Pazartesi, Ekim 13, 2008

Ali İhsan Tola Ağabeyle Nurlu HAYATI


Geçtiğimiz günlerde Barla turuna çıkmıştık. Yeni Asya Sosyal Tesislerinde Mehmet Kutlular ağabeyin sohbetiyle “Esma-ül Hüsna”nın sırlarını 24. Söz’de aramış, geriye nurlu anekdotlar bırakmıştık.

Barla’nın manevi havasından kabiliyetimiz nisbetinde istifade edip, Senirkent’te ikamet eden Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden olan Ali İhsan Tola ağabeyle görüşmeye karar verdik. Senirkent’e vardığımızda Tola Eczanesine uğrayarak Ali İhsan Ağabeyi ziyaret edip edemeyeceğimizi sorduk. Ali İhsan abi sadece rahatsız olduğu zamanlar kapıyı açmıyormuş. “Eğer 1-2 dk. İçerisinde kapıyı açmazsa fazla da ısrar etmeyin” cevabını aldık.

Ali İhsan ağabeyin evi sesten rahatsız olmayacağı bir yerde mütevazi bir görünüşe sahip… Eve vardığımızda kapı sonuna kadar açıktı. Ali İhsan ağabey evin sokağa bakan penceresinin kenarında oturuyordu. Bir şeyler yazıyordu(sonradan anladık ki Risale-i Nur yazıyormuş). Bizi görünce yazdığı kağıdı bir yere koymuş olacak ki hattını göremedik. Selamımızı verip içeri girdik. Kimsenin soru sormadığını görünce bir soruyla konuşturmak istedim. “Bediüzzaman hazretleriyle bire bir görüştünüz. Görüşmelerinizden bize tavsiye olarak aktarabileceğiniz hatıralarınız var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?” Diye sordum. Ali abinin sesini duyabilmek için yanına kadar gelmeniz ve pür dikkat dinlemeniz gerekiyor. Sorduğum soruyla çok muhatap olmuş ki hafif, celalli bir ifadeyle “Ne keyfiyetsiz bir soru… Hatıra! Hatıra! Hatıra!” şeklinde içlendikten sonra “Bediüzzaman’dan hatıra isteyen Risale-i Nur okusun. Bediüzzaman’ın en büyük hatırası Risale-i Nur’dur.” Şeklinde cevap verdi. Bir anda neye uğradığımı şaşırmış. Neler soracağımı düşünmeye başlamıştım. Sanki beynim bir anda durmuştu…

Kimseden ses çıkmayınca Ali ağabey devam etti “Risale-i Nur’da her meseleyi hallettiniz. Aklınıza takılan bir yer kalmadı. Hatıra mı istiyorsunuz?” şeklinde hafif ama celalli bir tepki daha verdi. Bizde bunun mümkün olmadığını belirttik. Bize “Bir mesele de takıldıysanız ona yardımcı oluyum” şeklinde mukabele etti. Hepimiz zihnimizde Risale-i Nur konularını taramaya koyulduk.

İlk soru babamdan geldi. “İmam-ı Mübin - Kitab-ı Mübin - Kur’an kitabı - Kainat kitabı tariflerini” açıklamasını istedi. Cevap birçok konuyu beraberinde getirmişti. Konudan konuya atlıyor, temaşa alemimizde yeni ufuklar açılıyordu. “Bir dut ağacı(evinin önünde duruyor)… Sana altmış fakülteyi bitirmiş desem, bana ne dersin?” şeklinde sordu(Sohbetimiz boyunca bütün soruları bana yöneltiyordu. Gerek en yakınında olmamdan, gerek de içlerinde en küçük yaşta bulunduğumdan dolayı olsa gerek). Sorulara pek cevap vermiyor, kendisinin cevaplamasını istediğimi belirtmek mahiyetinde kafamı öne eğiyordum. “Benim bulduğum altmış fakülte bunlar… ” diyerek ilave etti. Tam olarak yazamasam da mana itibariyle şöyle cevap verdi “Bakın, bir dut ağacı çamur yiyiyor, güneşten gelen ışığı emiyor, ayırıyor, sudan gelen mineralleri alıyor. Şeker gibi bir meyve veriyor. Şimdi, bunları ayrı ayrı alırken protonlarını, nötronlarını, elektronlarını birbirinden ayırıyor, kendisinin işine yarayacak atomlar haline getirmiyor mu? Şimdi desem ki, bu dut ağacı çok iyi bir Atom Mühendisidir. Ne dersin?”

Sohbet koyulaşmıştı. Ali İhsan abi ilmi bilgileri de vermeyi ihmal etmiyordu. “Tanımadığı insanların vücuduna göre yiyecek veriyor. O zaman Gıda Mühendisliği fakültesini de bitirmiş…” Daha yazamadığım birçok bölümü de beraberinde açıklamıştı. Kimya, biyoloji, fizik, jeoloji vs…

Tabiat risalesini adeta bir dut ağacına sıkıştırmıştı. “İşte, bu saydığım bütün olayları yapması için bunların programlanması gerekiyor. Yani çok iyi bir programcı gerekiyor… Bunların programlanması, yazılması, önceden belirlenmesi yani kader programı İmam-ı Mübin’dir. “Dünya da en iyi programın, en iyi tohumun insan tohumu olan sperm olduğunu belirterek, “kat kat büyülterek ancak görülen bir tohumda neler yazdığına bakın…” Şeklindeki cevabıyla Kainat kitabını okumaya ve okutturmaya başladı.
Diğer tarifleri de bir dut ağacı üzerinden verdikten sonra bana dönerek hangi Risaleleri bitirdiğimi sordu. Bende külliyatta belli bir sayıya ulaştığımı söylediğim de “tamam… en çok okuduğun yeri aç ve oku” diyerek karşılık verdi. Bir anda heyecanlanmıştım. Çünkü ne kadar basit görünen bir yeri de açsam, derin bir soruyla karşı karşıya kalabilirdim. Nitekim elime bir kitap aldımsa da okumaya vakit kalmadı. Çünkü bu esnada bir soru yöneltmiştim “Bediüzzaman’dan sonra bir zat gelmeyecek. Fakat “benden sonraki zat” diyerek sık sık tekrarlamasının hikmeti nedir?” Cevap olarak uzun bir açıklama veya en azından bir hatıra bekliyordum. Yalnız “Teşvik makamındadır kardeşim onlar. O büyük makama mazhar olmak için.” Demesi soruma cevap olmuştu.

Bu sefer Risale-i Nur eserlerinde Hatt-ı Kur’an’dan Latin harflerine geçişte hataların olup, olmadığını sorduk. Çünkü bazı neşriyatlarda bazı kelimeler değişiklik arz ediyordu. Soruyu üstüne alınmış olacak ki, kafasını bir müddet sağa sola salladıktan sonra “Hayır kardeşim. Ben on sene Hatt-ı Kur’an hizmetinde çalıştım. Bize temize çekilmesi için Risaleler gelir. Biz temize çeker, Üstada gönderir ve Üstad da eğer doğruysa tashih işaretini koyardı. Tashih işareti olmayanın bir keyfiyeti yoktur.” Şeklinde açıklamalar getirmişti.
Hatta bir keresinde Üstad, Hüsrev ağabeyin Risale-i Nur’da bir sayfanın yerini değiştirdiğini öğrenir… Bunu haber alınca Hüsrev ağabeyin evine giderler. Üstad, Hüsrev ağabeye misvağının yanında olmadığını söyleyerek Hüsrev ağabeyin misvağını ister. Hüsrev ağabey misvağını getirip Üstad’a verdiğinde Bediüzzaman Hazretleri “Benim misvağım olsaydı daha iyi olurdu kardeşim” der. Bunun üzerine Hüsrev ağabey hatasını anlayarak “Eyvah” der. Netice de risalenin Ali İhsan Tola ağabeylere gönderilmesiyle tekrar tashih edilmesi sağlanır.

Sohbet artık neşir hizmetinin serencamıyla süslenmişti. Risale-i Nur Külliyatını elli sefer yazdığını belirten Ali abi, risalenin bir yerinde bir harfin değiştiği takdirde bunu anlayacağını ifade etmişti. Bir yandan dinliyor, bir yandan da kütüphanesini incelemeye koyuluyordum. Her neşriyat vardı hemen hemen… Kütub-u Sitte, Ansiklopediler ve diğer birçok kitap… Tam bir araştırma merkeziydi. İslamiyetle ilgili her türlü bilginin alınabilecek kaynaklarını koymuş Ali ağabey.

Yakın tarihimizden bahis açılmıştı. İlk emrin “Oku!” olduğunu söylerken, bizde ilkokula başlayanlara “Oku-ma kitabı” verildiğinden, muallimlerin adının “Öğret-me-n” olarak değiştirildiğinden bahsetti. “Profesör” kelimesinin aslında “papaz” manasına geldiği, “dekan” kelimesinin “roman-katolik papaz”, “rektör” kelimesinin de “mıntıka papazı” anlamına geldiğine değindi. Bunların hepsine “üniversite” denilmesinin yanlış olduğu, İslamiyette bu yerlere “Dar’ül Fünun(fenlerin birleştiği yer)” kelimesinin ne kadar uygun olduğunu belirtti.

Osmanlıca Risale-i Nur’u hala yazdığını söylemişti. Zaten dikkatimizi çeken en önemli faktörde sürekli bir şeylerle meşgul olmasıydı. Dinlenme ihtiyacını başka bir faaliyetle yerine getiriyordu. Yanımızda bulunan vakıf abinin “Yazdığınız Risalelerden yanınızda varsa görebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna “Yayınlanınca görürsün!” cevabı simalarda tebessüme yol açtı. Hatta sohbetin bir yerinde “Kainatta kaç element var?” şeklinde yönelttiği soruya “bilinen en az 114″ diyerek cevap verdiğim sırada “Kur’an’da…” şeklinde başlayıp, “neyse 114 olsun” diyerek devam etmişti. Kur’an’da kaç element geçtiğini sormak aklımızdan geçti ama her şeyi keyfiyetle ölçtüğünden dolayı “Ne yapacaksınız?” sorusuyla muhatap olmaktan çekinmiştik. Zira her sorduğumuz soruya keyfiyet değerini vermeyi ihmal etmiyordu.

Sohbetimizin sonuna yaklaşmıştık. Anlatamadığım birçok soruya cevaplar almış, Senirkent’ten yavaş yavaş ayrılıyorduk. Mola verdiğimizde bir durum değerlenmesi yapıp, yorumlarda bulunduk.

Bir gün yolunuz Senirkent’ten geçerse, Ali İhsan Tola Ağabeyin hoş sohbetine katılmayı, tatlı simasını görmeyi ihmal etmeyin. Üstad’ın talebelerine uğrayacağınız zaman soracağınız soruları hazır tutmayı, hatta mümkünse imani bahislerden olmasına dikkat etmeyi ihmal etmeyin.

Hiç yorum yok: