
ALLAH ve O’nun elçisi Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizi sevmek olgun imanın bir işareti olarak kabul edilmiştir. Enes b. Malik (R.A.)’den rivayete göre:
“Üç şey vardır ki; bunlar kimde bulunursa o şahıs, imanın tadını tadar: ALLAH ve Resûlünü herkesten fazla sevmek, sevdiğini ALLAH için sevmek, ALLAH kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman: 9, 14, İkrâh: 1; Müslim, İman: 67; Tirmizî, İman: 10; Nesâî, İman 3; İbn-i Mâce, Fiten: 23.) buyuran Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu sevgiyi gönlünde taşıyanların imanın tadını alacaklarını müjdelemektedir.
İnandım demenin ameli bazdaki aksiyonu bu hadis-i şeriftir. Kulun ALLAH’ı sevmesi, O’nu tanıması ve devamlı bir şekilde O’ndan korkması, kalbini O’nunla ve zikri ile meşgul etmesi ve kendini O’nun huzurunda bulundurmasıdır. Kulun Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi sevmesi: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sözüne, fiiline ve kendisine mahsus olmayan hallerine uymasıdır.
Her iki itibarla bu sevginin alâmeti şudur: Baktığı vakitte masivayı görmez, işittiği vakit de Hakk’ın nidasından başkasını işitmez, bela ve musibetler başına geldiği zaman üzülmez, beladan dolayı feryat etmez ve ALLAH’dan başkasından hiç korkmaz ve O’ndan başkasına bel bağlamaz.
Sevgi, iman gibi ortaklığı kabul etmeyen bir duygudur. Bu itibarla küfürle iman arasında münasebet olmadığı için, kişi, ciddi bir surette ALLAH ve Resûlüne daimi bir surette kalben ve ruhen alakadar olduğu takdirde gayrına bağlanması imkansız olur. Gayra bağlandığı takdirde ALLAH ve Resûlünün sevgisini kesmesi gerekir. Aksi takdirde ya imanı zayıflar ya da ALLAH korusun büsbütün imandan olur. Bunun misali Ashabı Kiramın hayatından anlaşılmaktadır. O’nun için Hz. Ebû Bekir (R.A.) şöyle buyurmuştur: ALLAH’ın saf sevgisinden kim tadarsa artık O’nun tatlılığından dolayı her şeyden yüz çevirir ve nefret eder. Müslümandan başka hiç bir kimseyle arkadaşlık edemez.
“Sevdiğini ALLAH için sevmek” bir anlamda sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. Hadis-i şerifte “imandan dönmek” ile “ateşe atılmak” arasında bir bağ kurulmuştur. Bu imanın cennette, küfrün cehennemde olduğu temel inancının bir yansımasıdır.
Kısacası: İmanın lezzetine varabilmek için ALLAH ve Resûlünü her şeyden fazla sevmek, karşılığını sadece yaratandan bekleyerek sevmek, küfre dönmeyi ölüm pahasına da olsa reddetmek, imanın hakiki lezzetinin sevgi ve fedakârlık yolundan geçtiğini bilmek, özsüz şekilciliğin ALLAH katında değerinin olmadığını bilmek, gerekir. İmanla tatlılık arasındaki münasebet ikisinin de lezzet verici olmalarıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz benzetme yoluyla eğitim örneğini sergilemiştir.
Yine sevginin önemini vurgulayan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Enes b. Malik (R.A.)’den rivayete göre:
“Canımı kudret elinde bulunduran ALLAH’a yemin olsun ki, sizden birinize ben ana-babasından, aile ve çocuklarından ve diğer bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kişi bana ve tebliğ ettiğim İslâm dini’ne tam anlamıyla iman etmemiştir.” (Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 69, 70, Nesei, İman: 19) buyurmuştur. Hz. Ömer (R.A.) bu hadis-i şerifi işitince:
- Ya Resûlellah! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin, dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
- Ya Ömer! Nefsinden de sevgili olmalıyım, buyurunca; Hz. Ömer (R.A.):
- Nefsimden de, diyerek durumu arz etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: - Ya Ömer! İşte şimdi oldu, cevabını verdi. (Buhari; Eyman: 2; No: 6257; 6/2445)
Görüldüğü gibi sevgide öncelik sırası ve en geçerli olanı ALLAH ve O’nun elçisine karşı beslenen sevgidir. Kur’an-ı Kerim’de ALLAH’ı sevmenin ön şartı olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize tabi olunması gerektiği bildirilmiştir: “Resûlüm ya Muhammed! De ki: Eğer ALLAH Teâlâ’yı kemâl-i hulus ile seviyorsanız, bana ittiba ediniz, uyunuz ki ALLAH Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin bağışlasın. ALLAH Teâlâ kullarını çok mağfiret edici ve çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran Sûresi: 31)
Bütün bunlar gösteriyor ki: ALLAH Teâlâ’yı seven ve ALLAH Teâlâ tarafından da sevilen ve günahları mağfiret olunan bir kul olabilmek için tek çare: Resûlullah (S.A.V.) Efendimize ittibadır, O’nu sevmek ve O’na itaat etmektir. Öyle değil mi ya... Bir devlet başkanına muhabbet ve itaatta bulunan bir kimse, O’nun elçisine, memuruna da itaat ve hürmette bulunur. Bunun aksine hareket etmek o devlet başkanına karşı da bir isyan değil midir? Artık bir insan nasıl olur da ALLAH Teâlâ’ya muhabbet iddiasında bulunduğu halde, O’nun gönderdiği Resûlüne isyan eder, O’na cephe alır. Binaenaleyh ALLAH’ın sevgisini iddia edip de Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sünnetine muhalefette bulunan kimse, bu iddiasında samimi değildir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi sevmek demek, O’nun sünnetine uymak ve O’nu hayata geçirmektir. Nitekim Enes b. Malik (R.A.)’den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Sünnetimi ihya eden beni sevmiş demektir. Beni seven ise cennet’te benimle beraberdir,” (Taberani, el-Mu’cemü’l-Evsat, 9/169, No: 9439) buyurmuştur. Yüce ALLAH’ın sevgisine, hoşnutluğuna ve bağışlamasına ermenin yegâne yolu, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yolundan gitmektir. ALLAH’ı hoşnûd etmek, O’nun Peygamberine uymak ve O’nu örnek almakla mümkündür. İmanın kemali ölçüsü Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi her şeyden daha fazla sevmektir. Günümüzdeki kokuşmuşluğun en büyük sebebi sünnete aykırı bir hayat yaşandığından dolayıdır. Sevginin ölçüsü lafızla değil yaşantı ile olmalıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi her şeyden üstün tutmak kamil imanın gereğidir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ittiba kurtuluşun anahtarıdır. Sevgi çoğu zaman şehvet sebebi ile meydana gelir. Ama aşktan mücerret olan sevgi şehvet olmaksızın meydana gelir. Buna göre sevgi tabi ve nefsani olur. Tabi sevgi üç kısma ayrılır. Yüceltme ve büyütme sevgisi ki evladın ana babasına olan sevgisi, şefkat ve merhamet sevgisi ki ana babanın çocuklarına olan sevgisi, menfaat sevgisi ki insanların birbirlerini bir şey için sevmeleri.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu üç itibarla kendi zatında bütün sevgileri toplamıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yüceliğini ve rütbesini, babadan, evlattan ve her iyilik yapandan daha fazla yüceltilmezse iman sahih olmaz ve gerçek Müslüman değildir. Binaenaleyh iman şer’i muhabbeti gerektirir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisi her şeyden daha üstün olmayı gerektirir. Çünkü O insanlığı dalaletten hidayete erdirmiştir. Bu böyle bilinmelidir. Bu özet açıklamadan da anlaşılacağı gibi muhabbet, ruhun kendisinden lezzet duyduğu bir şeye meyletmesidir. Anlaşılıyor ki, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in öngördüğü bu sevgi, Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimize karşı olan inancın sosyal hayatımıza yansımasıdır. Zira tarih boyunca milletimiz O’na derin bir hürmet ve sevgi beslemiştir.
Gerçekten Anadolu insanının okumuşunda, okumamışında, gencinde, yaşlısında, kadınında ve erkeğinde Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bir imajını görmek mümkündür. O’nu kendi hayatlarına, düşüncelerine, kültürlerine, davranışlarına ve çevrelerine yansıtmışlardır.
Şanlı tarihimizi ve kültürümüzü zenginleştiren bu örneklerden birkaç tanesine işaret etmekte yarar vardır:
1- Ne zaman ve nerede olursa olsun O’nun ismi anıldığında, bizim geleneğimizde salât ve selâm getirilerek sözlü, sağ el kalbin üzerine götürülmek sûretiyle O’na olan kalbî bağlılığımız ifâde edilmektedir.
2- Bizim milletimizde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz sevgisi öyle önemsenmektedir ki dualarda hep O’nun şefâati talep edilmektedir. Hatta birine öfke duyulduğu zaman, “Peygamber şefâatinden mahrum kalasın!” denilmesi bile bunun ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir.
3- Anadolu insanı Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimize olan sevgisinden ve bağlılığından dolayı çocuklarına O’nu hatırlatacak isimler vermektedir. Erkek çocuklarına Mehmet, Ahmet ve Mustafa gibi isimleri tercih ediyorlar. Bu hususta bir inceliği de dikkate alarak ‘’Muhammed’’ ismini verecek olursa ağzından çıkabilecek bir hatalı ifadeden dolayı Peygambere saygısızlık olmasın diye daha çok “Mehmet” olarak isimlendirmeyi uygun görmüşlerdir. Bu duygu ve hasret, kız çocukları için de geçerlidir. Bilindiği gibi “gül” ve kokusu Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin teninden hasıl olduğu söylenmekte, bu nedenle gül motifi O’nun bir simgesi olarak kabul edilmiş, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz güle benzetildiği için edebiyatımızda gül motifi çok kullanılmıştır. Fuzûlî’nin ifâdeleriyle: Bahçıvan ne kadar uğraşırsa uğraşsın O’nun gibi bir gül yetiştiremeyecektir. Ancak bizim insanımız çocuklarına isim verirken içinde gül geçen isimlerin tercih edilmesi de bundan dolayıdır. Gülnûr, Gülbû, Gülşen, Gülendâm v.s.
Mahallemizde kapıcılar var. Onların hanımları aralarında konuşuyorlardı. Çoğunun kızlarının adı Gül, Güldane, Gülser, Gülseren veya Güllü gibi bir isimle başlamaktadır. Sordum:
- Nerelisiniz?
- Çankırılı, Çorumlu, Sivaslı, Kırşehirli, Yozgatlı, Erzincanlı gibi Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden olduklarını söylediler. Dedim ki:
- Sizin köylerinizde Gül pek fazla değildir. Neden çocuklarınıza hep Gül adını veriyorsunuz? Yoksa Gül’e olan hasretinizi mi böyle ifade ediyorsunuz. Hanımlardan en yaşlısı tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
- Yok bey yok. Gül, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin remzidir. Gül, O’nun sembolüdür, simgesidir. Biz çocuklarımıza Gül adını vermekle Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin adını veriyoruz.
Onları öpüp koklamakla Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi koklamış oluyoruz. Belki bu kadın okur-yazar bile değildir. Ancak O’nun gönlünden gelen bu cevap, bir kültürü ve sevgiyi canlandırmakta, ayrıca Yunus’un asırlar öncesi söylediği şu dörtlüğü hatırlatmaktadır:
“Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefaat eyle kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed”
Ve Ali Ulvi KURUCU hocaefendi:
“Gönlüm sana âşık, sana hayrandır efendim.
Bir ben değil, âlem sana kurbandır efendim.”
Canım kurban olsun Senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed”
Süleyman Çelebi Mevlid-i Nebî’sinde:
“Ey gönüller derdinin dermanı Sen,
Ey yaratılmışların Sultanı Sen.”
Merhum Necip Fazıl:
“Müjdecim, kurtarıcım, efendim Peygamberim,
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim,” demektedir.
Bilindiği üzere yüce dinimiz vatan, hürriyet, cihad ve şehitlik gibi konulara önem vermektedir. Bunları korumaya çalışan bir milletin ordusunun fertlerine, adeta Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz gözüyle bakılmasından dolayı “Küçük ve sevimli Muhammed” manasına gelen “Mehmetçik” ismi verilmiştir. O’nun mensup olduğu askerlik mesleği ile icra ettiği görev ve hizmetinin önemini vurgulamak için de, “Peygamber Ocağı” denmiştir.
5- Yavuz Sultan Selim tarafından bazı mukaddes emanetlerin Topkapı Sarayı’na nakledilerek burada muhafaza edilmesi, milletimize ayrı bir haz ve heyecan vermiştir. Yüzyıllar boyunca bu mukaddes emanetin bulunduğu dairede gece ve gündüz ara verilmeksizin Kur’an-ı Kerim okunması teamül haline getirilmiştir. Diğer yandan her yıl Ramazan ayında binlerce insan Hırka-i Şerif Camii’ni ziyaret ederek O’na karşı olan sevgi ve hasretini gidermektedir.
6- Asırlar boyunca Osmanlı sultanları Hicaz bölgesine hizmet ederek Mekke ve Medine halkını maddî yönden desteklemişlerdir. Ayrıca “Haremeyn”i korumayı, bakım ve onarımını yapmayı dinî ve hayrî bir görev telakki etmişlerdir. Her yıl üç aylar girdiğinde Anadolu insanının katkısıyla, Kudüs, Medine ve Mekke’deki Müslümanlara ulaştırılmak üzere para, kumaş vs. kıymetli eşya gönderilirdi. Buna “Sürre”’ denmekteydi. Bu tür yardım götüren özel birliklere de “Sürre Alayları” denirdi. Bu uygulama da Anadolu insanının Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize duyduğu sevginin güzel bir örneğidir.
7- Hâlen devam etmekte olan bir başka husus da Anadolumuzun hemen hemen her tarafında kız isteme sırasında “ALLAH’ın emri ve Peygamberin kavli...” ile söze başlanması Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan bağlılığın bir başka tezahürüdür.
8- Kültürümüzde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz sevgisinin şeklen de olsa çok önemli göstergelerinden biri de hemen her vesileyle hayatımızın belli başlı noktalarında O’nun doğumu üzerine yazılmış olan mevlid manzumelerinin okunduğu mevlid merasimleri tertip etmektir.
Anadolu’da yerleşmiş bir mevlid kültürü vardır. Doğum, ölüm, sünnet, nişan, düğün, kandil, hacı uğurlama ve karşılama gibi akla gelebilecek birçok tören sırasında mevlid okunmaktadır. Bu geleneğin Osmanlılar döneminde de “MevIid AIayı” şeklinde resmi bir merasim halini aldığını görmekteyiz. Her yıl Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin doğum gününe rastlayan Rebiu’l-evvel ayının onikinci gününde Sultan Ahmet Camii’nde bir merasim yapılırdı. Burada devlet erkânı ve müderrisler protokol sırasına göre, Vezirler, Yeniçeri Ağası, Defterdar, Reisü’l-Küttap, Kapıcıbaşı Ağalar... otururlardı. Daha sonra ferace giymiş Padişah, alay eşliğinde camiye götürülürdü. Padişahı Yeniçeri ve Kapıcıbaşı Ağaları selâmladıktan sonra yerlerini alırlardı. Milletimizin asırlar boyunca sahiplendiği bu mevlid kültürü, günümüzde de millî birlik ve beraberliğimizi korumada önemli bir yer tutmaktadır. Bugüne kadar Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan sevgi, aşk ve hasretlerini “Na’t”lar halinde dile getirmek üzere yüzlerce mevlid metni yazılmıştır. Fakat bunların arasında Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlidin müstesna bir yeri vardır. Merhaba bahrinden alınan şu mısralarda, bir yandan Resûlullah (S.A.V.) Efendimize dünyayı şereflendirmelerinden dolayı hoş geldiniz denilmekte, diğer yandan da âsi, günahkâr, çaresiz ve zor durumda kalan bütün ümmet için bir kurtarıcı olduğu müjdelenmektedir:
“Merhaba ey âsi ümmet melceî
Merhaba ey çaresizler eşfeî
Ey cemali gül yüzü bedr-i münir
Ey kamu düşmüşlere sen destgir”
9- Hacc yapmak insanımızın en çok arzuladığı bir ibadet olduğu gibi Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret edip orada kırk vakit namaz kılmak da bunun yanında gelmektedir. Ancak buna imkân bulamayanlar, ne zaman hacca ve umreye giden bir yakınlarını veya tanıdıklarını görseler Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize selâm göndermeyi ihmâl etmezler.
Şairler, aşıklar ve edipler, fizikî ve coğrafî anlamda uzak olsalar bile, Anadolu insanı ile Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ve O’nun kabrinin bulunduğu Medine şehri arasında bir sevgi köprüsü kurmuşlardır. Öyle ki, O’na ulaştırılmak üzere esen rüzgârlar ve akan sularla selâm, hasret, ta’zim ve sevgilerini göndermişlerdir. Şu şiir bunu ne güzel dile getirmiştir: “Ey bâd-ı saba, uğrarsa yolun semt-i Haremeyne,
Ta’zimimi arz eyle, Resûlü’s-sekaleyne.
Şahidim arz-u sema’dır, bütün ecramîle,
Aşıkım, sıdk ile ben, Hazret-i şâh-ı Rusüle.
Yansa da kalbim bu hasret ile,
Takati yok dilimin halimi takrire bile.
Ey bâd-ı saba, uğrarsa yolun semt-i Haremeyne,
Selâmını arz eyle Resûlü’s-sekaleyne!” (Sadeleştirilmiş şekli şöyledir: “Ey gün doğusundan esen rüzgar, Mekke ve Medine tarafına yolun düşerse, insanların ve cinlerin Peygamberi Muhammed Mustafa’ya saygımı arzeyle. Yer ve gök her şeyi ile şahidimdir ki, ben samimi olarak Peygamberlerin şahı Hz. Muhammed’e aşıkım. Kalbim bu hasret ile yansa bile, halimi dilimin anlatmaya gücü yoktur. Ey gün doğusundan esen rüzgar, Mekke ve Medine’ye yolun uğrarsa insanların ve cinlerin Peygamberi Muhammed Mustafa’ya selâmımı arzeyle.”)
Fuzuli de ‘Su Kasidesi’nde Fırat ve Dicle’nin aktığı istikameti, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin istikameti olarak değerlendirerek bu iki nehrin başlarını taştan taşa vurup o yöne doğru yol almalarını Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ulaşmanın çırpınışları olarak değerlendirmektedir:
“Ravza-i kûyına her dem durmayıp eyler güzar âşık olmuş galiba ol serv-i hoş-reftare su.
Hak-i payine yetem der ömürlerdir muttasıl başını taştan taşa urur gezer avâre su.”
Numune-i imtisal olması bakımından şair Nabi’nin Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi ziyaretini buraya alıyoruz. Bir atıfet olarak zamanının paşalarından biri şair Nabi’yi hacca götürür. Sıra Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi ziyarete gelir.
Deve üzerindeki mahfilin bir tarafında Paşa, diğer tarafında Nâbi bulunmaktadır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabr-i şerifleri olan Kubbe-i Hadrâ görülmeye başladığı sırada Nâbi hürmet ve edebinden, kendini o makamı ziyarete layık görememekten gelen mahcubiyetten ne yapacağını şaşırmıştır. Paşa ise uykusu gelmiş, dalgın ve ayağını uzatmış bir halde adeta nereye geldiğinin farkında değildir. Nâbinin dudaklarından gayr-i ihtiyari:
“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdadır bu.
Nazargâh-ı İlahidir, makam-ı Mustafa’dır bu.
Müraat-ı edep şartı ile gir, Nâbi bu dergâha.
Metaf-ı Kudsiyandır büsegâh-ı Enbiyadır bu.” mısraları dökülür. Paşa her zamanki tavrıyla:
- Ne o Nâbî! Gene bir varidat mı var? Deyince, Nâbi:
- Evet paşam! Makam-ı Muallâ’ya yaklaştık. Kubbe-i Hadra görünüyor. Birden içime bu doğdu, diye mısraları tekrarladı
Paşa ile hürmeten derhal deveden inerek yaya olarak yol almaya başladılar. Dinlediği mısralardan, oldukça duygulanan paşa, Nâbî’den mısraları tekrar okumasını rica eder. Nâbi mısraları tekrar ederken karşılarındaki bir minareden fecir vakti aynı mısraların tatlı nâmelerle yayıldığını işitirler. Kulaklarına inanamayan Nâbi:
- Aman paşam! Ne oluyor? Bu nasıl bir iştir? Şu minareden duyulan mısralar az evvel benim kalbime ilham edildi ve ben onu sizden başkasına okumadım. Sizde işitiyorsunuz değil mi? der. Paşaya daha fazla tahammül edemeyeceğini söyleyen Nâbi işin aslını öğrenmek üzere mü-ezzinin yanına koşar ve :
- Siz Türkçe biliyor musunuz? Diye sorar.
- Hayır
- Peki söylediğiniz mısraları nereden öğrendiniz?
- Başımı da alsalar bu söylenmez.
- Yahu! Biraz evvel bunu ben söyledim. Baktım sen de söylüyor-sun. Hayret ve şaşkınlık içindeyim.
- Siz Nâbi misiniz?
- Evet!
Bu cevabı alan müezzinin gözleri yaşarır, eğilerek Nâbî’nin elini öpmek ister. Nâbî’nin hayreti bir kat daha artar. Nihayet müezzin, Nâbi’yi meraktan kurtarır ve şöyle der:
- Rüyamda Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi gördüm. Bana: “Nâbî geliyor, çık ve minareden O’nun şu sözleriyle, O’nu karşıla ve selâmla,” diye emrettiler. Ben de bu emir üzerine bu şiiri okudum.
Şu beyit ise Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisini zirveye taşıyarak O’nun muhabbetten yaratıldığını ve kaynağını O’ndan almayan bir sevginin değeri olmadığını çok veciz bir şekilde açıklamaktadır:
“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?” Orta Asya’dan beri gelen yazılı ve sözlü dinî edebiyatımızda eserlere başlanırken ALLAH’a hamdden sonra O’nun Resûlüne salât u selâm getirilmesi sadedinde na’t-ı şerîflerin yer alması da âdeta üzerinde ittifâk edilen bir başka husustur. Asırlar boyu süren bu na’t-ı şerîf geleneği şâirlerimizin büyük ekseriyetinin divanlarında önemli yer tutmaktadır. Hattâ içinde sadece na’tlar bulunan müstakil divanları bulunan şâirlerimiz pek çoktur.
Bütün bunlar milletimizin Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan sevgisinin her vesileyle ifade edildiğinin birer işaretleridir.
Sevgi, aşk, muhabbet gibi kelimeler, tek başlarına bile, duyulduklarında insanların yüzlerini güldüren; gönüllerine ferahlık veren ve onları hayata bağlayan sanki sihirli sözcüklerdir. Bir de bu kelimelerin insanların en değerli varlıkları ile birlikte anıldıklarını düşünelim. İşte o zaman hissedilen duyguların coşkunluğunu ifade etmekte kelimelerin yeterli olamayacağını herkes bilmektedir. ALLAH sevgisi; Peygamber sevgisi; vatan, millet, bayrak sevgisi; anne ve baba sevgisi; kardeş sevgisi vb. duygular, çocukluğumuzdan itibaren hepimizin gönüllerinde yeşermesi ve gelişmesi için büyüklerimizin öğretmeye çalıştığı güzelliklerin ba-şında gelmektedir.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz ve O’na duyulan sevgi, Müslüman şâirler için en önemli ilham kaynaklarından birisi olmuş; şâirlerimiz O’nun hayatının her safhasını şiir diliyle anlatmış ve ona olan sevgilerini dile getirmişlerdir. ALLAH Resûlünün sağlığında, Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha, Ka’b b. Züheyr gibi şâir sahabelerin şiirleriyle başlayan mümin gönüllerde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisini canlandırma gayreti, Türk Edebiyatı’nda Ahmet Yesevî, Mevlâna, Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Fuzulî, Baki, Nabî, Şeyh Galip vb. isimlerini sayamayacağımız kadar çok şairimizin yazdıkları na’t, mevlit, gibi örneklerle devam ettirilmiştir. Yunus Emre ona olan sevgisini:
“Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasib eylese görsem yüzünü
Ya Muhammd canım arzular seni” dizeleriyle ifade etmeye çalışmıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize duyulan sevginin zirve örneklerinden birini oluşturan ve asırlardır en çok okunan metinlerden birisi olan, Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necat (Kurtuluş Sebebi) isimli mevlidinde ise Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisi şöyle dile getirilmiştir:
“Ol idi cân içre bizüm cânumuz
Ol idi her derde hem dermânumuz
Bize onsuz dahi ne dirlik gerek
Badezin bize ölümdür yiğirek
Geliniz ol Mustafâ’ya gidelüm
Mustafâ’sız bu cihânı nidelim”
Türk Edebiyatı’nın en büyük şâirlerinden birisi olan Fuzulî ise Hz. Peygambere duyduğu sevgiyi, Su Kasidesi adlı na’tında şöyle belirtmiştir:
“Ya HabîbALLAH! Ya Hayrelbeşer! Müştâkınam,
Öyle kim leb-teşneler yanıp diler hem-vâre su’’
“Ey ALLAH’ın Sevgilisi ve ey insanların hayırlısı!, Sana aşığım! Dudağı kuruyanların, suya ulaşmasının harereti ile yanmaları gibi, ben de Sana ulaşmanın hasretiyle yanıyorum”
“Üç şey vardır ki; bunlar kimde bulunursa o şahıs, imanın tadını tadar: ALLAH ve Resûlünü herkesten fazla sevmek, sevdiğini ALLAH için sevmek, ALLAH kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman: 9, 14, İkrâh: 1; Müslim, İman: 67; Tirmizî, İman: 10; Nesâî, İman 3; İbn-i Mâce, Fiten: 23.) buyuran Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu sevgiyi gönlünde taşıyanların imanın tadını alacaklarını müjdelemektedir.
İnandım demenin ameli bazdaki aksiyonu bu hadis-i şeriftir. Kulun ALLAH’ı sevmesi, O’nu tanıması ve devamlı bir şekilde O’ndan korkması, kalbini O’nunla ve zikri ile meşgul etmesi ve kendini O’nun huzurunda bulundurmasıdır. Kulun Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi sevmesi: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sözüne, fiiline ve kendisine mahsus olmayan hallerine uymasıdır.
Her iki itibarla bu sevginin alâmeti şudur: Baktığı vakitte masivayı görmez, işittiği vakit de Hakk’ın nidasından başkasını işitmez, bela ve musibetler başına geldiği zaman üzülmez, beladan dolayı feryat etmez ve ALLAH’dan başkasından hiç korkmaz ve O’ndan başkasına bel bağlamaz.
Sevgi, iman gibi ortaklığı kabul etmeyen bir duygudur. Bu itibarla küfürle iman arasında münasebet olmadığı için, kişi, ciddi bir surette ALLAH ve Resûlüne daimi bir surette kalben ve ruhen alakadar olduğu takdirde gayrına bağlanması imkansız olur. Gayra bağlandığı takdirde ALLAH ve Resûlünün sevgisini kesmesi gerekir. Aksi takdirde ya imanı zayıflar ya da ALLAH korusun büsbütün imandan olur. Bunun misali Ashabı Kiramın hayatından anlaşılmaktadır. O’nun için Hz. Ebû Bekir (R.A.) şöyle buyurmuştur: ALLAH’ın saf sevgisinden kim tadarsa artık O’nun tatlılığından dolayı her şeyden yüz çevirir ve nefret eder. Müslümandan başka hiç bir kimseyle arkadaşlık edemez.
“Sevdiğini ALLAH için sevmek” bir anlamda sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. Hadis-i şerifte “imandan dönmek” ile “ateşe atılmak” arasında bir bağ kurulmuştur. Bu imanın cennette, küfrün cehennemde olduğu temel inancının bir yansımasıdır.
Kısacası: İmanın lezzetine varabilmek için ALLAH ve Resûlünü her şeyden fazla sevmek, karşılığını sadece yaratandan bekleyerek sevmek, küfre dönmeyi ölüm pahasına da olsa reddetmek, imanın hakiki lezzetinin sevgi ve fedakârlık yolundan geçtiğini bilmek, özsüz şekilciliğin ALLAH katında değerinin olmadığını bilmek, gerekir. İmanla tatlılık arasındaki münasebet ikisinin de lezzet verici olmalarıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz benzetme yoluyla eğitim örneğini sergilemiştir.
Yine sevginin önemini vurgulayan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Enes b. Malik (R.A.)’den rivayete göre:
“Canımı kudret elinde bulunduran ALLAH’a yemin olsun ki, sizden birinize ben ana-babasından, aile ve çocuklarından ve diğer bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kişi bana ve tebliğ ettiğim İslâm dini’ne tam anlamıyla iman etmemiştir.” (Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 69, 70, Nesei, İman: 19) buyurmuştur. Hz. Ömer (R.A.) bu hadis-i şerifi işitince:
- Ya Resûlellah! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin, dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
- Ya Ömer! Nefsinden de sevgili olmalıyım, buyurunca; Hz. Ömer (R.A.):
- Nefsimden de, diyerek durumu arz etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: - Ya Ömer! İşte şimdi oldu, cevabını verdi. (Buhari; Eyman: 2; No: 6257; 6/2445)
Görüldüğü gibi sevgide öncelik sırası ve en geçerli olanı ALLAH ve O’nun elçisine karşı beslenen sevgidir. Kur’an-ı Kerim’de ALLAH’ı sevmenin ön şartı olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize tabi olunması gerektiği bildirilmiştir: “Resûlüm ya Muhammed! De ki: Eğer ALLAH Teâlâ’yı kemâl-i hulus ile seviyorsanız, bana ittiba ediniz, uyunuz ki ALLAH Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin bağışlasın. ALLAH Teâlâ kullarını çok mağfiret edici ve çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran Sûresi: 31)
Bütün bunlar gösteriyor ki: ALLAH Teâlâ’yı seven ve ALLAH Teâlâ tarafından da sevilen ve günahları mağfiret olunan bir kul olabilmek için tek çare: Resûlullah (S.A.V.) Efendimize ittibadır, O’nu sevmek ve O’na itaat etmektir. Öyle değil mi ya... Bir devlet başkanına muhabbet ve itaatta bulunan bir kimse, O’nun elçisine, memuruna da itaat ve hürmette bulunur. Bunun aksine hareket etmek o devlet başkanına karşı da bir isyan değil midir? Artık bir insan nasıl olur da ALLAH Teâlâ’ya muhabbet iddiasında bulunduğu halde, O’nun gönderdiği Resûlüne isyan eder, O’na cephe alır. Binaenaleyh ALLAH’ın sevgisini iddia edip de Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sünnetine muhalefette bulunan kimse, bu iddiasında samimi değildir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi sevmek demek, O’nun sünnetine uymak ve O’nu hayata geçirmektir. Nitekim Enes b. Malik (R.A.)’den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Sünnetimi ihya eden beni sevmiş demektir. Beni seven ise cennet’te benimle beraberdir,” (Taberani, el-Mu’cemü’l-Evsat, 9/169, No: 9439) buyurmuştur. Yüce ALLAH’ın sevgisine, hoşnutluğuna ve bağışlamasına ermenin yegâne yolu, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yolundan gitmektir. ALLAH’ı hoşnûd etmek, O’nun Peygamberine uymak ve O’nu örnek almakla mümkündür. İmanın kemali ölçüsü Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi her şeyden daha fazla sevmektir. Günümüzdeki kokuşmuşluğun en büyük sebebi sünnete aykırı bir hayat yaşandığından dolayıdır. Sevginin ölçüsü lafızla değil yaşantı ile olmalıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi her şeyden üstün tutmak kamil imanın gereğidir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ittiba kurtuluşun anahtarıdır. Sevgi çoğu zaman şehvet sebebi ile meydana gelir. Ama aşktan mücerret olan sevgi şehvet olmaksızın meydana gelir. Buna göre sevgi tabi ve nefsani olur. Tabi sevgi üç kısma ayrılır. Yüceltme ve büyütme sevgisi ki evladın ana babasına olan sevgisi, şefkat ve merhamet sevgisi ki ana babanın çocuklarına olan sevgisi, menfaat sevgisi ki insanların birbirlerini bir şey için sevmeleri.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu üç itibarla kendi zatında bütün sevgileri toplamıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yüceliğini ve rütbesini, babadan, evlattan ve her iyilik yapandan daha fazla yüceltilmezse iman sahih olmaz ve gerçek Müslüman değildir. Binaenaleyh iman şer’i muhabbeti gerektirir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisi her şeyden daha üstün olmayı gerektirir. Çünkü O insanlığı dalaletten hidayete erdirmiştir. Bu böyle bilinmelidir. Bu özet açıklamadan da anlaşılacağı gibi muhabbet, ruhun kendisinden lezzet duyduğu bir şeye meyletmesidir. Anlaşılıyor ki, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in öngördüğü bu sevgi, Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimize karşı olan inancın sosyal hayatımıza yansımasıdır. Zira tarih boyunca milletimiz O’na derin bir hürmet ve sevgi beslemiştir.
Gerçekten Anadolu insanının okumuşunda, okumamışında, gencinde, yaşlısında, kadınında ve erkeğinde Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bir imajını görmek mümkündür. O’nu kendi hayatlarına, düşüncelerine, kültürlerine, davranışlarına ve çevrelerine yansıtmışlardır.
Şanlı tarihimizi ve kültürümüzü zenginleştiren bu örneklerden birkaç tanesine işaret etmekte yarar vardır:
1- Ne zaman ve nerede olursa olsun O’nun ismi anıldığında, bizim geleneğimizde salât ve selâm getirilerek sözlü, sağ el kalbin üzerine götürülmek sûretiyle O’na olan kalbî bağlılığımız ifâde edilmektedir.
2- Bizim milletimizde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz sevgisi öyle önemsenmektedir ki dualarda hep O’nun şefâati talep edilmektedir. Hatta birine öfke duyulduğu zaman, “Peygamber şefâatinden mahrum kalasın!” denilmesi bile bunun ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir.
3- Anadolu insanı Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimize olan sevgisinden ve bağlılığından dolayı çocuklarına O’nu hatırlatacak isimler vermektedir. Erkek çocuklarına Mehmet, Ahmet ve Mustafa gibi isimleri tercih ediyorlar. Bu hususta bir inceliği de dikkate alarak ‘’Muhammed’’ ismini verecek olursa ağzından çıkabilecek bir hatalı ifadeden dolayı Peygambere saygısızlık olmasın diye daha çok “Mehmet” olarak isimlendirmeyi uygun görmüşlerdir. Bu duygu ve hasret, kız çocukları için de geçerlidir. Bilindiği gibi “gül” ve kokusu Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin teninden hasıl olduğu söylenmekte, bu nedenle gül motifi O’nun bir simgesi olarak kabul edilmiş, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz güle benzetildiği için edebiyatımızda gül motifi çok kullanılmıştır. Fuzûlî’nin ifâdeleriyle: Bahçıvan ne kadar uğraşırsa uğraşsın O’nun gibi bir gül yetiştiremeyecektir. Ancak bizim insanımız çocuklarına isim verirken içinde gül geçen isimlerin tercih edilmesi de bundan dolayıdır. Gülnûr, Gülbû, Gülşen, Gülendâm v.s.
Mahallemizde kapıcılar var. Onların hanımları aralarında konuşuyorlardı. Çoğunun kızlarının adı Gül, Güldane, Gülser, Gülseren veya Güllü gibi bir isimle başlamaktadır. Sordum:
- Nerelisiniz?
- Çankırılı, Çorumlu, Sivaslı, Kırşehirli, Yozgatlı, Erzincanlı gibi Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden olduklarını söylediler. Dedim ki:
- Sizin köylerinizde Gül pek fazla değildir. Neden çocuklarınıza hep Gül adını veriyorsunuz? Yoksa Gül’e olan hasretinizi mi böyle ifade ediyorsunuz. Hanımlardan en yaşlısı tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
- Yok bey yok. Gül, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin remzidir. Gül, O’nun sembolüdür, simgesidir. Biz çocuklarımıza Gül adını vermekle Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin adını veriyoruz.
Onları öpüp koklamakla Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi koklamış oluyoruz. Belki bu kadın okur-yazar bile değildir. Ancak O’nun gönlünden gelen bu cevap, bir kültürü ve sevgiyi canlandırmakta, ayrıca Yunus’un asırlar öncesi söylediği şu dörtlüğü hatırlatmaktadır:
“Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefaat eyle kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed”
Ve Ali Ulvi KURUCU hocaefendi:
“Gönlüm sana âşık, sana hayrandır efendim.
Bir ben değil, âlem sana kurbandır efendim.”
Canım kurban olsun Senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed”
Süleyman Çelebi Mevlid-i Nebî’sinde:
“Ey gönüller derdinin dermanı Sen,
Ey yaratılmışların Sultanı Sen.”
Merhum Necip Fazıl:
“Müjdecim, kurtarıcım, efendim Peygamberim,
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim,” demektedir.
Bilindiği üzere yüce dinimiz vatan, hürriyet, cihad ve şehitlik gibi konulara önem vermektedir. Bunları korumaya çalışan bir milletin ordusunun fertlerine, adeta Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz gözüyle bakılmasından dolayı “Küçük ve sevimli Muhammed” manasına gelen “Mehmetçik” ismi verilmiştir. O’nun mensup olduğu askerlik mesleği ile icra ettiği görev ve hizmetinin önemini vurgulamak için de, “Peygamber Ocağı” denmiştir.
5- Yavuz Sultan Selim tarafından bazı mukaddes emanetlerin Topkapı Sarayı’na nakledilerek burada muhafaza edilmesi, milletimize ayrı bir haz ve heyecan vermiştir. Yüzyıllar boyunca bu mukaddes emanetin bulunduğu dairede gece ve gündüz ara verilmeksizin Kur’an-ı Kerim okunması teamül haline getirilmiştir. Diğer yandan her yıl Ramazan ayında binlerce insan Hırka-i Şerif Camii’ni ziyaret ederek O’na karşı olan sevgi ve hasretini gidermektedir.
6- Asırlar boyunca Osmanlı sultanları Hicaz bölgesine hizmet ederek Mekke ve Medine halkını maddî yönden desteklemişlerdir. Ayrıca “Haremeyn”i korumayı, bakım ve onarımını yapmayı dinî ve hayrî bir görev telakki etmişlerdir. Her yıl üç aylar girdiğinde Anadolu insanının katkısıyla, Kudüs, Medine ve Mekke’deki Müslümanlara ulaştırılmak üzere para, kumaş vs. kıymetli eşya gönderilirdi. Buna “Sürre”’ denmekteydi. Bu tür yardım götüren özel birliklere de “Sürre Alayları” denirdi. Bu uygulama da Anadolu insanının Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize duyduğu sevginin güzel bir örneğidir.
7- Hâlen devam etmekte olan bir başka husus da Anadolumuzun hemen hemen her tarafında kız isteme sırasında “ALLAH’ın emri ve Peygamberin kavli...” ile söze başlanması Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan bağlılığın bir başka tezahürüdür.
8- Kültürümüzde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz sevgisinin şeklen de olsa çok önemli göstergelerinden biri de hemen her vesileyle hayatımızın belli başlı noktalarında O’nun doğumu üzerine yazılmış olan mevlid manzumelerinin okunduğu mevlid merasimleri tertip etmektir.
Anadolu’da yerleşmiş bir mevlid kültürü vardır. Doğum, ölüm, sünnet, nişan, düğün, kandil, hacı uğurlama ve karşılama gibi akla gelebilecek birçok tören sırasında mevlid okunmaktadır. Bu geleneğin Osmanlılar döneminde de “MevIid AIayı” şeklinde resmi bir merasim halini aldığını görmekteyiz. Her yıl Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin doğum gününe rastlayan Rebiu’l-evvel ayının onikinci gününde Sultan Ahmet Camii’nde bir merasim yapılırdı. Burada devlet erkânı ve müderrisler protokol sırasına göre, Vezirler, Yeniçeri Ağası, Defterdar, Reisü’l-Küttap, Kapıcıbaşı Ağalar... otururlardı. Daha sonra ferace giymiş Padişah, alay eşliğinde camiye götürülürdü. Padişahı Yeniçeri ve Kapıcıbaşı Ağaları selâmladıktan sonra yerlerini alırlardı. Milletimizin asırlar boyunca sahiplendiği bu mevlid kültürü, günümüzde de millî birlik ve beraberliğimizi korumada önemli bir yer tutmaktadır. Bugüne kadar Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan sevgi, aşk ve hasretlerini “Na’t”lar halinde dile getirmek üzere yüzlerce mevlid metni yazılmıştır. Fakat bunların arasında Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlidin müstesna bir yeri vardır. Merhaba bahrinden alınan şu mısralarda, bir yandan Resûlullah (S.A.V.) Efendimize dünyayı şereflendirmelerinden dolayı hoş geldiniz denilmekte, diğer yandan da âsi, günahkâr, çaresiz ve zor durumda kalan bütün ümmet için bir kurtarıcı olduğu müjdelenmektedir:
“Merhaba ey âsi ümmet melceî
Merhaba ey çaresizler eşfeî
Ey cemali gül yüzü bedr-i münir
Ey kamu düşmüşlere sen destgir”
9- Hacc yapmak insanımızın en çok arzuladığı bir ibadet olduğu gibi Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret edip orada kırk vakit namaz kılmak da bunun yanında gelmektedir. Ancak buna imkân bulamayanlar, ne zaman hacca ve umreye giden bir yakınlarını veya tanıdıklarını görseler Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize selâm göndermeyi ihmâl etmezler.
Şairler, aşıklar ve edipler, fizikî ve coğrafî anlamda uzak olsalar bile, Anadolu insanı ile Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ve O’nun kabrinin bulunduğu Medine şehri arasında bir sevgi köprüsü kurmuşlardır. Öyle ki, O’na ulaştırılmak üzere esen rüzgârlar ve akan sularla selâm, hasret, ta’zim ve sevgilerini göndermişlerdir. Şu şiir bunu ne güzel dile getirmiştir: “Ey bâd-ı saba, uğrarsa yolun semt-i Haremeyne,
Ta’zimimi arz eyle, Resûlü’s-sekaleyne.
Şahidim arz-u sema’dır, bütün ecramîle,
Aşıkım, sıdk ile ben, Hazret-i şâh-ı Rusüle.
Yansa da kalbim bu hasret ile,
Takati yok dilimin halimi takrire bile.
Ey bâd-ı saba, uğrarsa yolun semt-i Haremeyne,
Selâmını arz eyle Resûlü’s-sekaleyne!” (Sadeleştirilmiş şekli şöyledir: “Ey gün doğusundan esen rüzgar, Mekke ve Medine tarafına yolun düşerse, insanların ve cinlerin Peygamberi Muhammed Mustafa’ya saygımı arzeyle. Yer ve gök her şeyi ile şahidimdir ki, ben samimi olarak Peygamberlerin şahı Hz. Muhammed’e aşıkım. Kalbim bu hasret ile yansa bile, halimi dilimin anlatmaya gücü yoktur. Ey gün doğusundan esen rüzgar, Mekke ve Medine’ye yolun uğrarsa insanların ve cinlerin Peygamberi Muhammed Mustafa’ya selâmımı arzeyle.”)
Fuzuli de ‘Su Kasidesi’nde Fırat ve Dicle’nin aktığı istikameti, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin istikameti olarak değerlendirerek bu iki nehrin başlarını taştan taşa vurup o yöne doğru yol almalarını Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ulaşmanın çırpınışları olarak değerlendirmektedir:
“Ravza-i kûyına her dem durmayıp eyler güzar âşık olmuş galiba ol serv-i hoş-reftare su.
Hak-i payine yetem der ömürlerdir muttasıl başını taştan taşa urur gezer avâre su.”
Numune-i imtisal olması bakımından şair Nabi’nin Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi ziyaretini buraya alıyoruz. Bir atıfet olarak zamanının paşalarından biri şair Nabi’yi hacca götürür. Sıra Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi ziyarete gelir.
Deve üzerindeki mahfilin bir tarafında Paşa, diğer tarafında Nâbi bulunmaktadır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabr-i şerifleri olan Kubbe-i Hadrâ görülmeye başladığı sırada Nâbi hürmet ve edebinden, kendini o makamı ziyarete layık görememekten gelen mahcubiyetten ne yapacağını şaşırmıştır. Paşa ise uykusu gelmiş, dalgın ve ayağını uzatmış bir halde adeta nereye geldiğinin farkında değildir. Nâbinin dudaklarından gayr-i ihtiyari:
“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdadır bu.
Nazargâh-ı İlahidir, makam-ı Mustafa’dır bu.
Müraat-ı edep şartı ile gir, Nâbi bu dergâha.
Metaf-ı Kudsiyandır büsegâh-ı Enbiyadır bu.” mısraları dökülür. Paşa her zamanki tavrıyla:
- Ne o Nâbî! Gene bir varidat mı var? Deyince, Nâbi:
- Evet paşam! Makam-ı Muallâ’ya yaklaştık. Kubbe-i Hadra görünüyor. Birden içime bu doğdu, diye mısraları tekrarladı
Paşa ile hürmeten derhal deveden inerek yaya olarak yol almaya başladılar. Dinlediği mısralardan, oldukça duygulanan paşa, Nâbî’den mısraları tekrar okumasını rica eder. Nâbi mısraları tekrar ederken karşılarındaki bir minareden fecir vakti aynı mısraların tatlı nâmelerle yayıldığını işitirler. Kulaklarına inanamayan Nâbi:
- Aman paşam! Ne oluyor? Bu nasıl bir iştir? Şu minareden duyulan mısralar az evvel benim kalbime ilham edildi ve ben onu sizden başkasına okumadım. Sizde işitiyorsunuz değil mi? der. Paşaya daha fazla tahammül edemeyeceğini söyleyen Nâbi işin aslını öğrenmek üzere mü-ezzinin yanına koşar ve :
- Siz Türkçe biliyor musunuz? Diye sorar.
- Hayır
- Peki söylediğiniz mısraları nereden öğrendiniz?
- Başımı da alsalar bu söylenmez.
- Yahu! Biraz evvel bunu ben söyledim. Baktım sen de söylüyor-sun. Hayret ve şaşkınlık içindeyim.
- Siz Nâbi misiniz?
- Evet!
Bu cevabı alan müezzinin gözleri yaşarır, eğilerek Nâbî’nin elini öpmek ister. Nâbî’nin hayreti bir kat daha artar. Nihayet müezzin, Nâbi’yi meraktan kurtarır ve şöyle der:
- Rüyamda Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi gördüm. Bana: “Nâbî geliyor, çık ve minareden O’nun şu sözleriyle, O’nu karşıla ve selâmla,” diye emrettiler. Ben de bu emir üzerine bu şiiri okudum.
Şu beyit ise Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisini zirveye taşıyarak O’nun muhabbetten yaratıldığını ve kaynağını O’ndan almayan bir sevginin değeri olmadığını çok veciz bir şekilde açıklamaktadır:
“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?” Orta Asya’dan beri gelen yazılı ve sözlü dinî edebiyatımızda eserlere başlanırken ALLAH’a hamdden sonra O’nun Resûlüne salât u selâm getirilmesi sadedinde na’t-ı şerîflerin yer alması da âdeta üzerinde ittifâk edilen bir başka husustur. Asırlar boyu süren bu na’t-ı şerîf geleneği şâirlerimizin büyük ekseriyetinin divanlarında önemli yer tutmaktadır. Hattâ içinde sadece na’tlar bulunan müstakil divanları bulunan şâirlerimiz pek çoktur.
Bütün bunlar milletimizin Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan sevgisinin her vesileyle ifade edildiğinin birer işaretleridir.
Sevgi, aşk, muhabbet gibi kelimeler, tek başlarına bile, duyulduklarında insanların yüzlerini güldüren; gönüllerine ferahlık veren ve onları hayata bağlayan sanki sihirli sözcüklerdir. Bir de bu kelimelerin insanların en değerli varlıkları ile birlikte anıldıklarını düşünelim. İşte o zaman hissedilen duyguların coşkunluğunu ifade etmekte kelimelerin yeterli olamayacağını herkes bilmektedir. ALLAH sevgisi; Peygamber sevgisi; vatan, millet, bayrak sevgisi; anne ve baba sevgisi; kardeş sevgisi vb. duygular, çocukluğumuzdan itibaren hepimizin gönüllerinde yeşermesi ve gelişmesi için büyüklerimizin öğretmeye çalıştığı güzelliklerin ba-şında gelmektedir.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz ve O’na duyulan sevgi, Müslüman şâirler için en önemli ilham kaynaklarından birisi olmuş; şâirlerimiz O’nun hayatının her safhasını şiir diliyle anlatmış ve ona olan sevgilerini dile getirmişlerdir. ALLAH Resûlünün sağlığında, Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha, Ka’b b. Züheyr gibi şâir sahabelerin şiirleriyle başlayan mümin gönüllerde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisini canlandırma gayreti, Türk Edebiyatı’nda Ahmet Yesevî, Mevlâna, Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Fuzulî, Baki, Nabî, Şeyh Galip vb. isimlerini sayamayacağımız kadar çok şairimizin yazdıkları na’t, mevlit, gibi örneklerle devam ettirilmiştir. Yunus Emre ona olan sevgisini:
“Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasib eylese görsem yüzünü
Ya Muhammd canım arzular seni” dizeleriyle ifade etmeye çalışmıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize duyulan sevginin zirve örneklerinden birini oluşturan ve asırlardır en çok okunan metinlerden birisi olan, Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necat (Kurtuluş Sebebi) isimli mevlidinde ise Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisi şöyle dile getirilmiştir:
“Ol idi cân içre bizüm cânumuz
Ol idi her derde hem dermânumuz
Bize onsuz dahi ne dirlik gerek
Badezin bize ölümdür yiğirek
Geliniz ol Mustafâ’ya gidelüm
Mustafâ’sız bu cihânı nidelim”
Türk Edebiyatı’nın en büyük şâirlerinden birisi olan Fuzulî ise Hz. Peygambere duyduğu sevgiyi, Su Kasidesi adlı na’tında şöyle belirtmiştir:
“Ya HabîbALLAH! Ya Hayrelbeşer! Müştâkınam,
Öyle kim leb-teşneler yanıp diler hem-vâre su’’
“Ey ALLAH’ın Sevgilisi ve ey insanların hayırlısı!, Sana aşığım! Dudağı kuruyanların, suya ulaşmasının harereti ile yanmaları gibi, ben de Sana ulaşmanın hasretiyle yanıyorum”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder