Pazar, Eylül 07, 2008

Resûlullahın Vefatı

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s) Vefatı
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, hicretin onbirinci yılı, Safer ayının yirmiyedinci günü, mubârek başı ağrımağa başladı. Zevce-i mükerremesi hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” hazretlerinin odasına teşrîf buyurdu. Abdürrahmân bin Ebî Bekri çağırıp, kendilerinden sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfe seçilmesi için, vasıyyet yazdıracağını bildirip, hokka ve kalem getirmesini emr buyurdu. Abdürrahmân emrlerini yapmağa giderken (Sonra getirirsin, şimdi dursun!) buyurdu ve mescid-i şerîfe teşrîf eyledi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” haber alıp, mescide toplandılar. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” minbere çıkıp Eshâbına nasîhat verdi ve halâllaşdı. Sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın Eshâb arasındaki üstünlüğünü, kıymetini, kendisinden çok hoşnud olduğunu bildirdi. Birkaç gün sonra hastalık artdı. Ensâr-ı kirâm, ya’nî Medînenin yerli ehâlîsi çok üzüldü. Mescid-i şerîfin etrâfında pervâne gibi dolaşmağa başladılar. Hazret-i Abbâsın oğlu Fadl ile, Ebû Tâlibin oğlu olan hazret-i Alî bu hâli Resûlullaha haber verdi. Merhamet buyurarak, sıkıntıya katlanıp ve bu ikisi birer koltuğuna girip tekrâr mescid-i şerîfe getirdiler. Eshâb-ı kirâm mescidde toplandı. Hâtem-ül-enbiyâ hazretleri minbere çıkdı. Allahü teâlâya hamd ve senâ etdikden sonra, Ensâra dönüp, (Ey Eshâbım! Benim ölümümü düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir Peygamber, ümmeti arasında sonsuz kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım. Size nasîhatım olsun ki, Muhâcirlerin büyüklerine saygı gösteriniz) buyurdu. Sonra, (Ey Muhâcirler! Size de vasiyyetim şudur ki, Ensâra iyilik ediniz! Onlar size iyilik etdi. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu hâlde, sizi kendilerinden üstün tutdular. Mallarına sizi ortak etdiler. Her kim, Ensâr üzerine hâkim olur ise, onları gözetsin, kusûr edenleri olursa afv etsin) buyurdu. Sonra çok güzel, te’sîrli nasîhatlar edip, (Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında serbest bırakdı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi) dedi. Bu sözden yakında vefât edeceği anlaşılıyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bu sözün ne demek olduğunu anlayıp, canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! diyerek ağladı. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ona, sabr ve katlanmak lâzım geldiğini emr etdi. Mubârek gözlerinden yaş akıyordu. (Ey Eshâbım! Dîn-i İslâm yolunda sıdk ve ihlâs ile malını fedâ eden Ebû Bekrden çok râzıyım. Âhıret yolunda arkadaş edinmek elde olsaydı, Onu seçerdim) buyurdu. Sonra, Eshâb-ı kirâmdan mescid-i şerîfe kapıları açık olanların kapılarını kapatdı. Yalnız, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” kapısının eskisi gibi açık bırakılmasını emr eyledi. Yine lutf ederek söze başlayıp:
(Ey Muhâcirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin fâidesi yokdur. Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değişdirmeğe, irâdesinden üstün olmağa kalkışırsa, Onu kahr ve perîşan eder. Allahü teâlâya hîle etmek, Onu aldatmak istiyenin işleri bozulup, kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve rahîmim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun başıdır. Cennete girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın. Ey müslimânlar! Kâfir olmak, günâh işlemek, ni’metin değişmesine, rızkın azalmasına sebeb olur. İnsanlar, Allahü teâlânın emrlerine itâat ederse, hükûmet başkanları, âmirleri, vâlîleri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücûr, taşkınlık yapar, günâh işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayâtım, sizin için hayrlı olduğu gibi, ölümüm de hayrdır ve rahmetdir. Eğer bir kimseyi haksız yere döğmüş veyâ fenâ bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına, birinizden haksız birşey almış isem, geri istemesine râzıyım ve halâllaşmağa hâzırım. Çünki, dünyâ cezâsı, âhıret cezâsından pek hafîfdir. Buna katlanmak dahâ kolaydır) buyurdu. Minberden indi. Nemâzdan sonra tekrâr minbere çıkıp, vasiyyet ve nasîhatdan sonra (Sizi Allahü teâlâya ısmarladım) diyerek odasına teşrîf buyurdu. Hastalık zemânında, ezân okundukça, mescid-i şerîfe çıkar ve imâm olup, cemâ’at ile nemâzı kılardı. Vefâtına üç gün kala, hastalığı ağırlaşdı. Artık mescid-i şerîfe çıkamadıklarından (Ebû Bekre söyleyiniz! Eshâbıma nemâz kıldırsın) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullahın hayâtında müslimânlara imâm olarak, onyedi vakt nemâz kıldırdı. Cenâze işlerini hazret-i Alînin yapmasını emr buyurdu. Hastalıkdan önce, kendilerine gelmiş olan birkaç altını fakîrlere verip, birkaçını da, Âişeye “radıyallahü anhâ” vermişdi. Rebî’ul-evvelin onuncu Cumartesi günü, Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek hâl ve hâtırını sordu. Pazar günü yine gelip sordu ve Yemende Peygamber olduğunu söyleyen yalancı Esved-i Anesînin öldürüldüğünü haber verdi. Resûl-i ekrem de, Eshâbına bildirdi. Pazar günü, Resûlullahın hastalığı ağırlaşdı. Ordu kumandanı yapdığı Üsâme hazretleri gelmişdi. Resûlullah, dalgın yatıyordu. Üsâmeye birşey söylemedi. Fekat, mubârek kollarını kaldırıp, Onun üzerine sürdü. Ona düâ etdiği anlaşıldı. Pazartesi günü Eshâb-ı kirâm mescid-i şerîfde saf saf olup Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin arkasında sabâh nemâzını kılarlar iken, Fahr-i âlem hazretleri mescid-i şerîfe geldi. Ümmetinin saf saf olup ibâdet etdiklerini gördü. Sevinerek tebessüm buyurdu. Kendisi de hazret-i Ebû Bekre uyup, arkasında nemâz kıldı. Eshâb-ı kirâm Resûlullahı mescidde görünce, hastalık geçdi sanarak sevindiler. Resûl-i ekrem “sallallahüaleyhi ve sellem” ise hazret-i Âişenin odasına teşrîf buyurup yatdı. (Allahü teâlânın huzûruna, dünyâ malı bırakmadan gitmek isterim, yanında kalan altınları da, fakîrlere dağıt!) buyurdu. Sonra ateşi artdı. Bir müddet sonra, tekrâr gözlerini açıp, hazret-i Âişeye “radıyallahü teâlâ anhâ ve an Ebîhâ” altınları dağıtıp dağıtmadığını sordu. Dağıtacağını söyledi. Bunların hemen dağıtılmasını tekrâr tekrâr emr buyurdu. Hemen dağıtılıp, bildirilince, (Şimdi râhat etdim) buyurdu.
Üsâme “radıyallahü teâlâ anh” tekrâr geldi. (Allahü teâlâ yardımcın olsun! Haydi cenge git!) buyurdu. O da çıkıp ordusuna gitdi. Hemen, hareket emrini verdi.
O sâatde hastalık artdı. Muhterem ve çok sevdiği kızı FâtımatüzZehrâyı istedi. Kulağına bir şey söyledi. Hazret-i Fâtıma ağladı. Tekrâr birşey söyledi. O zemân güldü. Sonra anlaşıldı ki, önce (Ben öleceğim) buyurmuş. O da ağlamış. Sonra (Ehl-i beytimden, ilk önce, benim yanıma gelecek sensin!) buyurmuş. O da, bu müjdeye sevinip gülmüş.
O gün öğleden önce, Cebrâîl aleyhisselâm ve Azrâil aleyhisselâm, birlikde kapıya geldi. Cebrâîl aleyhisselâm içeri girdi. Azrâîl aleyhisselâmın kapıya geldiğini, içeri girmeğe izn beklediğini söyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” izn verdi. Azrâîl aleyhisselâm içeri girdi. Selâm verdi. Allahü teâlânın emrini bildirdi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâmın yüzüne bakdı. O da, yâ Resûlallah! Mele-i a’lâ sizi bekliyor dedi. Bunun üzerine, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Azrâîl! Gel, vazîfeni yap!) buyurdu. O da, Muhammed aleyhisselâmın mubârek rûhunu alıp, a’lâyı ılliyyîne ulaşdırdı.
Resûl-i ekremde mevt alâmetleri görülünce, Ümm-i Eymen“radıyallahü anhâ” hazretleri, oğlu Üsâmeye haber gönderdi. Üsâme ve Ömer Fârûk ve Ebû Ubeyde bu acı haberi alınca, ordudan ayrılıp, Mescid-i Nebevîye geldiler. Âişe-i Sıddîka ve diğer hâtunlar, ağlayınca, mescid-i şerîfdeki Eshâb-ı kirâm şaşırdı. Ne olduklarını anlıyamadılar. Beynlerinden vurulmuşa döndüler. Hazret-i Alî ölü gibi, hareketsiz kaldı. Hazret-i Osmânın dili tutuldu. Hazret-i Ebû Bekr, o anda evinde idi. Koşarak geldi. Hemen, hucre-i se’âdete girdi. Fahr-i âlemin yüzünü açdı. Vefât etmiş olduğunu gördü. Mubârek yüzü ve her yeri latîf, nazîf olarak, nûr gibi parlıyordu. Memâtın da, hayâtın gibi ne güzel yâ Resûlallah! diyerek, öpdü. Çok ağladı. Mubârek yüzünü örtdü. Evdekilere tesellî verdi. Mescid-i şerîfe geldi. Şaşırmış olan Eshâb-ı kirâma nasîhat verip, ortalığı düzene koydu. Böylece hepsi, Resûlullahın vefât etmiş olduğuna inandı. Bu esnâda Üsâme ordusundaki asker şehre girdi. Büreydet ibni Hasîb hazretleri, elindeki sancağı Resûlullahın kapısı önüne dikdi. Hüzn ve keder, Eshâb-ı kirâmın yüreğine bir zehrli hançer gibi saplandı. Gözler ağlar, göz yaşları çağlar, hasret ateşi, herkesin ciğerini dağlar idi.
Hazret-i Abbâs ile oğlu Fadl ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” ve evdekiler, göz yaşı dökerek, cenâze hizmetine başladılar. Hazret-i Ebû Bekr de, odanın kapısında durup, yanıp yakılmakda, hizmete nezâret etmekde idi. Lâkin yanmakla, ağlamakla iş bitmeyip, ümmetin işini görmek ve islâmiyyetin emrlerini yerine getirmek için bir baş, bir halîfe lâzım idi. O vakt, bu vazîfeyi yapmağa elverişli Ebû Bekr-i Sıddîk idi.
Hazret-i Abbâs ve Alî “radıyallahü anhümâ”, Resûlullaha dahâ yakındılar. Fekat, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, mağaradaki arkadaşı olan Ebû Bekri Eshâbının hepsinin üstünde tutardı. Hasta iken, Eshâbına vedâ’ etdiği gün, en çok Ebû Bekrden râzı olduğunu bildirmişdi. Mescid-i şerîfe açık olan kapıları hep kapatıp, yalnız Ebû Bekrin kapısını açık bırakdırdı. Vefâtına üç gün kala, Onu Eshâbına imâm yapdı. Dînin temel direği olan nemâzda, Onu hepsinin önüne geçirdi. Bunlar hep, Ebû Bekrin halîfe yapılmasına işâretlerdi.

Hiç yorum yok: