu evliliğe hayır koymuşsa, gelecek çocukların da aileye neşe ve mutluluk getirebileceği olasılığı vardır. Her bir olay bizlerin bilemediği gizli bir sebebin neticesidir. Bakara 2/216 : «...Sizin için daha hayırlı olduğu halde birşeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir siz bilmezsiniz.» Şu halde kötü gibi gelen bir oluşum, sonunda hayırlara da sebep olabilecektir.
Eğer herşeye rağmen geçimsizlik devam ediyorsa, Kur'ân topluma, hakemler vasıtasıyla eşlerin arasını bulma görevi vermiştir. İslâmiyette ailenin dağılmaması için her çareye başvurulur. Hakemler, normal olarak eşlerin ailelerinden seçilir. Geçimsizlik nedenini araştıran hakemler, bunların giderilmesi için eşleri uyarırlar. Ancak arabuluculuğun samimi ve yapıcı olarak yapıldığı durumlarda, Yüce Allah'ın lütfu ile hakemler başarılı olur ve evlilik kurumu devam ederek yuvanın bozulmaması sağlanır. Evliliklerde zorlukları yenerek iyi geçinmek hedef, boşanmak ise son çaredir.

ANNELER İKİ YIL EMZİRİRLER

2/233 : Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl emzirirler.Onların uygun bir biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun babasına aittir... Eğer ana-baba karşılıklı anlaşma ve danışma sonucu sütten kestirme isterlerse, kendilerine günah yoktur.Çocuklarınızı süt anneye emzirtmek isterseniz, verdiğiniz ücreti güzelce teslim ettikten sonra,bunu yapmanızda bir günah yoktur...

Kur'ân, anne sütüne dikkati çekerek çocuğun beslenmesinde ve gelişmesinde en önemli unsur olduğunu buyurmaktadır. Her zaman taze ve mikropsuz olan anne sütünün tabii protein, vitamin, mineraller ve kazandırdığı bağışıklık sistemi, hiçbir zaman yapma süt ve mamalarda bulunmamaktadır. «Anneler çocuklarını iki yıl emzirirler.» Eğer her hangi bir sebeple anne çocuğunu emziremez ise, tabii olmayan mamaların yerine, çocuk sevgisi taşıyan süt anneler bulup, onların sütleri ile çocuklarını beslemelerinin lüzumu belirtilmektedir. Çocuklara tabii sütün verilmesinin ne kadar önemli olduğu; önce annesinin, eğer mazeretli ise süt annesi tarafından emzirilmesinin lüzumlu olacağı vurgulanmıştır.
Emzirme müddeti iki yıl olduğu belirtilmekle beraber, anne-babanın kararı ve danışması ile bu zaman bir miktar azaltılıp çoğaltılabilir. Süt annelerden doğan akrabalıkların getirdiği evlenme yasağı yaklaşık iki yıl emzirilen çocuklara mahsustur. Hz. Peygamber süt akrabalığı ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur : «Nesep (soy) yüzünden haram olanlar, süt yüzünden de haramdır.»

Çocukların anne sütü ile beslenmesi, anne sevgisine kavuşma yönünden çok önemlidir. Annenin göğsüne yaslanarak süt emen çocuk, ayni zamanda sevgi ve güven ihtiyacına da kavuşmaktadır. İşte böyle bir ortamda yetişen çocuklar, geleceğin sağlıklı nesillerini oluşturarak milletlerin ayakta kalmasını sağlarlar. Ancak günümüzde sihirli besleyici gıda olan anne sütünün yerini, maalesef gıda değeri düşük ve kolay elde edilen yapma mamalar almıştır. Çocuklarımızın beslenme tarzı bu şekilde devam ettiği müddetçe, sağlıksız ve güçsüz bir neslin oluşması da kaçınılmaz olacaktır.

AİLEDE GÖREV VE YÖNETİM

Evlenme; kadın ve erkeğin birlikte yaşamayı kararlaştırdıkları, hak ve görevler de üstlendikleri bir sözleşmedir. Aile hayatının karşılıklı sevgi, saygı ve merhametle yürütülmesi temel ilkedir. Kur'ân, aileyi kuran bireylerin hak ve görevlerini net olarak belirleyip ayrıntıya girmemiştir. Görevler; yaratılıştan kaynaklanan kabiliyetler doğrultusunda, ihtiyaç ve geleneklerin gerektirdiği yükümlülüklerdir. Zorunluluk hallerinde; ailede şartlar değiştiği zaman yapılacak işlerde eşler birbirlerine yardım edecekleri gibi, ihtiyaca göre görevlerini değiştirmeleri de mümkündür.

Kur'ân, iş ve yönetimlerin mutlaka şûra (danışma kurulu) ile yürütülmesini emretmektedir. Topluluğun çekirdeği ve en küçük parçası olan ailenin de şûra ile yönetilmesi ayni yasanın gereğidir. Yönetimin şekli hususunda Kur'ân, açık bir hüküm getirmemiştir. Ailenin idaresini; kader birliği yapmış eşler birlikte eşit haklar ile yürütmeli, tüm aile bireylerinin katılımı ile şûra oluşturulmalıdır.

Ülkemizde 2002 yılında yürürlüğe giren kanun değişikliği ile Türk Medeni Kanunu'na : Ailenin yönetimi eşler arasında eşit olarak yürütülür. hükmü konmuştur. Ailenin reisi erkektir. ifadesi kalkmış, eşlerin aileyi beraberce yöneteceği belirlenmiştir. Böylece toplumların gelişmesini, kemale ermesini sağlayacak demokrasinin temeli de aile ocağında atılmış olacaktır.

KADINLA ERKEĞİN BİRBİRİNDEN ÜSTÜNLÜKLERİ

4/32 : Allah'ın sizi, birbirinizden farklı kıldığı şeylere özlem çekmeyin. Erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. Allah' tan onun lütuf ve ihsanını isteyin.
4/34 : Erkekler, kadınları (kavvâm) gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz (saliha) kadınlar saygılıdırlar; Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar...

Yüce Allah, kadın ve erkeği tamamlayıcı olarak ayrı ayrı birbirinden üstün özellikler ile yaratmıştır. Kadının; erkekte bulunmayan anneliğin verdiği yüce bir görev olan çocuğun doğumu ve bakımı ile öncelikli olarak çocukların terbiye edilerek yetiştirilmesi, yuvada huzur ve sükûnun temininde duygusal gayret, aileye içten bağlılık gibi daha birçok üstünlükleri bulunmaktadır. Erkek ise; fizik gücüne, adele kuvvetine sahip, cesur ve mücadelecidir. Fizyolojik bakımdan daha zayıf olan kadınları (kavvâm) gözetip kollayıcıdırlar. Ailenin dış düşmanlardan korunması, geçim ve ekonomik giderlerin temini öncelikli olarak erkeğe ait olduğundan mallarından bol bol harcamaktadırlar.

Kadın ve erkeğin yaratılıştan kaynaklanan farklılık ve üstünlükleri, hak açısından birinin diğerine egemenliği demek değildir. Nisa 4/34 ayetinde geçen ve burada koruyucu, kollayıcı, gözetici anlamında kullanılan kavvâm kelimesi; hizmet eden, hakim, yönetici gibi anlamları da içerir.Kavvâm kelimesinin manasını yanız yönetici, yöneten kabul etmek ve dolayısiyle erkeğe kadının üzerinde bir hak tanımak, Kur'ân'ın ruhuna ve adaletine ters düşer. Bakara 2/228 : «...Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır.» Ayeti; ataerkil bir düşünce ile, erkeğin kadına egemenliği ve aile reisliği hakkı olarak yorumlanmıştır. Oysa Erkeklerin, kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. ifadesinin manası, erkeğin özelliği icabı kavvâm oluşu yani kadını kollayıp gözetme yeteneği oluşundandır. Ne kadın erkeğe ve ne de erkek kadına egemenlik kuramaz, her ikisi de birbirini tamamlamak için eşit hak ve sorumluluklar ile Yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Rûm 30/21 : «Birbirinizle huzur ve sükûnet bulasanız diye, size kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranıza sevgi ve merhamet koyması, Allah'ın ayetlerindendir.»

«İnsanların bazıları bazılarından üstün kılınmıştır.» ayetinin anlamı; gerek kadın ve gerekse erkek, yaratılıştan birbirlerinden üstün özelliklere sahip olmasıdır. Nice kadınlar vardır ki fiziksel güç, iş görme kabiliyeti,bilgi ve akılda birçok erkekten üstündür ve nice erkek de ayni şekilde bu meziyetleri ile birçok kadından daha üstündür. İsra 17/84 :« Herkes varlık yapısına uygun iş görür...» Kadın ve erkek; Yüce Yaratıcı tarafından takdir edilen varlık yapıları gereğince, lütfedilen özelliklerine rıza göstermeli, diğer cinse verilenlere özlem çekmemelidir. Hepsi de Allah katında kararlaştırılmış oluş sırlarıdır. Zaman ve şartlara göre eşler; öncelikli görevlerini değiştirebilecekleri gibi, birbirinin işlerini de üstlenebilirler. Örneğin ihtiyaç halinde erkek, ev işlerine ve evdeki çocuklara bakabileceği gibi, kadın da ailenin geçim ihtiyaçları için dışardaki işlerde çalışabilir.

İyi ve temiz (saliha) kadınlar; aralarında sevgi, saygı ve merhamet olması, kendilerini kollayıp gözetledikleri ve mallarından seve seve harcadıkları için kocalarına saygılıdır. Nasıl Yüce Allah kendilerini koruyorsa, onlar da mal, aile sırları, namus gibi gizliliği gerektiren hususları koruyarak yuvanın devamını ve huzurunu sağlarlar.

AİLEDE YÖNETİM ŞÛRA İLEDİR

42/38 : ... ( İman sahiplerinin ) İş ve yönetimleri, kendi aralarında bir şûra iledir.
5/159 : ... ( Resulüm ) İş ve yönetim hususunda onlarla şûraya git...

Şûra (danışma kurulu) : Herhangi bir konu için bilgi ve ilmin ışığında karşılıklı görüş, fikir alışverişi ile en doğruyu elde etmek çalışmaları yapan kurula denir. Kur'ân, tüm iş ve yönetimlerin şûra ile yapılmasını emretmektedir. Her konuda en doğru ve en güzel; bu danışma kurulları ile bulunacak, böylece toplum da sorunlarını çözerek gelişecektir.

Aile en az bir kadın ve bir erkeğin kurduğu sosyal yapıdır. Başka bir ifade ile aile; en küçük bir topluluk, topluluk ise büyük bir ailedir. Kur'ân, bir toplumun çekirdeğini teşkil eden ailenin çok iyi kurulmasını, korunmasını ve işlemesini istemektedir. Ailenin tüm sakinleri hak ve sorumluluk sahibidir. Kur'ân'da ailenin idaresi, bağımsız olarak ne erkeğe ve ne de kadına verildiğine ait kesin bir ifade yoktur. Yuvanın yönetimini, eşler birlikte eşit haklar ile yürütür. Karı-koca ailenin tüm bireyleri ile birlikte şûra (danışma kurulu) oluşturarak, karşılıklı danışma ve fikir alışverişi ile, sorunlarda doğru kararlar alınması için çalışmalar yaparlar. Karşılıklı saygı, sevgi ile birbirinin haklarına ve sorumluluklarına uyumluluk içinde yuvanın ahengi ve huzuru sağlanır. Böylece toplumları ileriye götürecek, onları geliştirecek demokrasinin temelleri de aile ocağında atılmış olur. Maalesef bazı İslâm Ülkeleri'nin gelişememesinin en büyük nedeni, Kur'ân'ı Kerîm'in yasalarının gereğince uygulanmamasından kaynaklanmaktadır.

EVLENME ENGELLERİ

Eski devirlerde bilhassa İran'da yakın akrabalar ile evliliklerde sakınca görülmez, kardeş arasında bile nikâhlanmalar normal kabul edilirdi. Kur'ân, yakın akraba evliliklerini kesin olarak yasaklamıştır. Evlenme engelleri üç gurupta toplanır. Anneler, kızlar, kardeşler gibi kan akrabalığı (nesep), kayınvalide, gelin gibi akrabalar, kendisine süt veren süt anne ve onun belirli derecedeki yakınları arasındaki süt akrabalığıdır.

Kan akrabalığı (nesep) gibi yakınlarla evlenmeler kromozon ve gen aracılığı ile, ailede mevcut soydan geçme hastalıkların ortaya çıkmasına, doğan çocuklarda ayrıca aklî ve bedensel bozukluklara sebep olmaktadır. Bu yasak, böylece çok önemli sıhhi bozuklukları ortadan kaldırmıştır. Amca kızı, dayı kızı gibi uzak akrabalar ile evlilikler yasaklanmamakla beraber, öncelikle yabancılar ile birleşmeler tavsiye edilmiştir. Evlilikler; akraba olmayanlardan, sonra çok uzak akrabalardan ve en sonunda da eğer zorunluluk varsa yasaklanmamış akrabalar ile yapılmalıdır. Kayınvalide, gelin gibi akrabalar ile evlenmeler, ahlâksal ve sosyal sakıncaları sebebiyle aileyi yıpratacağından yasaklanmıştır. Böylece Kur'ân, toplumun çekirdeğini teşkil eden aileyi sağlam temellere oturtarak devamını sağlamıştır.

Kur'ân; bebeklere süt verilmesine çok önem vermiş, süt alma ihtiyacında olan çocukları korumuştur. Çocuğa süt vermenin akrabalığa sebep olduğu vurgulanarak, emzirme teşvik edilmiştir. O kadar ki bebeğe yaklaşık iki yıl süt veren bir kadın ve onun yakınları, emzirilen çocuğun da süt akrabası olmaktadır. Evliliklerde kan akrabalığı yoluyla men edilmiş kişiler, ayni şekilde süt akrabalığı ile de yasaklanmıştır. Hz. Peygamber konuyla ilgil şöyle buyurmuştur: «Kan akrabalığı (neseb) yüzünden haram olanlar, süt yüzünden de haramdır. » Böylece emzirilen bebek korunularak, etrafında geniş bir akrabalık zinciri oluşmaktadır. Bebeğin gelişmesini sağlayan ve tüm gıdaların üstünde olan anne sütü; acaba çocuklara ne gibi kabiliyet ve özellikler veriyor, bağışıklık sistemini nasıl etkiliyor? Bugünün tıp ilmi, henüz bu gerçekleri açıklayamamaktadır.

Kur'ân; müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ile onlar iman edinceye kadar evlenilmemesini, ayrıca ahlâksız ve iffetsiz insanlar ile de, kendileri düzelinceye kadar nikâh edilmemesi hususlarında iman sahiplerini uyarmaktadır.

YASAKLANMIŞ EVLİLİKLER

4/22-24 : Geçmişte olanlar hariç, babanızın evlendiği kadınlar ile evlenmeyin. Çünkü bu açık bir edepsizlik, iğrenç bir yoldur. Size şunlarla evlenmeniz haram kılınmıştır : Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle birleştiğiniz hanımlarınızdan doğmuş olup evlerinizde oturan üvey kızlarınız (eğer anneleri ile birleşmemişseniz o takdirde sizin için bir günah yoktur), kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları. İki kızkardeşi birlikte almanız da haram kılınmıştır... Harpte elinize geçmiş kadınlar hariç olmak üzere, nikâhlı kadınlarla evlenmeniz de haram kılınmıştır. İşte bunlar size Allah'ın yazdığıdır...

Baba hanımları (üvey anneler) : İslâmiyetten evvel cahiliye Araplarının, babanın mirasını elde etmek için, baba hanımı olan üvey anne ile evlenmek gibi çok kötü adetleri vardı. Ayet ile bu çirkin gelenek yasaklanmıştır. Neseb (kan akrabalığı) sebebiyle yasaklanmış evlilikler : Anneler, kızlar, kardeşler, halalar, teyzeler, yeğenler. Akrabalık sebebiyle yasaklanmış evlilikler : Kayınvalideler, gelinler, üvey anneler, üvey kızlar (korumanızda olmayıp evlerinizde oturmayanlar bu yasağın dışındadır.) Süt sebebiyle yasaklanmış evlilikler : Neseb (kan hısımlığı) ve akrabalık nedeniyle yasaklanmış olanlara, süt akrabalığı için de ayni yasak getirilmiştir. Sizi emzirmiş olan süt anneler, süt kızkardeşler, süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler, süt kardeş ve kızları. İki kızkardeş ile birlikte evlenmek ve başkasının nikâhında bulunan boşanmamış kadınlar ile de evlenmek yasaklanmıştır.



ALLAH'A İNANMAYANLAR İLE EVLENMEYİN

2/221: Müşrik kadınlar ile onlar iman edinceye kadar evlenmeyin... Müşrik erkeklerle de onlar iman edinceye kadar nikâhlanmayın... Bu müşrikler sizi ateşe çağırır. Allah ise sizi, izniyle cennete ve affa çağırır...
60/10 : ...Ne mümin kadınlar o kâfirlere (iman etmeyenlere) helâldir, ne de o kâfirler bunlara helâldir...

Müşrik; ilâhi bir kitaba sahip olmayıpta Allah'a ortak koşan, Allah'ın yanında başka tanrıların varlığına inanıp, onlara da tapan insan demektir. Kur'ân'ın indiği zamanlarda Mekke Araplarının büyük bir bölümü bu inancı taşıyordu. Kâbe'yi de putlar (heykeller) ile doldurmuşlar ve onlara da tapıyorlardı. İşte bu ayetler; müşrik kadın ve erkekler ile,yalnız Allah'ın Bir'liğine inanan erkek ve kadınların evlenmeleri kesin olarak yasaklanmıştır. Müşrik bir kadın ne kadar güzel, erkeği de ne kadar varlıklı olursa olsun, iman etmedikçe müslüman bir kadın veya erkek ile evlenemez. Ayetten kasıt Arap müşriklerdir. Pek tabiidir ki hangi milletten olursa olsun, bütün müşrikler ayni yasaya tabidir. Böylece müslüman topluluğun bozulması önlenmiş ve sağlıklı, inançlı bir neslin devamıda sağlanmış olur.

Ehlikitap (Yahudi ve Hıristiyan) hanımları ile evlenmeniz size helâldır. Maide 5/5: ...Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanların iffetli hanımları da; mehirlerini (nikâhta verilen mal veya para) vermeniz, zinadan uzak kalmaları ve şunu bunu dost tutmamaları şartıyla size helâldır... Yahudi veya Hıristiyan olsun ilâhî kitap sahibi bütün iffetli, namuslu kadınlar ile müslüman erkeklerin evlenmeleri helâldır. Onlar ile yuva kurmak, çoluk çocuk sahibi olmak ayetin açık hükmü gereğidir. Peygamber Efendimizin Hayberli bir Yahudi'nin kızı olan Safiyye'yi eş olarak alması, böyle bir evliliğe örnek olarak gösterilebilir.

Ehlikitap (Yahudi ve Hıristiyan) erkekleri ile evlenilir mi? Kur'ân'ı Kerîm de Ehlikitap kadınları ile evlenmek helâl olduğu halde, erkeklerinin müslüman hanımları ile nikâhlanmaları ile ilgili bir hüküm bulunmamaktadır. O zamanın fıkıh uleması : «Yahudilerin Üzeyir'e, Hıristiyanların da Mesih'e (Hz. İsa) Allah'ın oğlu dedikleri için Allah'a ortak koşmuşlar, böylece müşrik olmuşlardır. Müşrikler ile müslümanlar dinen evlenemezler. Ayrıca doğacak çocuk babaya tabi olduğundan, Allah'a ortak koşan bir dine bulaşarak kötü yetişeceğinden topluma da zarar verecektir.» Gerekçesi ile Müslüman kızların Ehlikitap erkekleri ile evlenmesi dinen yasaktır, kararını almışlardır.

Kur'ân; Ehlikitap hanımları ile müslüman erkeklerin evlenmeleri hakkında açık bir hüküm getirmesine rağmen, erkekleri ile müslüman kadınlarının nikâhlanmaları hakkında hiçbir yasa getirmemesinin anlamı, iman sahibi kullarını bu evliliğe karar verirken dikkatli olmaları için uyarmaktadır. Ehlikitap'ın kimlik kartlarında Yahudi ve Hıristiyan yazdığı halde, bizim dinimizde olduğu gibi kötü olan kâfirler (iman etmeyenler) ile iman eden iyilerin de bulunduğu bir gerçektir. Bakara 2/105 de Ehlikitap'ın kâfir olanlarını şöyle tanımlıyor : «...Kitap ehlinden olan kâfirler de, müşrikler de size bir hayır indirilmesini istemezler. »Ali İmran 3/113-115 da Ehlikitap'ın inançlı olanları için de şöyle buyurmaktadır : «Ehlikitap içinden Allah huzurunda el bağlayan, hak ve adaleti ayakta tutan bir zümre de vardır. Gece saatlerinde secdelere kapanmış olarak Allah'ın ayetlerini okurlar. Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanırlar, iyiyi ve güzeli emrederler, kötüyü ve çirkini yasaklarlar. Hayır işlerinde yarışırca koşarlar. İşte onlar barış ve iyilik sevenlerdir... Allah takva sahiplerini çok iyi bilmektedir.» Şu halde Ehlikitap içinden inançlı, hayırsever, dürüst bir erkek ile müslüman bir kadın niçin evlenmesin? Bunun için tarafların birbirini iyi tanıması ve inançları hususunda bilgi sahibi olmaları gerekir. Kur'ân; ilk Peygamber Hz. Adem'den Son Peygamber Hz.Muhammed (s.a.v.) e kadar, insanlara vahy ile gelmiş bütün kitapların getirdiği dinin bütününe İslâm demektedir. Şu halde Allah'a sığınıp iman etmiş Ehlikitap mensubu bir zat da müslümandır. Ali İmran 3/84 : «De ki :Biz Allah'a iman ettik. Bize indirilene (Kur'ân'a), İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilene de inandık. Onların hiçbiri arasında bir ayırım yapmayız. Ve biz, Allah'a boyun eğen müslümanlarız.» Vahiy ile gelmiş bütün kitaplar Allah katında kutsaldır. Ve onlara inananlara da Kur'ân müslüman demektedir. O zamanın şartlarına göre verilmiş : Ehlikitap'tan bir erkek ile müslüman bir kadın evlenemez. hükmü, zamanımıza uygun çağdaş bir Din Şûrası ile yeniden incelenerek halkımızın aydınlatılması Kur'ân emridir.
(Bkz. Bu Kitap-Anlaşmazlıklarınızı Allah'a Arzedin)

AHLÂKSIZ İNSANLAR İLE EVLENMEYİN

24/3 : Zina eden bir erkek, zina eden veya Allah'a ortak koşan kadından başkasıyla evlenmez; zina eden kadında zina eden veya Allah'a ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez.

Böyleleriyle evlenmek inananlara haram kılınmıştır. İnançlı kadın ve erkeklerin, zina ederek günahlarına devam eden insanlar ile evlenmemelerini emretmektedir. Zina, kadın veya erkeğin birbirleri ile evlilik bağı olmaksızın yaptıkları cinsel birleşmeye denir. Allah katında zina, en büyük günahlardan biridir. İsra 17/32 : «Zinaya yaklaşmayın, çünkü o şüphesiz bir hayasızlıktır. Kötü bir yoldur.» Toplumdaki inançlı temiz insanlar, ahlâksız kimseler ile evlenmemeleri, ahlâksız insanların da namuslu insanları beğenmedikleri, onların da ancak aynı karakterde olanları beğenip evlenecekleri vurgulanmaktadır. Nûr 24/26 : «Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, iyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara meyleder.» Bunun için Kur'ân insanları uyarıyor : Zina etmeyin, ahlâklı olun ve dürüst olun ki sizin de namuslu insanlar ile evlenmeniz hakkınız olsun. Kadın veya erkek, kötü bir yola düşmüş de sonra bu yola düşmemek için tevbe etmişse, Allah katında günahı affedileceğinden onlarla evlenmekte bir sakınca yoktur.

Bazı toplumlarda iffetsizlik yayılmış, genç kızların evlilik dışı cinsel ilişkileri de normal karşılanmaya başlanmıştır. Allah katında büyük günah olan bu tür sapıklıkların Ülkemizde de ahlâk anlayışını bozmasından ve sağlıksız bir nesil yetişmesinden Allah'a sığınırız.

ZİNA VE FUHUŞ

Kur'ân; cinsel hayatın emir ve tavsiyeleri doğrultusunda düzenlenmesini, buna uymayanların da ceza göreceklerini vurgulamaktadır. Aralarında evlilik bağı olmayan kadın ve erkeğin cinsel ilişkisi olan zina, Allah katında çok büyük bir günahtır. Zina, toplumlarda soyun karışmasına, manevî ve ahlâksal değerlerin bozulmasına sebep olur. İslâmiyet; nikâh sözleşmesi dışında serbest cinsel ilişkilere izin vermez, yasal yol mutlaka evliliktir. Bunun için evlenmeler teşvik edilmiş, boşanmalar da kolaylaştırılmıştır.

Fuhuş, yasalara uymayan cinsel ilişkide bulunmaktır. Kur'ân, toplumu dejenere eden zina ve fuhuş fiilini sadece yasaklamakla yetinmemiş, tedbir ve ceza da getirmiştir. Her iki cinse de bakışlarını kontrol etmeleri, konuşmalara, giyinmelere de dikkat edilmesi uyarısında bulunmaktadır. En önemlisi de iman sahipleri; nefislerinin kötü isteklerinden korunabilmeleri için, Yüce Allah'a sığınarak yakarışta bulunmalıdır.

Kur'ân; toplumun hakkını korumak ve bozulmasını önlemek için, 4 tanık veya kendi itirafı ile sabit olan zina suçuna, caydırıcı bir ceza da vermiştir.Ancak bu ceza yaralayıcı ve ölümcül olmamak şartı iledir. Kur'ân'da zina yapanlar için çok vahşi ve ilkel olan recim (taşla öldürme) cezası yoktur.

ZİNA ÇOK BÜYÜK BİR GÜNAHTIR

24/15:...Allah katında zina, çok büyük bir günahtır.
17/32 : Zinaya yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrenç bir iştir ve çok kötü bir yoldur.
6/151 :...Fuhuşların açığına da kapalısına da yaklaşmayın...

Zina, aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişkidir. Kur'ân; zinaya şiddetle karşı çıkmakta, onun çok büyük bir günah olduğunu vurgulamaktadır. Sorumsuz bir cinsel hayat; aile kurumunun dağılmasına, (nesep) soyun karışmasına, akrabalık, arkadaşlık, komşuluk gibi bağların bozulup yerini düşmanlıkların almasına, manevî ve ahlâksal değerlerin toplumda temelden sarsılmasına sebep olmaktadır. Bazı gençler; daha öğrencilik çağlarında iken evlilik bağına gerek görmeden, birbirleriyle cinsel ilişkiye girmelerini ve değişik kişilerle tekrarlamalarını, normal bir hareket kabul etmektedirler. Zinanın yaygınlaşıp kolaylaşması, insanların bedensel zevklerinin esiri olmasına, bencilleşmesine sebep olmaktadır.

Şehvet arzusu ön plâna çıkan kişilerin gelişmeleri ve olgunlaşmaları da eksik kalmaktadır. İnsan sevgisi, eş sevgisi ve çocuk sevgisi olgunlaşmanın basamaklarıdır; ana-babadan sonra peygamber sevgisi kemale ermenin üst noktasını, Allah sevgisi de zirvesini teşkil eder. Neslin devamı için Yüce Allah'ın insanlara lütfu ile verilen cinsel istek ve zevklere aşırı düşkünlük, onları bu sevgilerden mahrum bırakır ve nefislerinin kötü arzularına yenik düşmelerine sebep olur. Bu da insanların olgunlaşamayarak dünyadaki sınavını kaybetmesi demektir.

Zinanın sebep olduğu zührevî hastalıklar, sarılık v.s. gibi birçok hastalıklar ile toplum çok zarar görmektedir. Asrımızın en korkunç hastalığı AIDS'in getirdiği felâketler zina ve fuhuşun insanlara ilâhi bir cezasıdır.

Fuhuş, içinde bulunan toplumun kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma, para karşılığında bir veya birkaç kişi ile cinsel ilişkiye girmektir. Fuhuş zina anlamına gelirse de her türlü kötü ve günah işlere de fuhuş denir. Kur'ân insanları şöyle uyarıyor : «Kötülüğün gizlisinden de açığından da sakının.» İnsanların cinsel ihtiyaçlarını, yasal olmayan yollardan karşılayan bazı kötü niyetli açıkgözlerin ticarî faaliyetleri, kadınların adeta bir eşya gibi pazarlanarak değerlerini yitirmelerine sebep olmaktadır. Şehevî arzuların sömürülmesi neticesinde; öncelikle fuhuşu yapan kadınlar, aile kurumları ve yeni yetişen nesillere çok zarar vermekte, toplumda dinî ve ahlâksal değerlere de saygı kaybolmaktadır. Kur'ân : Fuhuşların açığına da kapalısına da yaklaşmayın. ayeti ile fuhuş ve zinayı kesin olarak yasaklamıştır.



IRZINI KALE GİBİ KORUYANLAR

23/1,5: Hiç kuşku yok, kurtulmuştur inananlar...Cinsiyet organlarını koruyanlardır onlar.
66/12 : Allah, ırzını ve namusunu kale gibi koruyan İmran Kızı Meryem'i de örnek verdi...

Kur'ân; şehvetlerini İlâhî Yasalar (Allah'a özgü yasalar) doğrultusunda kullanarak zina yapmayan, günah işlemeyen inançlı erkeklere şöyle buyurmaktadır : İman sahipleri kurtulmuştur, cinsiyet organlarını koruyanlardır onlar. Namusunu koruyan kadınlara da Hz. Meryem örnek olarak verilmiştir : «Irz ve namusunu kale gibi koruyan İmran Kızı Meryem» Yüce Allah, halife olarak yarattığı insan topluluklarında ırz ve namusun korunması gereğinin önemini bu ayetler ile bir daha vurgulamaktadır.

ERKEKLERDE ZİNAYI ÖNLEYİCİ TEDBİRLER

24/30-31 : İnanan erkeklere söyle : Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırz ve namuslarını korusunlar...

Kadın ve erkekte, zinadan korunmak için alınacak önlemlerin temel prensibi, bu ayet ile verilmiştir. Cinsler arasındaki bakışlar, şehvetin açığa vurulması bakımından çok önemlidir. Bunun için Kur'ân, önce erkekleri şöyle uyarıyor : Bakışlarını kontrol altına alsınlar, kadınlara cinsel istek ile bakmasınlar, ırz ve namuslarını korusunlar! Ayrıca avret (vücudun örtünmesi gereken) yerlerini de örtsünler. Namuslu bir hayat yaşamak ve zina etmemek şartı ile evlensinler. Nisa 4/24 : «...İffetli yaşamanız ve zina etmemeniz şartıyla hanımlarla evlilikleriniz size helâl kılınmıştır...»

Kur'ân; namusunu koruyan erkeklere örnek olarak Hz. Yusuf'u göstermiş, kocalı bir kadın olan Zeliha, yanlarında çalışan genç ve bekar Hz.Yusuf'u çok beğenerek arzu etmiş, ancak Yüce Allah'a içtenlikle bağlı olan Hz. Yusuf'da kadını beğenmesine rağmen, Allah'a sığınarak günah işlemekten kurtulmuştur. ( Bkz. Kur'ân'ı Kerîm -Yusuf 12/18-35 )

KADINLARDA ZİNAYI ÖNLEYİCİ TEDBİRLER

24/30-31 : ...İnanan kadınlara da söyle : Bakışlarını kontrol altına alsınlar, ırz ve namuslarını korusunlar. Süslerini (zinetlerini) açıkta kalanlar dışında göstermesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar...

Kadınlarda; erkeklere cinsel istek ile bakmamalı, ırz ve namuslarını korumalı, avret (vücudun örtünmesi gerekli) yerlerini de kapatmalıdır. (Bkz.Bu Kitap-Örtünme) Erkekler ile konuşurken, onların cinsel duygularını okşayıcı tarzda sözler kullanmamalı, yürüyüş ve giyinişlerde vücut teşhirciliğinden kaçınmalıdır. Ahzâb 33/32-33 : «...Sözü duyguları okşayan bir biçimde söylemeyin ki, kalbinde kötülük bulunan biri ümide kapılmasın...İlk cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek (kırıta kırıta) yürümeyin...»

Kutsal bir kurum olan aile ocağını korumak ve devam ettirmek için iffetli (namuslu) kadınlar ile evlenilmelidir. Maide 5/5 : ...İffetli yaşayan, zinadan uzak kalan, şunu bunu dost tutmayan kadınlar ile evlenmeniz size helâl kılınmıştır...

KORUNMAK İÇİN EVLENMEYE TEŞVİK

24/32 : Sizden bekar olan kimseleri ... evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah lütfu ile onları zengin eder.

Kur'ân aile kurumunun sağlam temellere oturmasını, gelecek neslin temsilcileri çocukları da analı-babalı büyümesini, soylarının (nesep) belli olmasını, ancak böylelikle sağlıklı bir nesil oluşacağını vurgulamaktadır. Evlenmeler kolaylaştırılıp teşvik edilmiş, ancak nikâhsız ilişki ve birleşmelere (zina) izin verilmemiştir.

Gençler; öğrencilik ve çalışma hayatlarına paralel olarak dini bilgiler edinmeli, mutlaka Kur'ân' Kerîm çevirisini okuyarak öğrenmeli ve İlâhî Yasalar'ın öncülüğünde hayatını düzenlemelidir. Boş zamanlarda öncelikli olarak spor yapmalı, böylece terleme ile beynin salgıladığı mutluluk verici endorfin maddesinin neticesinde huzur ve sükûna kavuşulacak, nefislerin kötü arzuları da frenlenecektir. Kendilerini kontrol edemiyerek kötü bir iş yapan kişiler, Yüce Allah'tan af dilemeli ve o işin tekrarında ısrarcı olmamalıdır. Ali İmran 3/135: «Onlar çirkin bir iş yaptıklarında yahut öz benliklerine zulmettiklerinde, Allah'ı hatırlar da günahları için af dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affeder ki? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. »Yüce Allah'a sığınıp teslim olarak, O'na karşı duyulan sevgi, saygı, sorumluluklar ile akıl ve irade birleşince cinsel istek ve arzular kolayca dizginlenebilmekte, böylece insanlar da yaratılışlarına yakışır bir hayat tarzını sürdürebilirler. Ancak dini inanç ve sorumluluk duygusundan yoksun olanlar, şeytana ve nefislerinin kötü arzularına kolayca teslim olmaları ile hem kendilerine ve hem de topluma büyük zarar verirler. Günah işlemiş olduklarından dolayı, Allah katında ceza görmeleri de hak olur.

Evlilik çağına gelen bekarlar, yasal olmayan yolları aramadan hemen evlendirilmelidir. Yoksul dahi olsalar, Yüce Allah onları lütfu (iyilik ve yardım görmüş) ile zengin eder. Aile kurup çoluk çocuk sahibi olmak, bir yaratılış yasasıdır.

ZİNA İFTİRASI

24/23 : Namuslu, kötülüklerden habersiz iman sahibi kadınlara zina iftirasında bulunanlar dünyada da, ahirette de lânete uğratılmışlardır.

İslâmiyetle iffetli (namuslu) hanımlara iftira etmek günah ve ağır bir suçtur. Namuslu kadınlara zina iftirası yapıp da dört tanıkla ispat etmeyenler 80 vuruş ile cezalandırılır. Nûr 24/4 :« İffetli kadınlara iftira atıp da dört tanık getirmeyenlere gelince, onlara hemen 80 vuruş yapın. Ve onların tanıklıklarını ebediyen kabul etmeyin.» Eşler birbirlerine zina isnadında bulunur ve bunu isbat edemezlerse, hakim karı-kocayı birbirinden ayırabilir. (Nûr 24/4-9)

ZİNA FİİLİNİN CEZASI

24/15 : ...Allah katında zina, çok büyük bir günahtır.
24/2 : Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine 100 değnek vurun; Allah'a ve Ahiret Günü'ne inananlar iseniz, Allah'ın cezasını uygulamada sizi acıma duygusu yakalamasın. Müminlerden bir gurup da bunların cezalarına tanık olsun.

Ayette, zina yapanların evli veya bekar olmaları arasında bir fark yapılmamıştır. Zina suçu, hakim önünde ispat edilmeden tatbik edilemez. Cezanın verilebilmesi; zina fiilinin 4 tanık tarafından ispat edilmesi veya zina edenin suçunu itiraf etmesi veya kocasız olan kadının gebe kalmasıyla mümkün olur. Tabii bu ceza kendi istekleri ile zina edenler içindir. Zor karşısında zina etmek mecburiyetinde kalanlara günah ve ceza yoktur. Nahl 16/106 : «...Baskı ile zorlananlara günah yoktur...»

Zina suçunun cezalandırılması; tatbikatın halkın önünde olacağından hem utandırmak, hem buna meyilli olanları caydırıp vazgeçirmek ve hem de toplumun hakkının korunması bakımından lüzumludur. Suça giden yollar caydırıcı tedbirler ile önlenmeli, fakat suç fiili işlendiğinde de mutlaka ceza verilmelidir. Ayet, adaletin acıma duygusuna kapılmadan, eksiksiz ve etkili bir biçimde yerine getirilmesini emretmektedir. İslâm alimleri, değnek ile vuruşun yara açma veya adam öldürme gayesi ile yapılmadığı hususunda birleşmişlerdir.

Recim (taşlayarak öldürme) cezası Kur'ân'ı Kerîm'de var mıdır? Recim, Yüce Allah'ın adaletine ve insana verilen haklara da aykırıdır. Kur'ân'da da böyle bir ceza yoktur. Hz. Peygamber' den evvel Araplar'ın uygulamalarında recim cezası vardı. Örf ve adetlerine çok bağlı olan Araplar, taşla öldürme cezasının İslâmiyet' ten sonra da devam etmesini istiyorlardı. Bir rivayet çıkararak : «Hz. Peygamber, halk arasında recim cezasını uygulamıştı.» Başka bir rivayet ile de : «Hz. Ömer'in halifeliğinde recim cezası tatbik edildi.» yalanları neticesinde recim cezasını, maalesef İslâm Fıkıh'ına koymayı başardılar. Böyle vahşi bir uygulama, ne Yüce Allah'ın rahmet ve adaleti ile ve ne de Kur'ân'ı Kerîm'in getirdiği yasalarla bağdaşabilir.

KADINLARDA CİNSEL SAPIKLIK

4/15 : Kadınlarınızdan fuhşu (eşcinsellik) yapanlara karşı içinizden 4 tanık getirin; eğer tanıklık ederlerse o kadınları ölüm canlarını alıncaya, ya da Allah kendileri için bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.

Eşcinsellik veya sevicilik; kadının kendi cinsinden biriyle şehvetini tatmin için cinsel ilişkiye girmesidir. Bu insanın yaratılış gayesine ters düşen bir eğilim, tiksindirici bir sapıklıktır. İslâm alimleri; bu fiilin zina olup olmadığı hususunda anlaşmazlığa düşmüşler, çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân'daki İslâm'da Prof. Atay'ın konuyla ilgili şu açıklamasını getirmiştir : «Fıkıh bilginlerinin dikkatten kaçırmış oldukları ayetlerden bazıları eşcinsellikle ilgili olanlardır... Nisa Sûresi 15. ve 16. ayetler hem seviciliğe ve hem de homoseksüelliğe açıkça hüküm getirmiştir. Ama Fıkıh bilginleri bu iki ayeti; hükmü kaldırılmış saydıklarından ve bu ayetleri zina anlamına aldıklarından delilsiz, dayanaksız hüküm yürütmüşlerdir...»

«Bu ayette, Türk dilinde bulunmayan bazı özellikler vardır. Önce, ayette fahişe sözcüğü kullanılıyor, zina denmiyor. Arada fark vardır. (Kadınlar bu fuhşu yaparlarsa) sözünün anlatmak istediği, işin kadın kadına yapılması demektir. Kadın-erkek beraber zikredilmiyor. Arapça ifadenin karşılığı (kadınlar kendi aralarında yaparlarsa) anlamındadır. Erkeklerin eşcinselliği ise sonraki ayette veriliyor. Zina, erkek ile kadın arasında olur. Kadın kadına olana zina denmez. Kur'ân buna ayrı isim vermemiştir. Çünkü fahişe sözü geneldir. Zinayı, seviciliği, homoseksüelliği ayni anda kapsamaktadır. Sevicilik yapan kadın ya ölünceye kadar evinde tutulur veya Allah onlara bir yol açar yani tövbe edip evlenirler ve kocalarının kontrolüne girerler.» (Atay: Rapor, 52-53)

ERKEKLERDE CİNSEL SAPIKLIK

27/55: Siz şehvetinizi tatmin için kadınları bırakıp da erkeklere mi gidiyorsunuz? Doğrusu siz cehalete saplanmış bir topluluksunuz.
4/16: Fuhşu (homoseksüelliği) içinizden iki erkek yaparsa, onlara eziyet edin. Bu ikisi tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse eziyetten vazgeçin...

Homoseksüellik veya eski dilde livata; erkeğin kendi cinsinden biri ile şehvetini tatmin etmek için cinsel ilişkiye girmesidir. Aile kurması, çoluk çocuk sahibi olması için kendisine eş olarak yaratılan kadını bırakıp da, kendi cinsinden bir erkek ile cinsel tatmin için birleşme, çok iğrenç bir sapıklıktır. Kur'ân'dan öğreniyoruz ki; bazı peygamberler bu kişiler ile mücadele etmiş, bazı toplulukları da Yüce Allah, yaptıkları bu tür sapıklıklar yüzünden yok etmiştir. (Bkz. Kur'ân-ı Kerîm - Şuara 26/165-173, Araf 7/80-84)

Kur'ân, adı geçen ayet ile erkeklerdeki cinsel sapıklar için ceza hükmünü vermiştir: Onlara eziyet etmek yani baskı yapmak, üzmek, sıkıntı vermektir. Ancak Yüce Allah'tan af dileyip durumlarını düzeltirlerse, artık onlara eziyet etmekten vazgeçilmelidir. Zümer 39/53 : «Ey kendi aleyhine aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah, günahları tümden affeder. Çünkü O, mutlak GAFÛR, mutlak RAHÎM'dir.»

BOŞANMA

Talâk yani boşanma; nikâh anlaşmasını bozmak, evliliği sona erdirmek demektir. Kadın ve erkeği birleştiren nikâh, sosyal hayatın vazgeçilmez bir unsurudur. Eşlerin bu beraberliği; sadece nikâh sözleşmesi ile değil, iki tarafın birbirlerine olan sevgi, saygı ve merhamet duyguları ile bağlı olmalarından kaynaklanır. Bunlardan yoksun olan eşlerde anlaşmazlık ve geçimsizliklerin çıkması önlenemez. Evlilik hayatı iki taraftan birine veya ikisine de sıkıntı ve ıztırap verirse, o zaman boşanma kaçınılmaz olur. Allah katında kadın ve erkeğin evlenmesi ne kadar gerekli ise, şiddetli geçimsizlik hallerinde de onların boşanması o kadar lüzumludur.

Kur'ân, toplumun çekirdeğini teşkil eden aile kurumuna çok önem vermektedir. Öncelikli olarak eşlerin ayrılmaması için etkili yöntemlerin uygulanması, netice alınmadığı zaman araya hakemlerin girerek, uzlaştırma girişimlerinde bulunulması buyrulmaktadır. Bunlara rağmen geçimsizlikler devam ediyor, yuva yaşanmaz hale geliyorsa, son çare olarak boşanmaya müsaade edilmektedir.

Kur'ân boşanmanın nasıl olacağına ait kesin bir hüküm getirmemiştir. Zaman ve çevre şartlarına göre yorum yapılarak, şekil ve usul belirlenecektir. Yüce Allah, hem kadına ve hem de erkeğe boşanma hakkı vermiştir. Şiddetli geçimsizlik hallerinde eşlerden herhangi birinin hakime başvurusu ile boşanma gerçekleşebilir. Ancak geleneksel fıkıhçılar; Kur'ân yasalarına rağmen yalnız erkeğe tek taraflı boşanma hakkı tanımışlar, kadının hakkını ise ortadan kaldırmışlardır. Kadına yapılan bu zulümler bir çok alanlarda da devam etmiştir.

HANIMLARINIZLA İYİ GEÇİNİN

4/19 : ...Hanımlarınızla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadınızsa, olabilir ki siz bir şeyi çirkin bulursunuz da, Allah ona çok hayır koyar.

Kur'ân, evliliğin devamlılığı konusunda erkeğe birinci derecede görev vermektedir. Evliliği korumak için hanımlarınızla iyi geçinin. Kadınlar her ne kadar hoşa gitmeyen hallerde bulunsalar bile, sabır ve dayanma gücü göstererek onlara iyi davranılmalıdır. Olur olmaz sebeplerle yuvayı bozmaya teşebbüs etmek, mutsuzluğu ve ıztırabı getirir. Talak 65/1 :« ...Ancak apaçık bir fuhuş yapmaları durumu bunun dışındadır... »Başlangıçta iyi değilmiş gibi görünen bir olay, kimbilir sonunda ne gibi hayırlara vesile olacaktır. Birbirine sevgi, saygı duygusu ile bağlı eş ve çocuklardan oluşan aile kurumu, her zaman huzur ve mutluluk kaynağı olmaya devam etmelidir.

EĞER KADIN GEÇİMSİZLİK YAPARSA

4/34 :...Hırçınlık etmelerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra yataklarda onlara sokulmayın ve nihayet onları bulundukları yerden başka bir yere gönderin. Bunun üzerine saygılı davranırlarsa, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın...

Kur'ân, bir toplumun çekirdeğini teşkil eden aileye çok önem vermektedir. Eşlere, yuvanın devamlılığı ve bozulmaması için öğütler veriyor. Ailede anlaşmazlıklar olabilir; ancak eşin huysuzluk, geçimsizlik durumu devamlılık gösteriyorsa, o zaman erkeğin onu eğitip yola getirme hakkı doğmaktadır. Bunun için Kur'ân, üç aşamalı yöntem öneriyor. Önce kadınlara tatlı bir dil ile öğüt vermeli, bu fayda vermezse cinsel ilişkiye ara vermeli, son çare olarak da onları bulundukları yerden başka bir yere gönderilmelidir. Eşlerin bir müddet ayrı kalması, aralarında evlilik bağı ile oluşan sevgi ve merhamet hislerini tekrar açığa çıkarabileceğinden, barışmalarına ve mutlu bir hayat sürmelerine sebep olabilir. Talâk 65/1 : «...Belki Allah, bundan sonra yeni bir iş (gönülleri uzlaştırıp birleştirme) ortamı yaratır.»

Bazı İslâm alimleri; Arap'çada yaklaşık 20 manası olan darb kelimesini, bu ayetteki bulundukları yerden başka bir yere gönderme anlamı yerine dövün manasını kabul etmişlerdir ki bu büyük bir yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın canlı uygulaması olan Hz. Peygamber'imiz; ömrü boyunca kadınlara hep sevgi ve saygı göstermiş, zaman zaman hanımlarının verdiği sıkıntılara rağmen, kendilerine hiçbir zaman bir fiske bile vurmamıştır.

EĞER ERKEK GEÇİMSİZLİK YAPARSA

4/128 : Eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan, yahut kendisine sırt çevirmesinden endişe ederse, aralarını barışıp anlaşma girişimiyle düzeltmelerinde kendileri için bir sakınca yoktur ve barış hep hayırlıdır.

Ailenin huzurunu bozacak ve devamlılık gösteren huysuzluk, geçimsizlik gibi davranışlar kocadan da gelebilir. Kur'ân; bu durumda yuvanın dağılıp bozulmaması için kadına «barışıp anlaşma girişiminde»; bulunmasını öğütlemiştir. Çünkü Barış ve sulh hep hayırlara, mutluluklara vesile olur. Barışma girişimini ailelere haber verilmeden, eşler kendi aralarında yapmalıdır.

Kadın, erkeğin vazgeçilmez bir tamamlayıcısıdır. Onlar ile eşleşerek yuva kurmak, cinsel istekleri tatmin etmek ve çoluk çocuk sahibi olmak, Yüce Yaratıcı'nın koymuş olduğu ilâhî hükümlerdir. İşte kadınlardan gelen bu zevklere aşırı düşkünlüğe sevgi, saygı ve merhamet hisleri de eklenince, yaratılışı icabı güzel ve cazibeli olan kadının yapacağı sulh girişimi ile eşlerdeki anlaşmazlıklar tatlıya bağlanabilir. Ali İmran 3/14 : «Kadınlardan gelen...zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (çekici) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir...»

HAKEMLERİN UZLAŞTIRMA GİRİŞİMLERİ

4/35 : Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırma isterlerse, Allah kadın ve erkeğin aralarını düzeltmede onları başarılı kılacaktır.

Kur'ân, ailenin bozulmamasını ve devam etmesini esas almaktadır. Yüce Allah; yuvanın yıkılmasını önlemek, eşler arasındaki anlaşmazlıkları çözmede başarılı olacak yöntemleri bildirmiştir. Karıkoca arasındaki geçimsizliklerin giderilmesi için, öncelikli olarak eşler kendi aralarında anlaşma gayretine girmelerini, sabırlı olmalarını, boşanmadan evvel uzun uzun düşünmelerini, ancak bundan netice alınamadığında da, son sulh çaresi olarak ailelere bilgi verilerek hakeme başvurulmasını buyurmaktadır.

Hakem; yargıcı, iki tarafın anlaşmak üzere kararına rıza göstermek için seçtikleri kimse, haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden demektir. İslâm alimleri hakemlerin tayini konusunda; kadın ve erkeğin yakınları, komşuları veya bizzat kendilerinin kararlaştırdığı kimseler veya eşlerden herhangi birisinin başvurusu üzerine hakimin de atayabileceğinde birleşmişlerdir. Hakimin atadığı hakemler, hem barıştırmaya ve hem de boşamaya yetkilidir. Hakemler genellikle, karı-kocanın akrabalarından seçilmekle beraber, diğer yakınlarından da olabilir. Eşlerin anlaşmazlık sebepleri masaya yatırılır, uygun birçok çözümler ile yuvanın bozulmaması için arabuluculuk yapılarak uzlaşmaya gidilir. Eğer hakemler; karı-kocanın aralarını düzeltmede samimi iseler, Yüce Allah'da onları başarılı kılacaktır.

HAKEM - HAKİM İLE BOŞAMA

4/35 : Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem/hakim ve kadının ailesinden bir hakem/hakim gönderin. Bunlar uzlaştırma isterlerse, Allah kadın ve erkeğin aralarını düzeltmede onları başarılı kılacaktır.
4/130 : Eğer (eşler) ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle onların herbirini zengin eder (onları birbirine muhtaç etmez)...

Tüm gayret ve çalışmalara rağmen eşler arasındaki anlaşmazlık ve şiddetli geçimsizlik devam ederse, yuva yaşanmaz hale gelir. Karı-koca arasındaki sevgi ve şefkat yerini kin ve nefrete bırakır. Bu gibi zorunluluk hallerinde boşanma en güzel yoldur. Kur'ân, nasıl boşanılacağına ait kesin bir hüküm getirmemiştir. Boşanma ile ilgili ayetler; zaman ve çevre şartlarına göre, özü bozulmadan yeniden yorumlanarak, boşanma şekli ve usulü belirlenmelidir. İslâmiyet'te iki defa boşanmış olan eşlerin evlilik bağları kopmaz, tekrar birbirlerine dönme imkânı vardır. Dönmedikleri takdirde nikâh sözleşmesi sona ermiş olur. Boşanmalarda karar ve hüküm makamları her devirde başka başka olmuş, günümüzde de Devlet' imiz, Sulh Mahkemelerini görevlendirmiştir. Kur'ân; yukardaki ayette görüldüğü gibi, hem kadına ve hem de erkeğe hakem-hakim aracılığı ile boşama ve boşanma hakkını vermiştir.

İslâm alimleri, kötü davranma ve geçimsizlik sebebiyle kendisine başvurulması halinde, hakimin durumu hakemlere intikal ettireceğinde birleşmişlerdir. Hakemler duruma göre arayı bulmak ve düzeltmek, bu mümkün olmazsa bedelli yahut bedelsiz evlilik hayatına son vermek selâhiyetine sahiptirler. Anılan ayet ile sahâbe (Hz. Peygamber zamanında yaşayanlar) nin uygulaması bunu göstermektedir.
(Bkz. Prof. Dr. Hayrettin Karaman.İslâm'da Kadın ve Aile-Say.259)
Yüce Allah; ayrılma mecburiyetinde kalan eşlerin her birine, bol bol nimetler ihsan ederek onları zengin eder, çaresiz bırakmaz. Nisa 4/130 : « Eğer (eşler) ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle onların her birini zengin eder...» Boşayan erkek ise, kadına daha evvel vermiş olduğu mal ve paraları geriye alması ona helâl olmaz. Nisa 4/20 : «Bir eşin yerine başka bir eş almak istemişseniz, onlardan birine yükler dolusu mal vermiş olsanız da, o maldan hiçbir şeyi geri almayın. İftira ederek, açık bir günah işleyerek mi geri alacaksınız onu?» Ancak eski eş aldıklarının tamamını veya bir kısmını kendi isteği ile geri vermesi bunun dışındadır. Bakara 2/229: ...Kadının verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur... Boşanma sonunda da kadın ile erkek birbirine saygılı davranmalı hep iyilik ve güzellik sergilemelidir. Talâk 65/1-2 : «...Bekleme süreleri içinde kadınları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar... Sürelerinin sonunda ya onları güzelce tutun, yahut güzellikle onlardan ayrılın...»

BOŞANMALARDA İDDETİN HİKMETİ

2/228 : Boşanmış kadınlar, üç adet görme ve temizlik süresi bekleyip kendilerini gözetlerler. (Hamile olup olmadıklarına bakarlar) Eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorlarsa, karınlarında çocuk bulunduğunu saklamaları kendilerine helâl olmaz. Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten daha çok hak sahibidirler...

Kur'ân; boşanmış kadının haklarının korunulması ve gebe olup olmadığının anlaşılması bakımından, bir süre koymuştur. Bu zaman yaklaşık 3 aydır, «üç adet görme ve temizlik süresidir» ki buna iddet denir. Bu süreyi doldurmadan kadının, bir başka erkekle evlenmesi yasaklanmıştır. İddet beklemenin iki önemli hikmeti (gizli sebebi, oluş sırrı) vardır. Birincisi, bu müddet zarfında kadının, hamile olup olmadığı anlaşılır ve böylece doğacak çocuğun nesebi (soyu) da belli olmuş olur. İddetin ikinci bir sebebi de eşlerin birbirine yaklaşmadan, ayni evde veya başka evlerde bir süre yaşayıp düşünürlerse, birbirlerini sevip sevmediklerini, tekrar beraber olma arzusu taşıyıp taşımadıklarını anlama olanağını elde ederler. Karı-koca, bazı anlaşmazlıkları nedeniyle öfkeye kapılıp boşanabilirler, sonradan da yaptıklarına pişman olabilirler. Boşanma; kızgınlıkla aile yuvasının sönmemesi için uzun bir süreye bağlanmış, evlilik bağı tam kopmamıştır. Talâk 65/1 : «...Belki Allah, bundan sonra yeni bir iş yapar (Bir anlaşma olanağı ortaya çıkarır.)» İddet içinde kadın ile birlikte kocası da barışmak isterse, yeni bir nikâh gerekmeden tekrar birleşebilirler. «...Kocalar, onları geri almaya herkesten daha çok hak sahibidirler...» İddetin en önemli hikmeti, karı-kocanın bir süre evlilik ilişkilerinden uzak kalıp, sıhhatli düşünerek birbirine dönme zemini ve fırsatı bulmalarıdır. Bunun için Yüce Allah, boşanmanın olup bittiye getirilmesini yasaklıyor ve ayrı zamanlarda verilmek şartiyle talâkı (boşanmayı) üçe çıkarıyor. (Bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş - Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri.1/398)

BOŞAMA İKİ KEZDİR

2/229-230 : Boşanma iki kezdir. Bunun ardından ya iyilikle tutmak ya da güzelce serbest bırakmak gerekir... Erkek yine boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan kendisine helâl olmaz. O evlendiği adam da bunu boşarsa, Allah'ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde, eski karı-kocanın tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur...

Bakara 229 ayeti boşama hakkını, kadın erkek ayrımı yapmadan prensibe bağlamıştır. Ayetin ilk cümlesi genel prensibi şöyle vermektedir : Boşanma iki kezdir. Bunun ardından ya iyilikle tutmak ya da güzelce serbest bırakmak gerekir. Çoğu kimseler Allah'ın bu hükmü için parantez açarak kadını salıvermek sözünü sokmuşlardır. Bu haksızlığa yer vermeden baktığımızda ayetin boşama yetkisini hiçbir cinse özgülemeden ortada bıraktığını görürüz. Bunun zorunlu sonucu ise; bu hakkın, nikâha iradeleri ile vücut veren taraflardan her ikisine de tanınmış olduğudur... Andığımız ayetin daha sonraki cümleleri, boşama konusunu erkek açısından düzenlemektedir. Bu sonraki düzenlemeye bakarak ayetin birinci kısmında konan genel prensibi, erkeğin yetkisi haline dönüştürmek bir saptamadır. Boşama hakkının kadına da tanınması Kur'ân'ın ruhuna en uygun şekildir.

Kur'ân'ın boşanma konusunda getirdiği yöntemi özetlersek: 1- Eşlerden her biri ötekini boşayabilir. Her boşama sonunda kadın iddet bekleyecektir. 2-Boşanma işleminin ne kadar sürdüğü önemli değildir. Meselâ bugünkü şartlarda boşanma davaları aylar, bazen yıllar sürmektedir. Bu önemli değildir. Boşanma kararının alındığı anda bir talak (boşanma) doğmuş olur. Kur'ân, talak sayısından bahsediyor, bunun gerçekleşme süresine ve şekline değinmiyor. 3- Birinci talaktan sonra eşlerin birbirine dönme imkanı vardır. Bu imkanı kullanmadıkları takdirde 2. talak aşaması başlar. Onun ardından da birbirlerine dönmezlerse nikâh bitmiş olur. Bu durumda kadın bir başka erkekle evlenip, normal sebepler yüzünden ondan ayrılmadıkça eski kocasıyla tekrar evlenemez. (Bakara 230,232)

Üçüncü defa boşanan kadın muvazaalı(yapay) bir erkeğe verilip, o erkek tarafından boşanır ve böylece eski kocasına dönme hakkını elde eder ki buna hülle denir. Bu iğrenç oyundur. Hz. Peygamber bu oyuna yeltenerek Allah'ın dinini dejenere edenleri lânetlemiştir. Kur'ân açısından bakıldığında bu oyunla gerçekleştirilen nikâh da, boşanma da geçerli değildir.
( Bkz. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk. Kur'ân'daki İslâm-Say.436-438 )

KOCASI ÖLEN KADINLAR

2/234-235 : İçinizden ölenlerin, geriye bıraktıkları eşleri, dört ay on gün beklerler. Süreleri bitince artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur... İddet bekleyen kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı bir biçimde bildirmenizden, yahut içinizde tutmanızdan dolayı size bir günah yoktur. Allah, sizin onları anacağınızı, unutmayacağınızı bilmektedir. Bu sırada onlarla, örfün normal göreceği sözlerle konuşma dışında gizli bir buluşma için anlaşmayın...

Ayet, kocaları ölen kadınların dört ay on gün bekledikten sonra yeniden evlenebileceklerini belirlemektedir. Bu müddetten daha fazla yas tutmak dinimizce doğru değildir. Belirtilen zaman içinde hanımların gebe olup olmadığı da belli olur. Ancak gebe iseler çocuğunu doğuruncaya kadar beklerler. Talâk 65/4 : «...Gebe olan kadınların ise yüklerini (çocuklarını) bırakmalarına kadardır. » Bundan sonra örfe uygun şekilde yaşamlarını sürdürmelerinde, süslenmelerinde, evlenmelerinde bir sakınca yoktur.

Kadın dört ay on gün sonra evlenebilir. Ancak evlenmek istemez ise bir yıl süre ile de bu evde kalabilir ve kocanın mirasçıları da onun geçimini sağlamak mecburiyetindedirler. Bakara 2/240 : «İçinizden ölüp de geriye eşler bırakan kimseler, eşlerinin evden çıkarılmaksızın, bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa, kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur... »

GENEL KONULAR

Sürekli oluşumlarla değişen toplumumuzda iletişim, bilim ve teknoloji gelişmiş; farklı inanç ve kültürler ile temas kurulmuştur. Günlük yaşamda da yeni konular ve sorunlarla karşılaşılmış, halkımızda da bazı ilginç olanlarını merak ve öğrenme isteği doğmuştur. Örneğin ruh çağırma, reenkarnasyon, falcılık v.s. çok dikkat çekici bulunmaktadır. Acaba bu hususlara İslâmiyet'in bakışı nasıldır, Kur' ân-ı Kerîm'deki yasalar ile uygunluk gösteriyor mu? Tüm bunları inceleyerek bilgi vermek kaçınılmaz olmuştur. Bu ilgi çekici konular beş başlık altında toplanabilir :

A) Büyü - Büyücülük
B) Cin - Cincilik
C) Yıldız ve Burç Falı
D) Ruh - Ruh Çağırma
E) Reenkarnasyon

BÜYÜ-BÜYÜCÜLÜK

Arapçası sihir demek olan büyü; bazı kabiliyet ve bilgileri kötü amaçla kullanarak insanları etki altına alma, onlardan hile ile çıkar sağlamaya yönelik uğraşıdır. Kâhinlik, falcılık, cincilik gibi faaliyetlerin en kötüsü olan büyücülük, ülkemizde de yaygın ve kârlı bir sektör durumundadır. Kur'ân'ı Kerîm'de de büyü; bilhassa Hz. Musa ile Firavun kıssasında detayları ile verilmiş, büyücülerin yaptıkları hünerlerin nasıl boşa çıkarıldığı, onların kötü ve aşağı durumdan kurtulamayan yalancı ve düzenbazlar olduğu vurgulanmıştır. İslâmiyet; her türlü büyücülüğün öğrenilmesini, yapılmasını büyük günahlardan saymış ve bu uğraşıyı kesin olarak yasaklamıştır.

Büyücülük çok eski devirlerden beri yapılmakta ve birçok türleri de bulunmaktadır. Gildânî Büyüsü (Yıldız Büyüsü), Güçlü Ruh Sahiplerinin Büyüsü, Cincilik en ünlülerindendir. Kur'ân; büyü satıp onunla çıkar sağlayan kimseler olduğunu, kadın ile kocanın arasını açacak büyüler yapıldığını, ancak Allah'ın izni olmadıkça büyü ile kimseye zarar verilemiyeceğini açıklamaktadır. Büyünün etki ve tesirinde kalınsa bile. büyücülük ile uğraşanlardan yardım istemek, ancak onların hazırladıkları tuzaklara düşülmesine, parasal kayıplara uğranılmasına sebep olur. Büyüden, kötülük ve sıkıntılardan kurtulmanın tek ve mutlak yolu, Yüce Allah'a sığınarak dua etmek ve yardım dilemektir. Felâk Suresinde şöyle buyrulmaktadır 113/4-5: « ...Düğümlere üfleyen büyücü kadınların kötülüğünden, kıskandığı zaman hasetçinin kötülüğünden Allah'a sığınırım. »

BÜYÜDEN ÇIKAR SAĞLAYAN KÂFİRLER

2/102 : Süleymanın mülk ve saltanatı konusunda onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre sapmamıştı. Fakat o şeytanlar küfre sapmıştı; insanlara büyüyü öğretiyorlardı. Ve Babil'de Hârut ve Mârut adlı iki melek üzerine indirileni de halka öğretiyorlardı. O iki melek ise : « Biz, ancak bir imtihan aracıyız, küfre sapma » demedikçe hiç kimseye birşey öğretmiyorlardı. İnsanlar o büyücülerden erkekle eşinin arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Ancak, Allah'ın izni olmadıkça büyü ile kimseye zarar veremezlerdi. Onlar kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, büyüyü satıp onunla çıkar sağlayanın, ahirette hiçbir nasibi olmayacağını çok iyi biliyorlardı. Vicdanlarını sattıkları şey ne kötüdür, keşke bunu bilselerdi!

Hz. Dâvud'un oğlu olan Hz. Süleyman'a; Yüce Allah'ın lütfu ile rüzgârlara, hayvanlara ve cinlere hükmetme ilmi verilmişti. O, ayni zamanda İsrailoğulları'nın da hükümdarıydı. Devrin en görkemli binası olan Süleyman Tapınağı'nı, M.Ö.825 yılında Kudüs Şehri'nde yaptırmıştı. O zamanın bazı zayıf karakterli Yahudi'leri; şeytan ruhlu kimselerin söylediklerine inanarak Hz. Süleyman'ın mülk ve saltanatını sihir yoluyla elde ettiğini zannediyor ve onun bir büyücü olduğuna inanıyorlardı. Oysa Hz. Süleyman ne büyü yapmış ve ne de kâfir (gerçeği örten, iman etmeyen) olmuştu. Bilâkis o, Allah'ın lûtuf ve rahmetine erişerek yücelmiş bir kuldu. büyük bir Peygamber'di.

Büyü; tabiat kanunlarına aykırı sonuçlar elde etmek iddiasında olanların başvurdukları gizli işlem ve davranışlardır. Başka bir ifade ile; bazı insanlarda bulunan kabiliyet, bilgi ve kuvvetleri kötülüğe ve çıkarcılığa yönelik kullanma uğraşısıdır. Onların Allah korkusu ve imanları yoktur. Yaptıkları hünerler ile insanlara etki yaparak menfaat sağlamayı meslek edinmişlerdir. Büyücülerin sergilediği gösteri ve hokkabazlığın bir kısmı gerçek ile hile karışımı, bir kısmı ise tamamile yalana dayalıdır. İslâmiyet'te; Kur'ân'ın verileri ve Hz. Peygamber'in Sünnet'i ile büyünün öğrenilip uygulanması kesin olarak yasaklanmıştır.

Yüce Allah; insanların her türlü ilim ve bilgiye sahip olmalarını dilemiş, büyücülüğe dayalı temel bilgileri de iyiliğe mi yoksa kötülüğe mi kullanacaklarını sınamak istemişti. Bunun için Mezopotamya'daki Bâbil Şehri'nde, Hârût ve Mârût isimli iki meleği, bu bilgileri ilham yoluyla halka öğretmeleri için görevlendirmişti. İlham, Allah veya meleklerden kalbe gelen mana demektir. Melekler: «Biz bir imtihan aracıyız, bilinmeyen bazı gerçeklerin oluş kanunlarını öğrenerek onları iyi yollarda kullanın, büyü gibi kötülüğe de vasıta yapmayın.» uyarısı ile insanlara bilgi veriyorlardı. Bilgi ve ilim mutlaka çok değerlidir. İlim ne kadar büyük ve etkili olursa olsun, o nisbette iyiliğe de kötülüğe de kullanılabilir. Örneğin insanlara sonsuz faydalar sağlayan elektriğin, canlıları yok etme aracı olarak kullanılması, ne büyük bir cinayettir. Hastalıkları tedavi eden panzehir, ölümcül olan zehirden yapılmıyor mu? İlim, ancak hayırlı işlerde kullanıldığı zaman, Yüce Allah'ın rızası ve rahmeti kazanılır. Zilzâl 99/7-8 : «Kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı kötülük üretmişse onu görür.»

«Büyü satıp onunla çıkar sağlayan kimseler» Bâbil Şehri'ndeki insanlara büyü yapmayı öğrettikleri gibi, ayrıca iki meleğin iyi ve hayırlı işlerde kullanılması için ilham yoluyla verdikleri bilgilerin de ilâvesi ile sihir yaparak kendilerine menfaat sağlıyorlardı. Hârût ve Mârût ismindeki meleklerden öğrenilen bir takım bilgi ve kanunları, şeytanî fikirle kötüye kullanılınca, büyü çok etkili oluyordu. Bilhassa kadın ile kocanın arasını açacak büyüler yapılıyor, bunların büyük etkisi ruhlar üzerinde görülüyordu. Gönüller kararıyor, düşünceler çelişiyor, ahlâk çökertilerek cemiyetlerin de bozulmasına sebep oluyordu.

«Allah'ın izni olmadıkça BÜYÜ ile kimseye zarar veremezler.» Ayet ile çok önemli bir yasa açıklanmaktadır. Yaratıcı Kudret'in yaratmasıyla meydana gelen her olan şey bir gizli sebebin neticesidir. Tegabûn 64/11: «Allah'ın izni olmadıkça hiçbir musibet (felâket) gelip çatmaz...» İnsanlar, melekler, cinler v.s. bütün varlıklar Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş kullardır. Yüce Yaratıcı' nın izni olmadan hiçbir iş olmaz, hiçbir büyü yapılamaz, bir yaprak bile düşmez. Enam 6/59: «...Allah'ın bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez...» Kur'ân, Ahzâb 33/3 de şöyle buyurmaktadır : «Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.» Şu halde büyü tehlikesine karşı Yüce Allah'a sığınmalı ve dua ederek yakarışta bulunulmalıdır.

BÜYÜCÜLER gaybı bilmezler. Gayb, his ve akıl ile bilinmeyen şeydir. Kıyamet zamanı, insanın geleceği, insanın nerede öleceği bilgisine mutlak gayb denir ki, bu sır hiçbir yaratılana verilmemiştir. Lukman 31/34 : O kıyamet saatine ilişkin bilgi Allah katındadır... Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Her şeyi bilen, her şeyden haberi olan yalnız Allah'tır. Peygamberlere dahi verilmeyen gayb bilgisini; büyücülerin, falcıların bildiklerini iddia etmeleri ne kadar gülünç ve gerçek dışıdır.

Bugün Ülkemizde de büyü, çok kazançlı bir sektör haline gelmiştir. İnsanlardaki bilinmeyene ve gizliliğe olan tabii merak nedeni ile, dini bilgisi zayıf olan kimseler sömürülmektedir. Büyü yaptırmak veya ondan kurtulmak için, bu işleri meslek edinmiş ve kendisine hoca süsü veren veya medyum (ruhlarla insanlar arasında aracı) olduğunu iddia eden bazı kimselere gidilerek yardım istenmektedir. Büyücü ve falcıların; zorda kalmış bu zavallı insanlara hiçbir yardım yapamazlar, ancak onları tuzaklarına düşürürler, sıkıntılarına sıkıntı kattıkları gibi, parasal yönden de ciddi kayıplara uğratırlar. Onların bazıları, sadece telepati ile insanın düşüncelerini ve geçmiş bazı olayları algılayabilme kabiliyetindedir. İşte bu özellikleri ile müşterilerini etkileyerek, her şeyi bilecekleri inancını verirler. Eğer onlar bilinmeyeni ve geleceği bilmiş olsaydılar örneğin Borsa, Milli Piyango, Spor Toto gibi şans oyunlarına yapacakları yatırımlarla süper zengin olurlardı. Yüce Allah'ı bırakıp da kendilerine dahi hiçbir faydası olmayan büyücülerden yardım ve şefaat istemek, şirk (Allah'a ortak koşma) dır ki bu da Allah katında çok büyük bir günahtır. Fatiha 1/5 : «Yalnız Sana ibadet ederiz ve Senden yardım dileriz. » Yine Kur'ân-ı dinleyelim. Nisa 4/116-117 : «Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez...Böyle yapanlar Allah'ı bırakıp, kendisine hiçbir hayrı dokunmayan ŞEYTANA tapmış olurlar.»

BÜYÜCÜNÜN KÖTÜLÜĞÜNDEN ALLAH'A SIĞINIRIM

Felâk Sûresi 113/1-5 : De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe, yarattıklarının kötülüğünden (şerrinden). Karanlık bastığı zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyen BÜYÜCÜ kadınların kötülüğünden, kıskandığı zaman hasetçinin kötülüğünden.

Karanlıklardan, büyücülerden, hasetçilerden ve her türlü varlıkların kötülüğünden (şerrinden) Allah'a sığınılması emredildiği için, Kur'ân-ı Kerîm'in son iki suresine Sığındırcı Sureler denmektedir. Her ikisinin de ayni zamanda indiği hususunda İslâm bilginlerince kabul edilir.

Düğümlere üfleyen BÜYÜCÜ kadınların şerrinden Allah'a sığınırım. Eski Arap toplumunda bugün de olduğu gibi, daha ziyade kadınlar büyücülük ile meşgul oluyor, okuyup üfleyerek iplere düğüm bağlıyorlar, buna kara büyü de deniliyordu. Kadın ile kocanın arasını açıyor, etki altına aldıkları insanları yönlendirerek, onlara türlü zararlar veriyorlardı. Sihir ve büyücülüğü yapan ve yaptıran kimse, Allah katında lânetlenmiş ve ceza görmeleri de hak olmuştur. Büyü, yalnızca düğüm atıp üfleyerek veya başka usuller kullanılarak yapılmaz. Örneğin bir erkeği baştan çıkararak onu kötü yola sürükleyen bir kadın veya bir kadını baştan çıkararak onu kötü yola sürükleyen bir erkek de bir nevi büyücüdür. Onlardan kurtulmanın tek yolu, Felâk Sûresi'nin vurguladığı gibi Yüce Allah'a sığınmaktır.

Kıskandığı zaman hasetçinin kötülüğünden Allah'a sığınırım. Haset; başkasının iyi hallerinin veya zenginliğinin yok olmasını şiddetle isteyerek, her türlü kötü yollara başvurmak suretiyle, bu olanaklara kendisinin kavuşmasını arzulamasıdır. Hasetçinin içindeki kıskançlık coştuğu zaman, onun yapamayacağı kötülük yoktur. İnsanlara, mala, mülke zarar veren bakışların fırlattığı kıvılcımlar, çarpıcı ve yıkıcı bir güç oluşturur ki, halk dilinde buna nazar veya göz değmesi denir. Güçlü bir irade kuvvetine sahip olanların etkili bakışları, her şeyi bozarak zarar verebilir. Ayrıca haset edilene söz veya fiili olarak türlü fenalıkları yapmakta tereddüt etmezler. Ayet, inananları uyararak şer güçlerin sahibi hasetçilerin kötülüğünden de korunulması için yalnız ve yalnız Allah'a sığınılmasını emretmektedir.

Hz. Peygamber'e BÜYÜ yapıldı mı? Sığındırıcı Sureler olan Felâk ve Nas'ın Hz. Peygamber'in büyülenmesi üzerine, onu tedavi için indiği iddiaları olmuştur. Rivayete göre Yahudiler Allah'ın Resul'ünü büyülemişler, aklî dengesini bozarak, vahyi alamaz hale getirmişlerdir. Yapılan büyü ve nazar o kadar kuvvetli olmuş ki, Hz. Peygamber'e bile tesir etmişti. Mutlak ve tek Kudret'in var ettiği yaratılan varlıklar arasında Allah'ın Resul'üne O'nun izni olmadan etki yapacak güç var mıdır? Böyle bir iddianın varlığından Allah'a sığınırız. Yüce Allah; kendi Peygamber'ini insanların zararlarından, kötülüklerinden koruyacağını şöyle vurgulamıştır. Maide 5/67 : «...Allah seni (Hz. Muhammed) insanlardan korur...» İsra 17/47 ayeti ile de şöyle buyrulmuştur : «İman etmeyenlerin seni (Hz. Muhammed) dinlerlerken, neye kulak verdiklerini Biz daha iyi biliriz. Aralarında fısıldaşırlarken de şöyle konuşur o zalimler : Büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!» Büyücüler, Yüce Allah'ın izni olmadan hiçbir başarıya ulaşamazlar. Tâhâ 20/69: «...Büyücü nereye gitse kötü bir durumdan kurtulamaz. »Tüm bu ayetlerden sonra, yaratılmış bir varlığın onu var eden Mutlak Kudret'in isteği dışında, Hz. Peygamber'e büyü yaptığına inanmak, akıl ve mantık ile bağdaşamaz.

Sığındırıcı Sureler olan Felâk ve Nas'ın hikmeti. Tek ve Mutlak Kudret Sahibinin Yüce Allah olduğu, yaratılana değil yalnızca Yaratan'a sığındıktan sonra da o insana hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin zarar veremeyeceği vurgulanmaktadır. Sevgili Peygamberimiz; sıkıntı, hastalık, göz değmesi v.s. gibi hususlarda, Kur'ân-ı Kerîm'in son üç suresi olan Nas, Felâk ve İhlâs'ı birkaç defa okuyup dua ederek Yüce Allah'tan şifa (iyilik) dilemiş olduğu hususu, İslâm bilginlerince de onaylanmıştır. Bizler de ayni şekilde üç sureyi Türkçe veya orjinali gibi Arapça okuyarak dua etmeliyiz. Yalnız Allah'a sığınılarak sıkıntı ve hastalıkların giderilmesi için dua etmek, yardım dilemek Kur'ân'ın öngördüğü tavsiye ve emirlerdir.

BÜYÜ ÇEŞİTLERİ

Gildânî Büyüsü ( Yıldız Büyüsü ). Eski bir kavim olan Gildânî'ler büyücülük ve kâhinlik (Doğa üstü yollardan bilinmeyen şeyleri ve geleceği bilme iddiasında olanlar) ile uğraşıyorlardı. Gök ile alâkalı kuvvetler (melekler) ile yer ile alâkalı kuvvetleri (cinleri) birbirine karıştırarak meydana getirildiği söylenen ve tılsım ismi verilen büyüler yapılıyordu. Tılsım; tabiat üstü işler yapabileceğine inanılan güç, büyülü şey, muska demektir. Gildânîler eski bir millet idi; yıldızlara tapıyorlar, iyilik ve kötülüğün yıldızlardan kaynaklandığına inanıyorlardı. Hz. İbrahim, bu tür büyü ile uğraşan, tılsım denen garip şeyleri yapan, Gildânî'leri uyarmak için gönderilmişti. Onlar, yıldızlar topluluğu olan burçlardan büyük kuvvetlerin çıktığına inanarak, bazı rakamların özelliklerinden ve tılsımlardan yararlanmak suretiyle insanları etkilemeye çalışıyorlardı.

Güçlü Ruh Sahiplerinin Büyüsü. Bu tip büyüler; insan ruhunun terbiye ve temizlenmesi ile bazı güçler kazanacağına, kendi bedeninde olduğu gibi başka bedenler üzerinde de kuvvet ve etkisini arttıracağına inanılması esasına dayanır. Amaç, başka varlıkları buyruk altına almaktır. İrade gücünü kuvvetlendirmek için, dış dünya ile bütün bağlarını kesip kendi içine çekilir; nefsin isteklerini kırma, manevî yükseliş sağlama, yenilenme gibi çeşitli çalışmalarda bulunulur. Manyetizma (telkin ve ipnozla bir kimseyi etkileme), ipnotizma (sözle, bakışla, telkin yoluyla sağlanan bir tür uyku), fakirizm (Hint felsefesinde insan vücudu bütün kötülüklerin kaynağı sayıldığından, bedene eziyeti ruhun kurtuluşu ve mutluluğu için gerekli gören çilekeşlik, Hint dervişliği) v.s. gibi uğraşılardır ki en aldatıcı ve tehlikeli olanı da bu tür büyülerdir.

Cincilik. Cinler ile iletişim kurularak yapılan büyüdür. Bir insanın cini çağırıp konuşarak onunla ilişki kurup kuramayacağı ilmî olarak izah edilemez. Ancak cinler vasıtasıyla büyü yapıldığı iddia edilmektedir. Ölülerin ruhlarıyla temas kurarak, insan ruhunun çağırılabileceğini iddia eden ispirtizmacıları da bu cincilerden sayabiliriz.

Büyünün en ünlü olanları; yukarıda açıklanan Gildânî Büyüsü, Güçlü Ruh Sahiplerinin Büyüsü ve Cincilik'tir.

Sanayi Aldatmaları. Bazı yöntem ve araçları kullanmak suretiyle yapılan hünerler, el çabukluğu türünden şeylerdir. Günümüzde de süper teknolojiden istifade ederek yapılan sihir gösterileri, büyük gelir getiren bir sektör olmuştur. Kur'ân- Kerîm'de açıklanan Mısır Kıralı Firavun'un büyücüleri de bu tür büyü yapmışlardı. Rivayete göre büyücüler; özel surette yaptırdıkları değneklerin ve iplerin içine civa koymuşlar, hünerlerini gösterecek alanı da daha önceden alttan ateş yakarak ısıtmışlardı. İpleri ve değnekleri halkın gözü önünde toprağın üzerine atınca, alttan ateşin, üstten güneşin tesiriyle civa genişlemiş, bu sebeple değnekler ve ipler kımıldadığından, halk bunları hareket ediyor sanmışlardı. Tâhâ 20/66,69 :« Musa sihirbazlara dedi: Önce siz hünerlerinizi gösterin. Bir de ne görsünler! Onların ipleri, sopaları yaptıkları büyüler yüzünden kendilerine gerçekten koşuyorlarmış hayalini verdi... Allah Musa'ya sağ elindekini (bir tür ejderha haline gelen değnek) yere bırak, dedi. Onların sanayi olarak ortaya çıkardıklarını yutsun. Onların sanayi olarak ürettikleri sadece bir büyücünün hilesidir. Büyücü ise nereye gitse kötü bir durumdan kurtulamaz.» Hz. Musa'nın asası, büyücülerin tüm araçlarını yutmuştu.

Hayali Hakikat Göstermek. El çabukluğu denilen sihirlerdir ki, bunlara sihirden ziyade hokkabazlık adı verilir ki duyuları aldatma esasına dayanır. Tıpkı vapurda giderken sahili hareket ediyormuş gibi görmeye benzemektedir. Buna gözbağcılığı da denir.

Bazı İlaçlarla Yapılan Büyü. Büyü yapılacak kimseye esrar, morfin, alkol gibi şeyler içirmek suretiyle aklı çelinir. Dışkılar, kadavra parçaları, kan ve cinsiyetle ilgili her çeşit nesne, büyücünün kullandığı ilaçlardandır. Bunların bir özelliği de dinen pis sayılan şeyler olmasıdır. Örneğin mundar olan pisliği, büyücü ilâç olarak kullanır. Ayrıca büyülenecek olan kimsenin vücudundan alınacak herhangi bir madde, örneğin (saç teli, tırnak v.s.) büyü yapımında kullanılır.

Kalbi bağlamak suretiyle yapılan büyüdür. İnsanları cin çağırırım, manevî güce, kehanete sahibim gibi yaldızlı sözlerle cezbedip kandırarak dolandıran ahlâksızlardır.

Söz götürüp getirerek insanları birbirine düşürmek, böylece kendi hesabına çıkar sağlamak da bir nevi büyücülüktür.
( Bkz. Elmalı'lı M. Hamdi Yazır, cilt 2/120-131 - Prof. Dr. Süleyman Ateş, cilt 1/203-211 )

CİN-CİNCİLİK

Cin; gözle görülmeyen, ışın gibi özel bir enerji biriminden yaratılmış, akıl ve bilinç sahibi bir varlıktır. Onlar da Allah'a kulluk için var edilmişler, insanlar gibi toplulukları ve muhtemel olarak milletleri vardır. Cinlere de kendi içlerinden peygamberler gönderilerek ilâhî yasalar bildirilmiştir. İman etmiş Allah yolunda cinler olduğu gibi; iman etmemiş, isyankâr, insanlara vesvese veren şeytanî düşünceliler de vardır. Şeytanî cinler, kötülüğün temsilcisi olarak gönüllere şüphe, tereddüt, kuruntu, aslı olmayan kuşku vererek etki yaparlar. Ancak Cenâb-ı Allah'a sığınıldığı zaman bu etki hemen kaybolur. Cinler, insanlara hiçbir zaman musallat olamazlar.

Cincilik, cinlerle iletişim kurma ve onlarla konuşma gibi bir iddia ile geçim sağlama uğraşısıdır. Dini bilgisi olmayan saf halkı etkileyerek onlardan çıkar sağlarlar. İslâmiyet, şeytan işi bir pislik olan her türlü büyücülüğü, cinciliği ve falcılığı yasaklamıştır.

CİNLERİ ATEŞTEN YARATTIK

15/27 : Cinleri de (insandan) daha evvel kavurucu (dumansız) ateşten yarattık.
Cinler, ışın gibi, mikro dalga gibi görünmeyen madde ötesi canlı varlıklardır. İnsanlar gibi akıl, şuur ve iradeye sahiptir.

ALLAH'A KULLUK İÇİN VAR EDİLMİŞTİR

51/56 : Ben cinleri ve insanları sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım.
Cinlerde tıpkı insanlarda olduğu gibi Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır ve onlar da Allah'ın yasalarına uymakla yükümlüdür. İyi işler yapanlar cennete, kötülük yapanlar da cehenneme gidecektir.

CİNLER TOPLULUĞU

6/130: Ey cinler ve insanlar topluluğu...
72/6: Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınıyorlardı da onların kibir ve azgınlıklarını arttırıyorlardı.

Cinlerin de insanlar da olduğu gibi; bizim bilmediğimiz ve göremediğimiz ayrı bir boyutta, yeryüzünde ve gökte toplu halde yaşadıklarını dişili erkekli aileler oluşturduğunu, ailenin de ötesinde toplulukları ve büyük ihtimalle de ayrı milletleri olduğunu Kur'ân ayetlerinden öğreniyoruz.

CİNLERE DE PEYGAMBERLER GÖNDERİLMİŞTİR

6/130: Ey cinler ve insanlar topluluğu! İçinizden, size ayetlerini anlatan ve şu gününüzle (Kıyamet Günü) yüzyüze geleceğiniz hususunda sizi uyaran resuller gelmedi mi?...

Ayetten; insanlarda olduğu gibi cinlere de kendi aralarından peygamberler gönderildiğini, ilâhî yasalar açıklanarak anlatıldığını öğreniyoruz. Kur'ân, cin toplulukları tarafından dinlenmiş ve izlenmiştir. Ahkâf 46/29-31: «Bir zamanlar cinlerden bir gurubu, Kur'ân'ı dinlemeleri için sana (Hz. Muhammed'e) yöneltmiştik. Ona geldikle rinde birbirlerine: Susun dinleyin, dediler. Kur'ân'ın okunması bitirilince de uyarıcılar olarak kendi toplumlarına döndüler ve şöyle dediler : Ey kavmimiz! Biz Mûsa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola götüren bir Kitap dinledik. Allah'ın davetçisine uyun ve ona inanın ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi azaptan korusun.»

Hz. Peygamber cinleri gözleri ile görmemiş, onların Kur'ân-ı dinledikleri Cenâb-ı Allah tarafından ona vahiy ile bildirilmiştir. Cin 72/1 : «De ki : Cinlerden bir topluluğun dinleyip şunu söyledikleri bana vahyolundu : Gerçekten biz, hayranlık verici bir Kur'ân dinledik.»

ŞEYTANÎ CİNLER - İYİ CİNLER

72/11: Doğrusu bizlerden (cinlerden) iyi olanlar var, olmayanlar da var, çeşit çeşit yollara ayrılmışızdır.
72/14: Bizden (cinlerden) Allah'a teslim olanlar da var, hak yoldan sapanlar da var. Allah'a teslim olanlar doğruyu ve hayrı aramışlardır.

Kur'ân'ın açıkladığı gibi cinler iki kısımdır. Bir bölümü iyi, ahlâklı, hayırlıdır ki onlar Cenâb-ı Allah'a iman etmişlerdir. Bir kısmı da isyankâr, kötülüğün ve fenalığın kaynağıdır ki; insanları saptıran, aldatan, vesvese veren iman etmemiş şeytan denilen asi kullardır.

CİNLER GAYBI BİLMEZLER

34/14: ...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı.

Gayb; gizli olan, görünmeyen, belirsiz demektir. His ve akıl ile bilinmeyen şeydir. Yüce Allah, mutlak gayb olan Kıyamet zamanı, insanın nerede öleceği, insanın geleceği bilgisini, değil cinlere sevgili peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)e bile bildirmemiştir. Enam 6/59: «Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.» Geleceği bildiğini iddia eden cincilerin, büyücülerin, falcıların insanları nasıl sömürdükleri ve çıkar sağladıkları böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Kur'ân, insanlara yapılacak yardım ve hizmetlerin temel prensibini şöyle vermektedir: Hiçbir ücret almadan Allah rızası için olmalıdır. Enam 6 / 90:« ...Ben şu yaptığıma karşılık sizden bir ücret istemiyorum...»

ŞEYTANLARIN İNSANLARA YAPTIĞI ETKİ

114/5-6 : Şeytan insanların göğüslerine vesvese verendir. Cinlerden de olur, insanlardan da.
26/221-223 : Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, her günahkâr yalancıya inerler. Onlar şeytanlara kulak verirler ve çoğu da yalan söylerler.

Cin ve insan şeytanlarının insanlara yaptığı etkiye vesvesedenir. Vesvese; şüphe, tereddüt, kuruntu, aslı olmayan kuşkulardır. Kötülüğün temsilcisi cin şeytanları; iman etmemiş günahkâr yalancıların gönüllerine inerek onlara sinsice türlü vesveseler fısıldar. Genellikle aldatarak, çarpık gösterici telkin ile gayelerine ulaşırlar. İnançsız asi cinler insanları tereddüte düşürüp etkilerken; melekler de iman sahiplerinin gönüllerine inerek, ilham denilen mutluluk verici duygu ve düşünceler ile, onlara manevî bir güç katarlar. Yaratılış yasası gereği olan bu iki zıt kuvvet ile insanlar olgunlaşıp kemale ermektedir. Şeytanlar; Allah'a, ahirete, meleklere, kadere inanç konusunda kararsızlık doğurur; namaz, zekât, oruç ibadetlerinde kuşkuya düşürür, fakirleşeceksiniz diye korkutarak hırsa hırs katarlar. Böylece akıl ve duyuları çelişkiye düşürerek, her türlü kötülüğe yöneltirler. Artık o kimse Allah'ın doğru yolundan, kendisine ve insanlara faydalı olmaktan uzaklaşarak felâkete doğru sürüklenir. Nefsinin kötü sıfatlarına esir olan insanlarda bu fısıltılar, ta ki gerçekleri fark edip insanların Rabbi, insanların Yaratıcı'sı Yüce Allah'a sığınıp teslim olana kadar devam eder.

CİNCİLİK

37/6-10: Biz en yakın gökleri yıldızlarla süsledik. Onu asi bir şeytandan koruduk. Onlar en yüksekteki melekler topluluğunu dinleyemezler, her yandan kovulup uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli azab vardır. Ancak melekler topluluğundan bir söz kapan olursa, onu da delici bir alev (ışın) izler.

Gökler meleklerin bulundukları yerlerdir. Onlar buralarda kendilerine verilen İlâhî Emirler'i aralarında konuşurlar. Eğer bir cin şeytanı buralara kadar çıkar ve meleklerin haberi olmadan kulak hırsızlığı yapar ve yakalanmadan dünya'ya dönerse, bu bilgilere bir takım yalanlar da katarak Yeryüzü'ndeki cincilere, büyücülere, üfürükçülere ulaştırır. Onlar da kendilerine vahiy geldiğini zannederek, hem kendileri sapıtır ve hem de saptırırlar. Bunun için gökler, şeytanlardan korunmuştur.
(Bkz. Elmalı M. Hamdi Yazır. 8/301)

« Bu ve benzeri bilgilerden anlaşıldığına göre, insanların duyular ötesiyle irtibat vasıtalarından birisi cinlerdir. Onların bilgileri sınırlı, gayb onlar için de kapalı olmakla birlikte, cinlerin insanlar için yarım gayb (bilinmeyen) saydığı bazı olayları bildiği veya gözlemleyebildiği sanılmaktadır. Fakat onlar bildikleri olayları yalanlarla karıştırıp insanlara aktarırlar. Bu yüzden insanlara aktardıkları bazen doğru, bazen de yanlış çıkar. Cinler insanları etkilemek için bazı büyücü ve kâhinleri (geleceği bilme iddiasında olan) seçtikleri gibi, spiristleri yani ruh çağırıcıları da seçerler. İşte ruhçuların ruh çağırma seanslarında kendilerine geldiklerini söyledikleri varlıkların bu cinler olması kuvvetle muhtemeldir. Bunlar kendilerini medyumlara ruh diye tanıtıp, geçmişe ait söylediklerinin doğru çıkmasıyla da onları kendilerine bağlarlar.»
( Bkz. Divan Taş - İlmihal II. say:156 )

Kur'ân-ı Kerîm'de cinler hakkında daha ayrıntılı bir açıklama olmamasının sebeb olduğu bilgi eksikliği; insanlardaki bilinmeyen, çözülemeyen sırlara olan aşırı merakı kötüye kullanılarak, cinler ile iletişim sağladığını iddia eden bir takım kimselerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Cinler ile bağlantı kurarak büyü yapmak, bilinmeyeni ve geleceği haber vermek iddiası ile oluşan cincilik, günümüzde de çok kazanç sağlayan bir sektör haline gelmiştir.

Duyular üstü bir varlık olan cinlerin, insanların geçmişindeki bazı olayları bildiği sanılmaktadır. Ancak geleceği değil cinler, peygamberler de dahil Allah'tan başka kimse bilemez. Yüce Yaratıcı' nın müsaadesi olmadan, hiçbir varlık diğer bir varlığa zarar veremez. Kötülüğün temsilcisi cin şeytanları, iman etmemiş günahkârların gönüllerine inerek, onlara sinsice türlü vesveseler (kuruntu) fısıldar. Bunun dışında hiç kimseye, hiç bir zaman musallat olamazlar. Tasalluk; ancak cinlerden değil, şeytanî düşünceli insanlardan gelebilir. Cinler vasıtasıyla bilinmeyenden ve gelecekten haber verme gibi iddialar ile mesleklerini yürüten cinciler, türlü hile ve hokkabazlıklar ile halkı etkileyerek onlardan çıkar sağlamaktadır. Eğer onlar geleceği bilselerdi Milli Piyango, Spor Toto v.s. gibi kuruluşlar vasıtasıyla süper zengin olurlardı.

Sıkıntısı ve sorunları olan bazı kimselerin; kendisine bile hayırı olmayan cincilere sığınarak yardım istemeleri, kurulan tuzaklara düşülmesine, ceplerinin boşalmasına, ve sıkıntılarının artmasına sebep olur. Yaratılmış bir varlıktan medet ummak, inanç yönünden önemli sakıncaları doğurur. Kur'ân bunu Allah'a şirk(ortak) koşma diye vasıflandırır ki, çok büyük bir günahtır. Her türlü yardım Yüce Allah'tan istenir. Fatiha 1/5 :« Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dilerim. » Nisa 4/116-117 de şöyle buyrulmaktadır : «Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez...Allah'a şirk koşan, dönüşü olmayan bir sapıklığa dalıp gitmiştir... Böyle yapanlar Allah'ı bırakıp kendine de hiçbir hayrı olmayan ŞEYTANA tapmış olurlar. »

ŞEYTANIN KÖTÜLÜĞÜNDEN ALLAH'A SIĞINIRIM

Nas Sûresi 114/1-6 : De ki: İnsanların Rabbine sığınırım. İnsanların yöneticisine, yönlendiricisine. İnsanların İlâhına. O sinsi, aldatıcı şeytanın kötülüğünden. O ki insanların göğüslerine vesvese verendir. Cinlerden de olur, insanlardan da.

Kur'ân-ı Kerîm'in en sonunda yer alan Nas (insanlar) Suresi ile bir evvelki Felâk Suresi birlikte inmiş ve ikisine birden Sığınıcı Sureler denmiştir. Hz. Peygamberimiz; bir rahatsızlık duyduğunda, her gece yatacağı zaman bu sûreleri üçer defa okuduğu bilinmektedir.

Ayette; cin ve insan şeytanları tarafından kulağa üflenen her türlü vesvese denilen kötü düşünce ve kuruntulardan korunmak için Allah'a sığınılması emredilmektedir. Cincilere umut bağlamak gafleti; ancak azabı, parasal kaybı ve mutsuzluğu getirir. İnsanların gönlü rahatlatılarak, sıkıntıları giderilerek, doğru yola iletecek yegane kudret Yüce Allah'tır. Rad 13/28 : «...Allah'ı anmakla gönüller huzura erer. »

YILDIZ VE BURÇ FALI

Yıldız ve burç falı uğraşısı olan astroloji; insanlardaki dini bilgi eksikliği, bilinmeyene ve geleceğe olan derin merakı nedeniyle, basında magazin haberleri olarak güncelliğini korumaktadır. Sayısını günümüzün teknolojisi ile bilmemizin mümkün olamayacağı kadar gök cisimlerinden oluşan gök, her devirde gizemini korumuş, Gildânîler gibi bazı eski toplumlarda da yıldızlara tapma şekline dönüşmüştür.

Yıldız ve burç falı inanışına göre; burçlardan (yıldız kümelerinden) ışın şeklinde çıkan kuvvetler, Yeryüzündeki insanların ve varlıkların tabiatını düzenlemekte, hayır ve şer onlardan kaynaklanmakta, bilinmeyen ve gelecekten haber alma da ancak yıldız falcılığı ile mümkün olmaktadır.

Astrolojiye (yıldız falına) inanılarak ona ümit bağlanmasını, dünya'daki olayların ve insanların geleceği ile ilgili netice çıkarılmasını, İslâmiyet kesin olarak onaylamaz. Astrolojinin varlığı ile ilgili hiçbir ayet de Kur'ân- Kerîm'de bulunmamaktadır. Evreni ve bütün varlıkları var eden, yöneten ve geleceği de bilen yalnız Yüce Allah'tır, yarattığı hiçbir varlığa da bu görevleri vermemiştir, yıldız falcılığı aldatmacadan başka birşey değildir.

GÖĞÜ BURÇLAR İLE SÜSLEDİK

15/16: Andolsun ki Biz, gökte burçlar (yıldız kümeleri) yaptık. Ve onu, bakıp görenler için süsledik.
71/15-16: Görmediniz mi Allah yedi göğü ahenkli bir bütün olarak nasıl yarattı? Ay'ı bunlar içinde bir ışık yaptı ve Güneş'i de kandil haline getirdi.
16/16 : Ve nice işaretler! Yıldızlarla da onlar (insanlar), yön ve yol doğrulturlar.

Yukardaki ayetlerden de anlaşıldığı gibi Kur'ân-ı Kerîm'de, pozitif bir ilim olan astronomi (gök bilimi) hakkında birçok bilgiler bulunmakta; yıldızlar, yıldız kümeleri (burçlar), Güneş, Ay gibi gök cisimlerinin özellikleri anlatılmakta, astronominin araştırılıp öğrenilmesi teşvik edilmektedir. Astroloji hakkında ise tek bir ayet bile bulunmamaktadır. Yıldız falı, burç falı gibi inanışları, vasıtasız bilgileri, bilinmeyeni ve geleceği konu alan astroloji, İslâmiyet ile bağdaşamaz. Bilinmeyen ve gelecekten haber verme insan tabiatının gök cisimlerinin etkisi ile oluştuğu iddiasında bulunma, Allah'a ortak koşma (şirk) tir.

İNSAN TABİATINI BURÇLAR MI OLUŞTURUR?

Burç; yıldızlar kümesi, topluluğu demektir. Gök yüzünü süsleyen yıldızlar, bir sistem içersinde birbirine yakın toplanarak burçları meydana getirmiştir. Güneş, bizim gök adamız Samanyolu'nu oluşturan yaklaşık 200 milyar yıldızdan biridir. Evrende 200 milyar bulunduğu tahmin edilen gök adaları da milyarlarca burç (yıldız kümeleri) ve yıldızdan teşekkül eder.

Yıldız ve burç falı (astroloji) ile uğraşanların konusu olan ve 12 burçtan meydana gelen Zodyak Takım Yıldızları, 360°lik bir kuşak üzerinde eşit aralıklarla serpiştirilmiştir. Her takım yıldız (burç) 30°lik bir kuşak parçasını doldurur. Burçlara sırasıyla : Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, ve Balık isimleri verilmiştir. Astronomik olarak, ilkbaharın başlangıcını teşkil eden 21 Mart tarihinde Güneş, Koç burcunun başında bulunur. Bu durumda Güneş'in Koç burcuna gireceği söylenir. Bundan bir ay sonra Güneş, Boğa burcuna geçer ve böylece 12 burcu dolaşır.

Batı Ülkelerinde astroloji ile uğraşanların temel görüşlerini, Batlamyus'un düşünceleri teşkil eder. Onlara göre gök cisimleri; dünya'daki insanların ve diğer varlıkların tabiat ve huylarını düzenlemektedir. Ayrı karakter ve özellikler ile yüklü her bir burçtan ışın şeklinde yayılan güçler, Yeryüzü'nde ki varlıkları etkisi altına alarak, kendi özelliklerini onlara yansıtır. Dünya Güneş ile birlikte akışı esnasında burçlardan çıkan kuvvetler, yeni doğmuş çocukları etkileyerek tabiatlarının oluşmasını sağlar. Artık o insan hayatı boyunca burçtan aldığı bu özellikleri taşır, bu nedenle ayni burçta doğan kimselerin huy ve karakterleri birbirine benzer.

Eski bir topluluk olan Kildânîler'e göre, evreni idare edenlerin yıldızlar olduğunu, hayır ve şer in de onlardan geldiğine inanıyorlardı. Kildânîler'in bir kolu olan Sabiîler'e göre ise, tanrıdan çıktığını kabul ettikleri gök cisimlerin canlı varlıklar olduğunu, tıpkı insanlar gibi nefis ve akıl sahibi bulunduklarını, Tanrının alt alemler (insanlar) üzerindeki yönetimini, bu gök cisimleri (felekler) aracılığı ile yaptığını kabul etmekteydiler. Hint astronomi bilginlerine göre yıldızların asıl niteliğinden değil, özelliklerinden hükümler çıkarmışlardı. Hacminin büyüklüğü ve mekânın yüksekliğinden dolayı Zühal (Satürn) yıldızını saadetin kaynağı saymışlar ve her türlü mutluluğun buradan geldiğini iddia etmişlerdi. ( Bkz. Divantaş İlmihal II. Say: 150 )

EVRENİ YARATAN VE YÖNETEN ALLAH'TIR

2/117 : Gökleri ve yeri güzelliklerle donatarak yaratan Allah'tır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece OL der, o da hemen oluverir.
2/107 : Bilmedin mi ki göklerin hükümranlığı, mülkiyeti ve yönetimi yalnız Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne bir koruyucu, ne de yardımcı vardır.

Yüce Allah; ilâhî kudreti, sonsuz ilmi ile evreni ve varlıkları yaratmış, yaşam öykülerini de ilâhî yasalara bağlayarak, olağanüstü bir düzen ile onları yönetmektedir. Tevbe 9/116: «Göklerin ve yerin mülk ve yönetimi Allah'ındır. Yaşatan da, öldüren de O'dur... » Yıldızlar, Güneş, Ay ve Yeryüzü'ndeki bütün varlıkların, yaratılışı ve yönetimi yalnız ve yalnız Allah'a aittir. Yaratılmış ve insanlar gibi sonlu olan yıldızların etkileyici, yönlendirici bir güçleri yoktur. Gök cisimlerinden ışın şeklinde gelen kuvvetlerin; insanların tabiatını oluşturacağına, hayır ve şer in onlardan kaynaklandığına inanmak, akıl ve mantık ile bağdaşamaz.

Cenâb-ı Allah, insanları dilediği şekilde yaratarak oluşturmakta, her benliğe doğuştan ve anne babanın genlerinden de kaynaklanan ayrı bir tabiat vermektedir. İnsanın bu özellikleri hayat boyu devam eder ki, bu da o insanın kaderidir. Yıldız falcılarının iddia ettikleri gibi, ayni burçta doğan insanların huy ve tabiatlarının birbirine benzemesi gerekirken, pek çoğunun ayrı ve zıt karakterde oldukları test edilmiştir. İnfitar 82/8: «Seni dileğince oluşturan Allah' tır.» Ayetten açık olarak anlaşıldığı gibi, insanları yaratan, tabiat ve huylarını düzenleyen Yüce Allah'tır. Yıldızlar dahil hiçbir varlığa yaratma, yönlendirme, etkileme görevi verilmemiştir. Cenâb-ı Allah'tan başkalarının insanları oluşturduğunu düşünmek şirk olur ki, bu da Allah katında çok büyük bir günahtır. İsra 17/22: «Allah'ın yanısıra ortak (şirk) oluşturma!...»

GELECEĞİ YALNIZ ALLAH BİLİR

27/65 : De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka hiç kimse gaybı (bilinmeyeni ve geleceği) bilmez...
6/59 : Gaybın anahtarı onun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olanı da bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez...

Gayb, his ve akıl ile bilinmeyen şey demektir. İnsanın geleceği, nerede öleceği ve kıyamet zamanına mutlak gayb denir ki, bu sır hiçbir yaratılana, Yüce Allah'ın sevgili kulları peygamberlere bile verilmemiştir.

Günümüzde yıldız ve burç falı, magazin habercilerinin üretimi ve desteği ile çok ilgi toplamaktadır. İnsanların dini bilgi eksikliğinden kaynaklanan boşluklar, bilinmeyene karşı büyük ilgi nedeni, olayın hep gündemde kalmasına sebep teşkil etmiştir. Oysa fal baktırarak gelecek hakkında bilgi aldıklarına inananlar, ancak zaman içinde gerçek ile karşılaşmaktadır. Yıldız ve burç falına değer verilerek, ona ümit bağlanılması, güvenilmesi İslâmiyet'e tamamiyle aykırıdır.

DİĞER FALCILIKLAR

5/90 : Ey iman edenler!... Fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.

Falcılık, çeşitli usuller ile bilinmeyenden haber verme, geleceğe ait olayları bilmeyi iddia etme esasına dayanır. Falcılar cinler gibi görünmeyen varlıklarla ilişki kurduklarını, bazı sırlara sahip olduklarını söyleyerek müşterilerini etkilerler. Kur'ân, falcılığa şiddetle karşı çıkmakta : Fal okları şeytan işi birer pisliktir. sözleri ile onları lânetlemektedir. Fal ve falcılığın çok çeşitli türleri vardır. Kahve falı, el içi falı, yıldız falı, iskambil kağıdı ile fal, tuz falı, kurşun dökme, Kur'ân ve kitap falı v.s.

İnsanlardaki dini bilgi eksikliği, bilinmeyene, geleceğe olan derin merak ve ilgi nedeni ile falcılık mesleği, eski toplumlardan beri devam etmiştir. Onlara inanarak fal baktıranlar, sıkıntılarına sıkıntı kattıkları gibi, sömürülmekten de kurtulamazlar. Görülmeyen duyular ötesi alem ile görülen duyular aleminin mutlak hakimi Yüce Allah'tır. Zümer 39/46 : «De ki, ey Allah'ım! Ey gökleri ve yeri yaratan, ey görülmeyeni ve görüleni bilen... »Yaratılan hiçbir varlık geleceği bilemez. Lukman 31/34 : «...Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez...»

Falcılar, kendilerine de hayrı olmayan zavallı kimselerdir. Eğer onlar bilinmeyeni ve geleceği bilselerdi şans oyunlarından zengin olurlar, onlara inanarak ümit bağlayan insanları da sömürmeye gerek görmezlerdi.

RUH-RUH ÇAĞIRMA

Ruh; Yüce Allah'ın dilemesi ile insana yansıyan ve ona hayat veren ilâhi bir kudret, Yaratıcı ile insan arasında ilâhi bir ceryandır. İnsan, madde yönü bedeni ile ölümlü, madde ötesi ruhu ile de ölümsüzdür. Ruh hakkında Kur'ân'da az bilgi verilmiştir. Ruh'un en büyük özelliği; bir cisme girdiği zaman ona hayat, hareket ve akıl vermesidir. İnsanlar öldükten sonra bütün özelliklerini taşıyan ruhları, gerçek sahibi olan Allah'ın huzuruna getirilir. Yaptıkları işlere göre ceza veya mükafat ile ödüllendirilen ruhlar, Kıyamet Günü'ne kadar dünyadakinden ayrı olan bir boyutta (alemde) kalırlar. Kıyametten sonra ise yeni bir beden kazanarak, sonsuza kadar yaşarlar.

Ruh çağırma olayı, çıkar amaçlı kandırma yapanların buldukları bir yöntemdir. Kur'ân-ı Kerîm'de : Ruh, Dünya'ya geri döner, insanlarla iletişim kurar. anlamında hiçbir ayet bulunmamaktadır.

RUH RAB'BİMİN EMRİNDENDİR

17/85 : Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki : Ruh, Rabbimin emrindendir. Ve size bunun ilminden az birşey verilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ruh hakkında az bilgi verilmiştir. İnsanın gerçeğini anlayamadığı, oluşmasını kavrayamadığı ilâhî bir güçtür.

«Ruh Rab'bimin emrindendir.» Ruh, beni yaratan, peygamberler göndererek bana ilâhî yasaları öğreten ve beni terbiye eden Rab'bimin katından bir emirdir. Ben kendimi ve Yüce Yaratan'ımı _ ruhun bendeki varlığı ile hisseder, duyar ve bilirim. Ruh ceryanı ile Cenâb- Allah'ın varlığını içinde hisseden büyük tasavvuf şairi Yunus Emre : «Bir ben var bende benden içeri» sözleri ile bu gerçeği ne kadar güzel yansıtmıştır.

«Size bunun ilminden az birşey verilmiştir.» Hakkında hiçbir şey bilmez değilim. Derinlemesine, hakikatine değil de ancak az bilgi sahibiyim. Ruhun hayat veren, hareket ettiren, akıl ile anlayış veren ilâhî bir güç olduğunu, nefs ile birlikte insanın kimliğini oluşturduğunu, Yaratıcı Kudret ile kul arasında ilâhî bir ceryan, bir iletişim olduğunu bilirim.

BEDENDEN SONRA RUHUN YARATILMASI

15/28-29 : ...Rabbin meleklere demişti ki : Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onun yaratılışını tamamladığım ve içine Ruh'umdan üflediğim zaman, onun için secdeye kapanın.
32/7-9 : ...İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir suyun özünden yaptı. Sonra ona bir biçim verdi, ona Kendi Ruh'undan üfledi. İşitme gücü, gözler, gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

İlk insan Hz. Adem'i toprak olarak şekillendirip tamamladıktan sonra, Yüce Allah ona Kendi Ruh'undan üfleyerek hayat vermiştir. «Ruh'umdan üfledim.» sözü : Emrimde bulunan ruhun ona girmesini ve onun vücudunda karar kılmasını emredeceğiz, anlamındadır. Hz.Adem'in neslini de; bir suyun özünden (sperm) yaptı ve ana rahminde şekillendirerek ona biçim verdi. Çocuklar, annelerinin karnında yaklaşık 4 ay büyüdükten sonra bir şekle girerler. İşte bu gelişmeden sonra ayetin işaret ettiği gibi, Yaratıcı Kudret onlara ruh verir. Çocukların ana karnında oynayarak hareket etmeleri,bu mucizevî olaydan sonra başlamaktadır. İlâhî bir güç olan ruh; girdiği cisimlere hayat, hareket ve akıl ile anlama gücü kazandırmaktadır.

RUH ALLAH'A DÖNDÜRÜLÜR

6/61-62 : ...Sonunda birinize ölüm geldi mi elçilerimiz onun canını alırlar... Öldükten sonra insanlar, gerçek sahibi olan Allah'a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O'nundur...
2/156 : ...Biz Allah içiniz ve sonunda O'na dönüp gideceğiz.

Yüce Allah insanları iki unsurdan yaratmıştır. Madde yönü ile beden ve madde ötesi tarafı ile ruhudur. Ölümlü olan beden kabire girerek görevini tamamlar ve ayrışarak toprakta kaybolur. Ölümsüz ruh ise gerçek sahibi Yüce Yaratıcı'sına geri döndürülerek, ayrı bir boyutta (alemde) huzurda toplanır. Kulun günah ve sevaplarına göre hüküm verilerek ödül veya ceza görür. Ruh, bedenden ayrı olduğu zamanlarını, Kıyamet Günü'ne kadar bu boyutta geçirir. Abese 80/21-22 : «...Sonra onu öldürüp kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu (yeni bir bedenle) tekrar diriltecektir.» Vakıa 56/35-38 de şöyle buyrulmaktadır :« Biz, cennete giren kadınları güzel bir biçimde, yeniden yaratmışızdır, onları bakire kıldık. Kocalarına sevgi ile düşkün ve ayni yaşta.»

Ayetlerden anlaşıldığı gibi insan ruhları; dünyaya geri dönemez, yaşayan hiçbir varlık ile ilişki kuramaz, Allah'ın hükmü ile dünyamızdan ayrı bir boyutta Yaratıcı Kudret'in denetiminde bulunur. Bu bilgiler ışığında Ruh çağırma olayının ne kadar asılsız ve kandırmaca olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

RUH ÇAĞIRMA

İnsanlardaki bilinmeyene ve gizliliğe olan tabii merakları ile dini kültürün zayıflığı, ruh çağırma celseleri tertipleyenlere kaynak olmaktadır. Duyular ötesi alem ile irtibat kurma iddiası ile yapılan bu gibi faaliyetler, sadece çıkar ve sömürü aracıdır.

Ruh çağırma celselerini, ipnotizmacı olan celse başkanı ile medyum (Ruhlarla insanlar arasında aracılık ettiğini ileri süren kimse) idare eder. İpnotize edilerek etki altına alınan medyum, trans haline (yarı uyku durumuna) girerek, insan ruhlarıyla sözde iletişim kurarlar. Celseyi idare edenler, telepati ile bir insanın düşündüklerini ve bazı geçmiş olaylarını algılama kabiliyetindedir. Medyumun aktardığı sözlerin bir bölümü doğru çıkması ile izleyenler çok etkilenirse de bir çoğu da yalanlarla doludur. Bazı ruh çağırma seanslarında; medyum ile iletişim kuranın, cinlerden olduğu zannedilmekle beraber bunun ilmî izahı yoktur. Onların da verdiği cevaplar da, doğrular kadar yalanlar da bulunmaktadır.

Tüm bu uğraşılar, çıkar amaçlı kandırmacalardır. Ölmüş insan ruhları, Allah katında ayrı bir boyutta bulunur ve hiçbir zaman dünyaya geri dönemez ve iletişim kuramazlar. Gayb (bilinmeyen ve gelecek) sırrı, hiçbir kimseye verilmemiştir. Yüce Yaratıcı'ya rağmen yaratılmış bir varlığa sığınıp ondan yardım dilemek şirktir ve Allah katında büyük bir günahtır.

REENKARNASYON

Fransızca bir kelime olan reenkarnasyon ölüm sonrasında ruhun başka bedenlerde yaşamını sürdürmesi inancıdır ki, bu görüşe İslâm literatüründe tenasüh denmektedir. Eski Hint, Mısır ve Yunan din ve kültüründe; ilkel bir inanış olan ruhun beden değiştirmesi küçük değişiklerle vardı. Bugün az da olsa bazı insanlarda reenkarnasyon düşüncesi devam etmektedir. Bu inanç şöyle özetlenebilir : «İnsanlar Dünyada; ayrı kabiliyet, ayrı olanak ve ayrı yaşam süreleri ile hayatlarını sürdüklerinden, eşitsizlik ve adaletsizliğe sebep olunmaktadır. Bunun giderilmesi için; insan ruhunun ölümden sonra birçok defa başka bedenlere girerek, olgunlaşması ve kemale ermesi sağlanır ki bu da reenkarnasyon olayı ile olmaktadır. Böylece Dünya yaşamındaki eşitsizlik giderilerek adalet sağlanmış olur.»

Reenkarnasyonun izah edilemeyen önemli tutarsızlıkları vardır. Devamlı beden değiştiren ruhun, ceza ve sevap sorumluluğu da ortadan kalkmış olur. Başka bir bedende sevap kazanabilirim. düşüncesi ile birçok kötü işler yapılabileceğinden, nefisler nasıl terbiye edilecektir? Önceki hayat hatırlanmadığından, kişisel kimlik olur mu? Kalıtım yoluyla anne-babadan geçen ruh ve beden özellikleri çocuklarda nasıl oluşacak? İşte reenkarnasyonda tüm bu soruların cevabı verilememektedir.

Bazı araştırmacılar; bilhassa Bakara ve Mümin Surelerindeki âyetleri örnek vererek, İslâmiyet'te reenkarnasyon olayı olduğunu iddia etmektedir. Oysa bu yasalar, yalnızca Dünya ve ahiret hayatı ile ilgili hükümleri kapsar. Kur'ân-ı Kerîm'de ruhun yeniden bedenlenmesi ile ilgili hiçbir hüküm olmadığı gibi, aksine önemli kanıtlar bulunmaktadır.

REENKARNASYONA KANIT GÖSTERİLEN AYETLER

2/28 : Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Siz ölüler idiniz, O sizi diriltti, sonra öldürecek ve yine diriltecektir, sonra da O'na döndürüleceksiniz.
40/11 : Dediler : Rabbimiz bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi (şu ateşten) çıkmak için bir yol var mıdır?

Reenkarnasyon (yeniden bedenlenmeyi) İslâmi yasalar ile bağdaştırmak isteyenler, yukardaki ayetleri kanıt olarak göstermektedir. Ayetlerden görüldüğü gibi her ölüm sonrasında ruh, başka bedenlere girmek suretiyle devrini tamamlayarak Dünya hayatında olgunlaşır ki bu olay ruhun kemale ermesine kadar devam eder. Şu halde Reenkarnasyon olayını Kur'ân-ı Kerîm'de tasdik etmektedir.

Oysa İslâm Din'i yeniden bedenlenmeyi kesin olarak kabul etmez. Yukardaki ayetler reenkarnasyonu değil, insanların dünya ve ahiret hayatındaki yaşamlarını ilgilendiren yasaları kapsamaktadır.

«Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti» ifadesi; insanlar dünya hayatına başlamadan önce ölü idiler, Yüce Allah ilk insan ve peygamber olan Hz.Adem'i topraktan, sonra ki insanları da bir suyun özünü (sperm) ana rahmine koyarak, onların vücutlarını güzelce tanzim ettikten sonra Kendi Ruh'undan üfleyerek yarattı. Böylece ruh vermek suretiyle onları diriltti ve hayata kavuşturdu. anlamındadır. Secde 32/7-9 :« O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı ve insanı da başlangıçta çamurdan(topraktan) yarattı. Sonra O, insanın neslini bayağı bir suyun özünden var etti ve ona Kendi Ruh'undan üfledi. Kulak, göz ve kalp verdi... »

«Sonra öldürecek ve yine diriltecektir.» Yüce Allah; Dünya'ya getirerek var ettiği her insanı, uygun gördüğü bir ömür ile yaşattıktan sonra vefat ettirmektedir. Enam 6/61-62 : «...Sonunda birinize ölüm geldi mi elçilerimiz onun canını alırlar... Öldükten sonra insanlar gerçek sahibi olan Allah'a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O'nundur...» Melekler vasıtasıyla ruh bedenden ayrılınca ölüm olayı oluyor. Beden sonlu ruh ise ölümsüzdür. İnsanın kişiliğini, kimliğini ve bütün özelliklerini temsil eden ruh, gerçek sahibi YüceYaratıcı'sına geri dönerek huzurda toplanır. O'nun hükmüne teslim edilir. Dünya'da iken yapmış olduğu işlere göre ceza veya ödül alır. Ruh bedenden ayrı olduğu zamanlarını, Cenâb-ı Allah'ın kararlaştırdığı bir boyutta (alemde) Kıyamet Günü'ne kadar geçirir. Abese 80/22 : «...Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir. » Nâziât 79/13-14 : «Oysa ki kıyâmet, sert bir komut sesinden ibarettir. Bir anda insanların hepsi uyanıp ortaya geliverir.» Kehf 18/48 de şöyle buyrulmaktadır : ... Sizi ilk defa yarattığımız gibi Bize geldiniz.

«Sonra da O'na döndürüleceksiniz. » Kıyamet Günü'nde bütün insanlar gerçek sahipleri olan Yüce Allah'a döndürülür. Dünya'da yaptıkları işlerin sevap ve günahları için Yüce Mahkeme alanında toplanırlar. İyilik ve güzellik sergileyenler cennete, kötü işler yapanlar da cehenneme gönderilir. Mümin 40/17 : «O gün herkese kazandığının karşılığı verilir. O gün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah hesabı çarçabuk görendir. »

«Rabbimiz bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin» Mümin 40/11 ayetinde sözü geçen ilk dirilme; dünya hayatında ki, ikinci dirilme ise ahirette ki dirilmedir. İlk öldürme ise dünya hayatına başlamadan önce ki, ikinci öldürme de dünya hayatının sonundaki öldürmedir. Kur'ân; yaşamamayı ölüm ile ifade etmektedir. Nahl 16/21 :« (Putlar, heykeller) Onlar diri değil ölüdürler...»

REENKARNASYONUN OLAMAYACAĞINA KANIT AYETLER

23/99-100 : Onlardan birine ölüm gelince; Rabbim, beni Dünya'ya geri gönderin ki o arkada bıraktığım yerde iyi işler yapayım. der. Hayır, bu kendi sözüdür. Dirilteceği güne kadar ötelerinde, geriye dönmekten alıkoyan bir berzah (engel) vardır.
6/27-28 : Onların, ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında; Keşke Dünya'ya geri gönderilseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık. dediklerini bir görsen. Hayır, daha önce gizledikleri onlara göründü. Eğer geri döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalancıdırlar.

Yukardaki ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de reenkarnasyon olmadığına ait kesin hükümler bulunmaktadır. Ruh; ana rahminde oluşan beden ile birlikte dünya hayatını sürdürür, kıyamet sonrasında da eskisine benzeyen yeni bir beden kazanarak sonsuza kadar bu beden ile yaşamını devam ettirir. Vakıa 56/35-38 : «Biz, cennete giren kadınları güzel bir biçimde, yeniden yaratmışızdır, onları bakire kıldık. Kocalarına sevgi ile düşkün ve ayni yaşta.»

Çarpık bir düşüncenin ürünü olan reenkarnasyon İslâmiyet ile bağdaşamaz. Kur'ân'ı Kerîm'de yeniden bedenlenme ile ilgili hiçbir ayet de bulunmamaktadır.














ÜNİVERSİTELER'DEN MEKTUPLAR

Sevgili Okuyucular,
"Kur'an'da Kadın" isimli çalışmamız, üniversitelerimize, halk kütüphanelerimize ve milletvekillerimize gönderilmiştir. Üniversitelerden gelen mektuplar bizi çok mutlu ettiğinden, bu ilim yuvası kuruluşlarımıza teşekkür etmek ve duygularımızı da sizlerle paylaşmak istedik.

Kitabımızın demirbaş kaydı yapılarak okuyucuların ve araştırmacıların istifadesine sunulduğu üniversite kütüphanelerinin listesi aşağıda sunulmuştur:

Saygılarımla
Mesut KAYNAK
06.02.2004

DEVLET ÜNİVERSİTELERİ
• Abant İzzet Baysal Üniversitesi - Bolu
• Adnan Menderes Üniversitesi - Aydın
• Afyon Kocatepe Üniversitesi - Afyon
• Akdeniz Üniversitesi - Antalya
• Anadolu Üniversitesi - Eskişehir
• Ankara Üniversitesi - Ankara
• Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Ankara
• Atatürk Üniversitesi - Erzurum
• Atatürk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dekanlığı - Erzurum
• Balıkesir Üniversitesi - Balıkesir
• Boğaziçi Üniversitesi - İstanbul
• Bozok Üniversitesi - Yozgat
• Celal Bayar Üniversitesi - Manisa
• Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Sivas
• Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi - Çanakkale
• Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Çanakkale
• Çukurova Üniversitesi - Adana
• Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Adana
• Dicle Üniversitesi - Diyarbakır
• Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Diyarbakır
• Dokuz Eylül Üniversitesi - İzmir
• Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - İzmir
• Dumlupınar Üniversitesi - Kütahya
• Ericyes Üniversitesi - Kayseri
• Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Kayseri
• Eskişehir Osmangazi Üniversitesi - Eskişehir
• Fırat Üniversitesi - Elazığ
• Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı- Elazığ
• Galatasaray Üniversitesi - İstanbul
• Gazi Üniversitesi - Ankara
• Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dekanlığı- Çorum
• Gaziantep Üniversitesi - Gaziantep
• Gaziosmanpaşa Üniversitesi - Tokat
• Hacettepe Üniversitesi - Ankara
• Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Şanlıurfa
• İnönü Üniversitesi - Malatya
• İnönü Üniversitesi Darende İlahiyat Fakültesi - Malatya
• İstanbul Üniversitesi - İstanbul
• İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü - Urla
• Karadeniz Teknik Üniversitesi - Trabzon
• Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Rize
• Kafkas Üniversitesi – Kars
• Kocaeli Üniversitesi - İzmit
• Marmara Üniversitesi - İstanbul
• Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - İstanbul
• Mersin Üniversitesi - Mersin
• Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi - İstanbul
• Mustafa Kemal Üniversitesi - Antakya
• Niğde Üniversitesi - Niğde
• Ondokuz Mayıs Üniversitesi - Samsun
• Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Samsun
• Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Eskişehir
• Pamukkale Üniversitesi - Denizli
• Sakarya Üniversitesi - Sakarya
• Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Sakarya
• Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Konya
• Süleyman Demirel Üniversitesi - Isparta
• Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Isparta
• Uludağ Üniversitesi - Bursa
• Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Bursa
• Yüzüncü Yıl Üniversitesi - Van
• Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı - Van

VAKIF ÜNİVERSİTELERİ
• Atılım Üniversitesi - Ankara
• Başkent Üniversitesi - Ankara
• Beykent Üniversitesi - İstanbul
• Bilkent Üniversitesi - Ankara
• Çankaya Üniversitesi - Ankara
• Doğuş Üniversitesi - İstanbul
• Fatih Üniversitesi - İstanbul
• Işık Üniversitesi - İstanbul
• İstanbul Kültür Üniversitesi - İstanbul
• İstanbul Ticaret Üniversitesi - İstanbul
• İzmir Ekonomi Üniversitesi - İzmir
• Kadir Has Üniversitesi- İstanbul
• Koç Üniversitesi - İstanbul
• Okan Üniversitesi - İstanbul
• Sabancı Üniversitesi - İstanbul
• Yaşar Üniversitesi - İzmir
• Yeditepe Üniversitesi - İstanbul

KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ
• Doğu Akdeniz Üniversitesi - Kıbrıs


MESUT KAYNAK

1929 yılında İzmir - Çeşme'de doğdu. Sırasıyla İzmir'deki Şehit Fethi Bey İlkokulu'nu, Tilkilik Ortaokulu'nu ve Atatürk Lisesi'ni bitirdi. Sonra İstanbul'da yeni ismi Mimar Sinan Üniversitesi olan Güzel Sanatlar Akademisi Y. Mimari Bölümünden 1956 yılında mezun oldu.

İstanbul Bayındırlık Müdürlüğünde bir müddet memuriyet yaptıktan sonra, serbest çalışarak birçok bina inşa etti. 1960 yılında evlendi ve bir kız evlada sahip oldu. Bugün iki torunu bulunmaktadır. 1999 yılında Mekke Şehrine giderek hac görevini yerine getirdi.

Yazar olarak ilk eseri olan Allah'ın Öğütleri'ni 1992 yılında tamamladı. Onu Allah'ın Sevdikleri izledi. Kur'ân'da Sevgi ise 1998 yılında 3 bin adet basılıp ihtiyaç sahiplerine ücretsiz olarak dağıtıldı. Bu kitap için İnternetde bir web sayfası (www.kurandasevgi.gen.tr) açılarak İnternet kullanıcılarının faydalanması sağlandı. Ayrıca Radikal Gazetesi; Kur'ân'da Sevgi'yi aralık 2000'de basarak, okuyucularına Ramazan ayı hediyesi olarak dağıttı. Kitabın ikinci, üçüncü ve dördüncü baskıları da yapılmıştır. Son eseri olan Kur'ân'da Kadın ise mart 2002 yılında basılarak, ücretsiz olarak okuyuculara sunuldu. Ayrıca Kur'ân'da Sevgi ile Kur'ân'da Kadın; yeni milletvekillerimize, Türkiye ve Kıbrıs'taki tüm üniversitelere ve bir kısım da halk kütüphanelerine gönderilerek okuyucuların istifadesine sunulmuştur.

İSTANBUL / Mart 2003







KAYNAKÇA

ELMALI'LI M. HAMDİ YAZIR
HAK DİNİ KUR'ÂN DİLİ - Türkçe mealli tefsiri, 1992, 10 cilt

PROF. DR. SÜLEYMAN ATEŞ
YÜCE KUR'ÂN'IN ÇAĞDAŞ TEFSİRİ - İst. 12 cilt

PROF. DR. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
KUR'ÂN'I KERÎM MEÂLİ - İst. 1993
KUR'ÂN'DAKİ İSLÂM - İst. 1993
İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI - İst. 2000
HAZRETİ FÂTIMA - İst. 1997
ASRISAADETİN BÜYÜK KADINLARI - İst. 1998

PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN
İSLÂM'DA KADIN ve AİLE - İst. 1995

PROF. DR. HÜSEYİN HATEMİ
İLÂHİ HİKMET'DE KADIN - İst. 2000

PROF. DR. ZEKERİYA BEYAZ
İSLÂM ve GİYİM KUŞAM - İst. Haziran 1999

PROF. DR. BEKİR TOPALOÇLU
İSLÂM'DA KADIN - İst. Nisan 1995

İLMİHAL I-II
DİVANTAŞ - İst. 2000

TÜRK DİL KURUMU
TÜRKÇE SÖZLÜK - Ankara 1998, 2 cilt

PROF. DR. MUHAMMED HAMİDULLAH
İSLÂM PEYGAMBERİ I-II İst. 1969

MUSA CARULLAH
HATUN - Ankara 1999

HARUN YAHYA
KURAN MUCİZELERİ - İst.2000

MESUT KAYNAK
KUR'ÂN'DA SEVGİ - İst.2000

DR. HALÛK NURBÂKİ
KUR'AN MUCİZELERİ - İst.1988

Hiç yorum yok: