Çarşamba, Mayıs 14, 2008

Seyyîd Şeyh Muhammed Nâzım Adil el Kıbrısî el Hakkanî Hazretleri 1




بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ

MUKADDİME



Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla, lütfu hudutsuz, keremi sonsuz, inâyeti sınırsız, bizlere saâdet ve hidâyet bahşeden, yevm-i kıyâmetin Mâliki ve Melîki, servetlerin hakîki sahibi, merhamet edici, pek şefkatli, çeşit çeşit nîmetleri dâima bağışlayan, Cennet ve Cemâlini ikram ve ihsân eden, bilcümle âlemin hâlıkı, rezzâkı, izzet sahibi, her şeye galip, yaratan, yoktan var eden, dirilten, can bağışlayan, büyüklükte eşi benzeri olmayan, azâmet sahibi, Allahû Zül Celâli vel Kemâl Hazretlerine hamd ve senâ ederiz. Herkesin gözü O’nun rahmet ve merhametindedir.

T. c Ad.U

Kâinatın efendisi, hakîkat ufkunun batmayan güneşi, Hz. Muhammed (s.a.v), âlemin ebedî hükümdâr-ı mânevisi, en nâmdar hâkimi, hilkatin masdârı, kevneynin şeyhin şâhı, dâimisi, hayrü’l beşer, imam sakeleyn, Hâtemünnebiyyin ve Seyyidül mürselindir. Hakk ve tevhid akîdesinde en açık beyânda bulunan, itibarlı, iftihar edilen, örnek hayatıyla insan oğluna islâm yolunu, hidâyet ve sermedî saadeti gösteren, Rahman nâmına sohbet sofralarına çağıran, nebîlerin pâdişâhı, iki cihan serveri, hak dostlarının gözbebeği; Hz. Muhammed Mustafa’ya ve onun en yüksek derece sahibi ezvâc-ı tâhiratına, asil ehl-i beytine, muhteşem ashâbına ve emsalsiz etbâına salatû selâm olsun. Allah bizleri Resulünden ve evlâdı Resulden ayırmasın. İrfan sofralarına koşarak kalplerine irfan dolduran silsileti aliyyenin cümle evliyâsının makamları âli olsun. Âmin.

Hânedân-ı Ehl-i Beyti Mustafâ’yı sevmeyen

Esfel-i süfliyeye nâdân gelir nâdân gider





Müellifin Hal Tercemesi

Ey hakîkat yolcusu, ey Hak dostu,

Şunu iyi bilmek lâzımdır ki islamda en büyük esas; mevcudâtın en mükemmeli, onbeş asırdan beri rahmetiyle kâinatı nurlandıran varlığın Efendisi Hz. Muhamedi ve onun halîfesi olan evliyâullahı tanımaktır.

İlmini, irfânını, benliğini, bütün varlığını, mahbûbu hakîki olan Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem’de yok ederek, meş’alesini onun muhteşem nûrundan yakıp uyandıran, tasavvuf erbâbının arslanı, şeyhlerin pâdişâhı, takvâ sahiplerinin direği, evliyâların beyi, Hak yolunda yürüyenlerin kutbu, Şeyhimiz Efendimiz Seyyîd Şeyh Muhammed Nâzım Adil el Kıbrısî el Hakkanî Hazretleri’ (kadesallâhu sîrruhu)’nun adı, sanı, hâl ve şânı yirmibirinci yüzyıla en muhteşem, en nâdide mücevherlerle nakşolunmuştur. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhirdir. Büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı, büyük velîdir. Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen Nakşibendi sâdatı kirâmının kırkıncısıdır.

21 nisan 1922 Pazar günü (24 Şaban 1340) Kıbrıs, Larnaka’da daki Esleke kasabasında doğdu. Seyyiddir, peygamber Efendimizin pak neslinden gelir; hem hasanî hem hüseynîdir. Babasının adı Ahmed Adil Bey’dir. Baba tarafından ceddi evliyâların kutbu Gavsül âzâm Abdülkadir Geylânî Hz.’lerine dayanır. Fazîlet örneği olan dedesi Şeyh Hasan Yeşil Paşa Hz.’leri, Kadirî tarikatının şeyhi olup Hala sultan cânibinde olan tekkesinde kırk yıl hizmet vermiştir.

Muhterem vâlidesi Hatice Hanımefendi tarafından da soyu Mevlevîyyenin kurucusu Mevlâna Celâleddîni Rûmi’ye dayanır. Anne tarafından dedesi, kendisiyle aynı adı taşıyan Muhammed Nâzım Hz.’leri zamanının Mevlevî şeyhiydi, aynı zamanda edebiyatçı ve eşine ender rastlanan bir âlimdi, Osmanlı imparatorluğunda hattat olarak görev yapmıştı. Anne tarafından büyükannesinin adı Fatma hatundur ki çok takva ve vera sahibiydi.

Onun ilk hocaları yukarıda vasıflarını saymaya çalıştığımız Allah Resulünü kendisine rehber edinmiş bulunan her iki dedesiydi. Daha çocukluk döneminden itibaren fıkıh, hadis, tefsir, kelâm sohbetlerinin yapıldığı geniş bir ilmî muhite sahip olmuştu. Dedeleri, zamanlarının âlim ve fâdılları olan allâme şeyh idiler.

Dünya bahçesine gelir gelmez hak yolunda yürümeye başlayan bu güneş bakışlı çocuğun sâlih ve kıymetli bir zat olacağı alâmetleri yüzünden belliydi. Larnaka’daki çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zekâ, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi. Emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile meşhur olmuştu. Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olacağını söylerdi. Onun çocukluğu hiçbir çocuğun haline benzemiyordu.

Değerli annesi, beş yaşındaki Nâzım’ı aradığında, evlerinin yakınında bulunan türbede; Hicrî 647 yılında halîfe Hz. Osman zamanında Kıbrıs’ta şehîd olan Resullullah’ın halası Ümmül Hiram Bintu Melhan (ra.)’ın kabri başında ve onunla muhabbet ederken buluyordu. Bunu görüp hayretler vâdisine düşenler merak edip bir şey sorsa,

“Beni bırakın, kabirdeki ninemle görüşüyorum” diyordu.

Hak dostlarının gözünün nûru Nâzım efendi, çocukluk ve gençliğinin tamamını kültür, ilim ve terbiye ocaklarında geçirerek nice hakîkat cevherlerine mâlik oluyordu. Zaman ırmağı akarken İkinci Dünya Savaşının cihânı kasıp kavurduğu 1940 yılında Kıbrıs’ta liseyi bitirip üç ağabeyi ve bir kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a gitti. Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesinde kimya mühendisliği okuduğu sırada Nakşibendi şeyhlerinden büyük âlim Şeyh Cemâleddin el Lasunî Hz.’den arapça, fesâhat ve belâgat dersleri aldı, onun ilim ve irfan pınarlarından gönül kovasını doldurdu. Yüksek yaratılışı olan bu hak dostunun gözü, gönül ve mâneviyat ilminden başka bir şeyi görmüyordu, kimyâ tahsilini bırakacaktı. Ünivesitedeki profesörleri onun olağanüstü yeteneğini keşfettiklerinden devam etmesi için hayli ısrâr ettiler, o;

“Beni cezbeden modern ilimler değil mâneviyattır”

Diyerek reddetti. Kendisini mânevi yolda yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanarak hak ufuklarına yelken açtı. Ağır riyâzetler ve mücâhedeler çekti. Gerisini Şeyh Nâzım el Hakkânî Efendinin kendi anlattıklarından dinleyelim,

“Sabah namazlarını Sultanahmet câmisinde şeyhlerim Şeyh Cemâleddin el-Alâsunî ve Şeyh Süleyman Erzurumî ile beraber huşû içinde kılardım.[1] Beni irşâd edip mânevi olarak terbiye edip, bâtıni ilimleri öğreterek yetiştiriyorlardı. O zamanda beni Şâm-ı Şerife çağıran bir çok rüya gördüm zîra şeyhimden izinsiz gidemezdim. Rüyalarımda sürekli olarak, bütün âleme, vâsıtalı vâsıtasız feyz kaynağı olan Peygamber Efendimizin, beni huzuruna çağırdığını görüyordum. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimizin mübârek şehrine göç etmek için derin bir şevk vardı. Bu haldeyken bir zuhûrat hâsıl oldu, Şeyhim Süleyman Erzurumî Hz.’leri[2] gelip beni omzumdan salladı ve bana,

“Ey oğlum, iznin şimdi geldi. Senin sırların ve mânevi eğitimin bundan sonra benimle değil. Ben seni gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstânî Hazretlerine hâzır olana kadar emânet olarak tuttum, O pir senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul, Bu izin sana benden ve Peygamberimizden geliyor” dedi.

Zuhûrat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım. Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum, bana kollarını açıp:

“Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi.

Olan biten her şeyden haberdâr olduğunu anladım. Bana:

“Bekleme, hemen Şam’a doğru yola çık.” dedi.

Adres veyâ başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah Dağıstânî[3] demişti. İstanbul’dan Haleb’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgâl eden Fransızlar İngilizlerin hücûmuna hazırlanıyordu. Ben de Peygamberimizin sahâbesi Hâlid bin Velid’in türbesinin bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyâret edip camiye girdim ve namaz kıldım. Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi:

“Akşam rüyamda Peygamberimizi gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi. Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.”

“Bunları dinledikten sonra dâvetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humus’lu iki büyük âlimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu âlimler tecvid, tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun es-Sud ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki Nakşibedi şeyhinden de mânevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said es-Subâi idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce Trablus’a oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye karar verdim.”

Şeyh Nâzım Efendi, 1944 yılında otobüsle Trablus’a gitti. Otobüs onu limanda bıraktı. Orada bir yabancı idi ve kimseyi tanımıyordu. Limanda dolaşırken yolun diğer tarafından kendine doğru gelen birini gördü. Bu kişi Trablus müftüsü gönül ehlinden Şeyh Münir el Melik idi, âlim, zâhir ve bâtın ilimlerine vakıf ulemâdan olup, müracaat kaynağı bir abîd, aynı zamanda şehirdeki bütün tarikatların şeyhiydi. Yaklaştı ve şöyle dedi:

“Sen Şeyh Nazım mısın? Rüyamda Peygamberimizi gördüm, bana ‘Torunlarımdan biri Trablus’a geliyor’ dedi ve senin görünüşünü bana gösterdi. Bu bölgede seni aramamı ve seninle ilgilenmemi söyledi.”

“Şeyh Münir el Melik ile bir ay kaldım. Sonra Humus’a gitmemi ve oradan da Şam’a geçmemi sağladı. Şam’a 1945’te (Hicrî 1365) bir Cuma günü Hicrî yılbaşında vâsıl oldum. Şeyh Abdullah’ın, Peygamber ailesinden bir çok kişinin ve Bilâl Habeşî Hazretlerinin türbesinin bulunduğu Hayy el-Meydan bölgesinde yaşadığını biliyordum ve oraya gittim. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhûrat hâsıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhûrat bittiğinde sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı etraf bomboştu. Herkes korkuyor ve evinde saklanıyordu. Sokakta yalnızdım. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhûrat daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhûrat bittiğinde, o kapıyı bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh Efendi kapıyı açtı ve,

“Oğlum Nâzım Efendi, hoşgeldin,” dedi.

“Olağan dışı görünüşü beni hemen cezbetmişti. Daha önce hiç böyle bir şeyh görmemiştim. Yüzünden ve alnından nur akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden sıcaklık geliyordu. Beni yukarıya, odasına çıkardı ve ‘Seni bekliyorduk’ dedi. Kalbim onunla olmaktan çok mutluydu fakat Peygamber Efendimizin şehrini ziyâret etmeyi de çok istiyordum. Ona,

“Ne yapacağım?” diye sordum.

“Cevabını yarın vereceğim. Şimdilik dinlen” dedi.

“Bana akşam yemeği ikram etti. Yatsı namazını onunla kıldım ve uyudum. Sabaha karşı beni teheccüd namazı için uyandırdı. Daha önce hiç bu namazdaki kadar güç hissetmemiştim. Kendimi ilâhi huzurda hissettim. Kalbim giderek ona daha fazla bağlanıyordu. Sonra bir zuhûrat hâsıl oldu ve namaz kıldığımız yerden gökyüzünün Kabe’si olan Beyt-ül Mâmur’a merdivenle tırmandığımı gördüm. Her adım bir makam idi ve her makamda kalbime daha önce hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beyt-ül Mâmur’a varıncaya kadar kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya geliyor ve yükseldiğim her makamda kalbime veriliyordu. Orada, Peygamber Efendimizin imam olduğu,namaza durmuş 124 bin peygamberi gördüm. Onların arkasında safa durmuş Peygamberimizin 124 bin sahâbesini gördüm. Onların da arkasında, Nakşibendi tarikatının yedibinyedi evliyâsını gördüm. Sonra diğer tarikatların 124 bin evliyâsını saflar hâlinde namaza durmuş olarak gördüm. Hazreti Ebû Bekir’in hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük Şeyh Efendi, o boş yere gitti, beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık. Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz namazı kıldırırken kıraatının güzelliğini hiç bir kelime târif edemezdi çünkü bu ilâhi bir şeydi. Namaz bitince zuhûrat da sona erdi ve Şeyhim benden sabah namazı için ezân okumamı istedi. Sabah namazını kıldı, ben de arkasında kıldım. Dışarıdan iki ordunun da bomba sesleri duyuluyordu. Beni Nakşibendi tarikatına sülûk etti ve bana,

“Oğlum, bizde müridimizi bir saniyede kendi makamına ulaştıracak kuvvet vardır” dedi.

Bunu söyler söylemez gözleriyle kalbime baktı ve gözlerinin rengi sarıdan kırmızıya, sonra beyaza, sonra yeşile ve siyaha döndü. Her renge âit bilgi kalbime aktıkça gözlerinin rengi değişiyordu. İlk renk sarı idi ve kalp haliyle âlâkalı idi. İnsanların günlük hayatlarıyla ilgili gerekli bütün bilgileri kalbime döktü. Sonra Hazreti Ali’den gelen kırk tarikatın ilminden, sır makamından kalbime verdi ve kendimi bu tarikatlarda üstâd olarak buldum. Bu bilgileri aktarırken gözleri kırmızı idi. Sırrın Sırrı denilen üçüncü makam, sadece Hazreti Ebu Bekir’den gelen Nakşibendi tarikatının şeyhlerine izin verilen makamdı.

Bu makamdan kalbime verirken gözleri beyaz idi. Sonra beni gizli mânevi bilgilerin olduğu gizli makama çıkardı. O anda gözleri yeşile dönmüştü. Daha sonra beni hiç bir şeyin görünmediği en gizli makam olan “fenâ fillah” makamına götürdü. Bu arada gözlerinin rengi siyaha dönmüştü. Burada beni Allah’ın huzuruna çıkardı sonra geri varlığa getirdi. Ona olan muhabbetim o anda o kadar yoğundu ki, ondan ayrı kalmayı düşünemiyordum. Sonsuza kadar onunla beraber kalıp ona hizmet etmekten başka hiç bir şey istemiyordum. Sonra fırtına geldi ve sükûneti tehdit etti. İmtihan çok büyüktü. Bana,

“Oğlum, halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı verdim. Bugün Kıbrıs’a git”

Dediği an ümitsizliğe düşmüştüm. Ona ulaşmak için bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu. Bu benim için müthiş bir emir idi, fakat tarikatta, mürit şeyhinin arzusuna teslim olmalıydı. Ellerini ve ayaklarını öpüp izin aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek için bir yol bulmaya çalıştım. İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. Ulaşım yoktu. Sokakta bu düşüncelerle ilerlerken yanıma bir kişi geldi ve,

“Şeyh Efendi, vasıtaya ihtiyacınız var mı?” diye sordu.

“Evet! Nereye gidiyorsunuz?” dedim.

“Trablus’a” dedi. Beni tırına bindirdi ve iki gün sonra Trablus’a vardık. Oraya gelince,

“Beni limana götür” dedim.

“Niye?”

“Kıbrıs’a giden bir gemi bulmak için”

“Nasıl? Bu büyük savaşta kimse denizde seyahat etmiyor ki!”

“Boşver, sen beni oraya götür” dedim.

Beni limana götürüp bıraktı. Şeyh Münir el Malik’in bana doğru geldiğini görünce yine şaşırdım. Bana şunları söyledi,

“Büyük dedenin sana karşı nasıl bir sevgisi varmış! Peygamber Efendimiz yine rüyamda bana gelip Oğlum Nâzım geliyor, onunla ilgilen dedi.”

Onunla üç gün kaldım. Kıbrıs’a gitmem için bana yardım etmesini istedim. Denedi ama savaş ve yakıt eksikliği yüzünden mümkün olmuyordu. Kayıktan başka hiç bir şey bulamadı. Bana, “Gidebilirsin ama çok tehlikeli” dedi.

“Gitmeliyim, çünkü bu, şeyhimin emridir” dedim.

“Şeyh Münir, kayık sahibine beni Kıbrıs’a götürmesi için çok yüklü para verdi. Yola koyulduk, normalde dört saatte gidilen yolu yedi günde aldık. Kıbrıs’a adımımı atar atmaz kalbimde bir zuhûrat hâsıl oldu. Şeyhim Abdullah Dağıstanî Hazretlerini gördüm, bana şöyle dedi:

“Oğlum, hiçbir şey seni emirlerimi yerine getirmekten alıkoymadı. Dinleyip kabul etmekte çok başarılı oldun. Bu andan itibaren sana her zaman görüneceğim. Ne zaman kalbini bana doğrultsan ben orada olacağım. Ne zaman bir soru sorsan ilâhi huzurdan doğrudan cevabını alacaksın. Ulaşmak istediğin herhangi mânevi makam, tam teslimiyetin sayesinde sana verilecektir. Peygamber Efendimiz ve bütün evliyâlar senden memnundur.” Bunu söyler söylemez onu yanımda hissettim ve o zamandan beri, beni hiç terk etmedi, her zaman yanımdadır.”

Şeyh Nazım Efendi çileler tezgahında bir kumaş gibi dokunduktan, çilehânelerde ciğerler yaktıktan sonra, kemâl iklimine adım attı. Büyük insanların çilesi de büyük ve muhteşem oluyordu. Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk iş, camiye gidip arapça ezan okumak oldu. Bu hareketiyle dîni dünya çıkarlarına âlet edenlerin ve mezhepsizlerin iftira oklarına hedef oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalınca yine Lefkoşa büyük camisine gidip minâresinde ezân okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve âleyhine dava açtılar. Mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minârelerden ezan okuyordu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı. Avukatları ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat o velîler âleminin şâhı,

“Yapamam, insanların ezân-ıMuhammedîyi duyması lâzım.”

Diyordu. Mâlesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı ve Şeyh Nâzım, Kıbrıs Türk toplumunda yaşadığı için orada da dîni ibâdetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı. Davaların okunma günü gelmişti, eğer yargılanır ve suçlu bulunursa yüzyıl üzerinde hapisle cezâlandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları geldi: rahmetli Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti, ilk işi bütün camileri açıp arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu, Büyük Şeyh Efendinin bir kerâmeti olmuş ve Şeyh Nâzım bu sayede serbest bırakılmıştı. Şeyh Nâzım Efendi, hikmet hazînesi sultanûl evliyâ Şeyh Abdullah Dağistânî Hz.’lerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile Kıbrıs’ta islâmî eğitimi ve mânevi terbiyeyi yaymaya başladı. Bu mânevi feyz çeşmesinden her müslümanın kana kana içmesi için yarışıyor, Kıbrıs ve Anadoluda kısa sürede tanınıp gönüllerde Şeyh Nâzım olarak taht kuruyordu. Oradaki yılları esnasında Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tarikatı öğretti. Gönül güneşi bütün cihânı yakıyordu.

Nâzım Efendi; vefâ da Hazreti Ebu Bekir Sıddık’ı, adâlette Hazreti Ömer’i, hayâ da Hazreti Osman’ı, vilâyet-i kübrâda Hazreti Ali’yi hatırlatır, Resulullâha yakın ashâb-ı kiramdan birisi gibidir. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırır. Kendisi zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi ve mübârek bir zât olduğundan bu ışıkları gören bir çok insan Nakşibendi tarikatını kabul etti.

1952 yılında evliyâlar beldesi Şam’a döndü ve büyük şeyh Abdullah Dağistâni Hazretlerinin has mürîdesi Emine Adil Hanımefendiyle[1] evlendi. Bu izdivaçtan Nezihe Hanım, Şeyh Mehmed, Şeyh Bahauddin ve Rukiyye Hanım adında çok değerli beş evlâtları oldu. Hatice adlı kızları iki yaşındayken vefât etmiştir. Hâce Emine Sultan takvâ ehliydi, çok ibâdet ederdi, ilim ve irfân ile birlikte sohbetlerinin tadına doyum olmazdı. Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve sâfiyâne idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Mübârek gözleri mavi, yuvarlak yüzü nur parçası gibiydi, gönül sahipleri görünce, ona rûhen âşık olurlardı. Yıllarca dervişlere yaptığı hizmetlerin şânı dünya sınırlarını aştı.

Hakikatler pâdişahı Şeyh Nâzım Efendi, Şam’da yaşayıp her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyârete gidiyordu. Bir keresinde, Büyük Şeyh Efendi, Şam’dan Halebe yürüyerek gitmesini ve her köyde durup iman, tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istedi. Şam Halep arası yaklaşık 400 km. idi ve gidip gelmek bir yıldan fazlasını almıştı. Bir iki günlük yürüyüşten sonra bir köye varıyor, insanları eğitmek, Nakşibendi tarikatını yaymak ve zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek için tekrar yola koyuluyordu. Kısa zamanda, ismi Ürdün sınırından Türkiye sınırına kadar her ağızda söyleniyordu. Herkes onun anlaşılamayan meselleri îzah edebilen tesirli vaaz ve sohbetlerinde bulunmak için can atıyordu. Şöhreti her tarafa yayıldı. Niceleri onun gönül vadisinden hakîkat elmasları elde etti.

Aynı şekilde, Büyük Şeyh Efendi, Şeyh Nâzım’ın Kıbrıs’ı ve Anadoluyu baştan başa yürüyerek dolaşmasını istemişti. 1978’den beri bir köyden diğerine gidiyor, insanları islama çağırıp, dinsizlik ve maddeciliği bırakmalarını istiyordu. Hemen hemen Türkiye’nin her yerini ziyâret eden Şeyh Nâzım, dolaştığı bölgelerde, bir yerden diğer yere, bir camiden diğer camiye gidiyor, Allah kelâmını, mâneviyatı ve îman nurunu yayıyordu. Her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak Hacca giderdi, 33 ten fazla Hac yaptı. Gittiği her yerde halk tarafından olduğu kadar, resmî ve hükümet yetkilileri tarafından da hoş karşılanmıştır. Peygamberimizin tavsiye ettiği orta yolda yürüyüşü, hükümet ve islâmi gruplar arasında ince bir çizgi oluşturmasını sağlamaktadır. Sohbetlerinde herhangi bir nefsâni arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar girmemiştir. Sadece Hakyolunu savunur. Bu ise umum halkın kalplerine sükunet ve huzur getirmektedir. Dinden soranlara islâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmez.

1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başladı. Kıbrıs’tan Londra’ya genelde uçak ile gidip dönüşünü kara yoluyla yapmıştır. Hâlen her ülkeden, değişik inanç ve kültürden her çeşit insanla görüşmeye devam eder, insanlar huzurunda şehadet getirip tarikata girer ve ondan mânevi sırlar alırlar. Onu gören müslim veya gayri müslim mânevi nur ile nurlanmaya başlar, Allahü teâlâyı hatırlar, Allahü Teâlâ’nın rızasını kazanırlar. 1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyâret etmiştir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur.

1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve onbeş eyâlet dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüştür ve bunun neticesinde Kuzey Amerika’da Nakşibendi tarikatına ait 15 merkez açılmıştır. Çok iyi derecede ingilizce bildiğinden, batılıların meraklı sorularına akıl ve fikirleri şaşkına çevirecek cevaplar veriyor ve çoğunun islâmla şereflenmesine vesile olmuştur. İkinci ziyâretini 1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da o dönemde onbin kişi müslüman olup tarikata girmiştir. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücrâ, en kıtlık yerde o gelince nîmet dolar. Beraberinde seyahat edenler, tevâfuklara, tecellîlere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlar.

İlk halvetini ilk iki çocuğu var iken 1955’te Ürdün Süeyl’de Abdullah Dağıstânî Hazretlerinin emriyle yapmıştır. Halvette altı ay geçirip nefsin başını bir kalem gibi keserek onun dizginlerini eline almış ve gece gündüz hakkın zikriyle mumlar gibi yanmıştı. Kendi anlattıklarından dinleyelim:

“Abdullah Dağıstânî Hazretleri;

“Bağdat’ta Abdülkadir Geylânî Camisinde halvet yapman için Peygamber Efendimizden emir aldım. Oraya git ve altı ay halvete gir.”

Dedi, Şeyhime hiçbir soru sormadım. Eve bile uğramadan şehir merkezine doğru yürümeye başladım. Elbiseye, paraya veyâ erzağa ihtiyacım var diye hiç düşünmedim. Bana ‘Git’ deyince ben de gittim. Abdülkadir Hazretlerinin huzurunda halvet yapmayı çok istiyordum. Şehir merkezine ulaşınca bana bakan bir adam gördüm. Beni tanıyıp ‘Şeyh Nazım, nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Bağdat’a’ dedim. Bu kişi Büyük Şeyh Efendinin mürîdi idi. Bana ‘Ben de Bağdat’a gidiyorum’ dedi. Bağdat’a bir tır dolusu eşya götürüyordu. Beni de beraberinde götürdü.

Hiç yorum yok: