
Malumdur ki Cenâb-ı Hak nübüvvet delilini kıyamete kadar bâkî eylemiş, evliyayı o delilin izharına sebep kılmıştır. İşte o Allah (c.c.) Dostları, insanları Hakk’a davet eden, doğru yolu göstererek saadet ve selâmete kavuşturan her biri güneş gibi nurları ile cihan köşkünü aydınlatan sultanlardır. Onlar hakikat yolunun eşsiz rehberleri, zaman ve mekânın incileri, Hak dergâhının kıymetli bekçileri, sırat-ı müstakim üzerinde sefer eden gerçek tasavvuf kervanına katılıp, hidayet ve saadete ererek Allah (c.c.)’a vuslat eden Hak erleridir.İşte bu erlerden birisi de her türlü fezail ve kemalâtı üzerinde toplayan, Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.v.) aşkı ile yanıp kavrulan, ümmi ve lakin manevi ilim, irfan, mağfiret, takva ve verâ sahibi, eşsiz kerametlerin kahramanı, veliler sarayının sultanlarından Lâdikli Ahmed Hüdai (k.s.) Hazretleridir.Konya’nın Sarayönü kazasına bağlı Lâdik kasabasında hicri 1304 yılında doğmuş, yine burada büyümüş ve yetişmiştir. Babasının adı Mehmed, annesinin adı Emine’dir. Hazretin çocukluk ve gençlik yılları hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz.1897 yılında çıkarılan seferberlik emriyle iki ağabeyi ile beraber babalarının: “Evlatlarım ölmek var dönmek yok. Bana gazi ve şehid babası olma şerefini çok görmeyiniz. Vatan, millet, din sizlerden bugün yolunda kanlar, canlar feda etmenizi bekliyor. Hakk’ın rızası, Peygamber (s.a.v.)’in hoşnutluğu için bu uğurda erlik zamanıdır.” Tenbihatı ve dualarıyla cihada koşmuşlardır.Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebeleri’ne katılarak kahramanca çarpıştılar, daha sonra Makedonya, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan’da çeşitli cephelere katılan Ahmed Hüdai Hazretleri cepheden cepheye koşan Mehmetçikler arasında bulundular. Balkan ve Çanakkale harbinde de bulunmuşlar, ağabeylerinden biri Çanakkale’de diğeri Kırkgazi’de şehid olmuştur. Hüdai Hazretleri ise ikinci defa burada yaralılar arasındadır.Hicazın sıcak çöllerinde de vatan savunmasında bulunan Hüdai Hazretleri üçüncü kez yaralanmış ve burada vuslatın kapısını aralamıştır. O günleri Ahmed Hüdai Hazretleri şöyle anlatır:“Gazze şehri civarında İngilizlerle harb ederken mensup olduğum birlik İngilizler tarafından pusuya düşürülmüş, birliğin bir kısmı şehid olmuş, bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlarım peş peşe vurularak şehid oldular. Bunlar arasında sıcaktan kavrulan kumlar üzerinde susuzluktan yanıyor, Mevlâm’a yönelmiş
O’na kavuşma anını bekliyordum. Bulunduğumuz mevkii esas birliğimize üç günlük yoldu. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda nihayetsiz kerem sahibinin kudret ve vefa eli bize yetişti.Kumları boyamış şehidler kanı,Veren alır imiş bu tatlı canı,Nerelerden kurtarır Mevlâ insanı,Nice ol çöllerde kalmaz Hüdai.Güneşin vurduğu yönden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Atlı bize yaklaştı ve bana: “Esselâmü aleyküm Ahmed! Ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım.” diyerek ismimi söyleyince başımı kaldırıp baktım, “Kalkmaya mecalim yok.” dedim. Attan inip yanıma geldi, şehid arkadaşlarımı birer birer çekti ve “Sana su vereyim mi?” deyip su dolu bir matara verdi. Susuzluktan yanan bağrıma o vefa elinin verdiği hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim kana kana..! Mübarek zât ellerini sızlayan yaralarımın üzerinde gezdirirken ağrılarım diniyor, taze bir hayat buluyordum. İşte o su beni başka âleme götürdü. Bana ne olduysa Rahman’ın vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.Sonra beni atının terkisine aldı, üç günlük mesafedeki karargâha götürdü. Yolu ne zaman ve nasıl geldiğimizi bilemedim. Karargâhın yanında beni atın terkisinden indirdi. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu zâta:“Efendim sizi bir daha görecek miyim?” dedim. Mübarek zât (Hızır a.s.) bana:“Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan bu son görüşmemiz.” dedi. Bir müddet sonra Elhamdülillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi beni taburcu ettiler. Memleketim Lâdik’e gittim.İşte hocamın (Hızır (a.s)) yaralı iken bana verdiği o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi günden güne sinemi yakmaya, beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı.Çekersin bu aşkı sevdası bitmez,Ateş yanmayınca dumanı tütmez,Bu çobanı kovsan kapından gitmez,Dağların mecnunu oldu bu gönül.İşte bu gönül yangınında Mevlâ’sıyla yalnız kalmak ve vuslata ermek için Ahmed Hüdai Hazretleri kendisine meslek olarak çobanlığı seçmiştir.Tam on iki yıl geçmişti aradan. Nihayet bir gün Hızır (a.s.) teşrif edip göründüler. O günden sonra hemen hemen her gün gelir, Hüdai Hazretlerine lüzum gelen dersleri ve malumatı verirdi. Artık öyle bir zaman gelmişti ki, hocasıyla birlikte manevi toplantılara iştirak ediyorlar, Rical-i Gayb Hazeratından olan yediler arasındaki yerini alıyorlardı.O kemal mertebelerinde ilerlerken, kendisine Rabbi tarafından “doğru yola mensup” anlamındaki “Hüdaî” ismi verilmiştir. O’nun Hak katındaki makam ve mertebesini bilmekte nasipsiz olan insanlar ona “Ahmed Ağa” diye hitap ederken; Hüdaî Hazretlerini en ileri derecede anlayan âlim ve arif Abdullah Faruki el-Müceddidî Hazretleri, ona Rabbi tarafından verilen Hüdai ismiyle hitap edilmesini ısrarla emir ve tavsiye ederlerdi.Ol Mevlâ koymuştur Hüdaî adını,Melekleri eder gökte feryadını,Mevlâm senin aşkından almışım tadını,Mevlâ’dan ayrılmaz asla Hüdaî.Peygamberimiz (s.a.v)’in, “Allah cahil veli edinmez, veli edindiğini de ilimsiz bırakmaz.”(el-Aclûnî, II/235.) hadisi şeriflerinde işaret edilen mana mucibince, ümmi olan Ahmed Hüdai Hazretleri de Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle ledünni ilme vakıf olmuşlardır. Hüdai Hazretlerinin bu haliyle ilgili şu hadise çok manidardır:Ahmed Hüdai Hazretlerini bir gün devrin ünlü meşayihlerinden birisinin âlim bir talebesi ziyaret ederler. Öğle namazını beraberce camide kılıp Hüdai Hazretlerinin odalarına doğru gelirken misafir zat, gönlünden; “Bu zatta ilim olsa ne olur, ümmi çobanlık yapan birisi.” diye geçirir. Odaya gelip biraz oturduktan sonra Ahmed Hüdai Hazretleri adama dönerek; “Sor, ne sorarsan sor!” der, kalbini göstererek, “Şuram ilimle dolu.” dedikten sonra da Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okuyup manasını vermeye başlamıştır. Celâlli bir çehreyle adama bakarak; “Hocaefendi, siz Kur’ân-ı Kerim’deki 18 peygamberin belki hayatlarını bilebilirsiniz. Eğer başınızın ağrımayacağını bilsem yüz yirmi dört bin peygamberin birer birer hayatlarını sana anlatmaya kadirim biiznillah” buyurdular.Bir üstattan okumadım yol nedir, erkân nedir,Ey beni yaratan Hüdâ’m, cümle bilgi sendedir,Dertliler geldi kapına, hem dermanı Sen’de,Aşk-ı Rasûl düştü kalbe, hem yangınlık sendendir.Rabbi’nin ona lütfettiği güzelliklerden birisi de tayy-i mekân makamıdır. Rabbimizin bu lutfuyla kısa zamanlarda farklı farklı yerlere, farklı farklı iklimlere sefer edebiliyorlardı.Hakk’tan birçok hikmete mazhar olan Ahmed Hüdai Hazretleri manevî orduda askerlik ederdi. Zamanında patlak veren Kore ve Kıbrıs harplerinde de bulunmuş, manevî olarak Mehmetçiklerin nice zor anlarında imdatlarına yetişmişlerdir.Kahraman askerler etmeyin merak,Zannetmem Türkiye Kore’ye ırak,Yetmiş bin süvari altında Burak,Cem oldu evliya hepsi varıyor.Ahmed Hüdai Hazretleri kerametleri zahiren fazlaca görünen bir Allah (c.c.) dostudur. Ahmed Hüdai Hazretleriyle görüşmüş hemen her insanın onunla ilgili bir kıssası, bir menkıbesi vardır. Kendisiyle görüşen insanların iç hallerine biiznillah vakıf olur, onlar söylemeden hallerini bildirirlerdi. Misafirlerine kış mevsiminde yaz meyvesi ikram ettiği defâatle sabittir. Kendisinden dalından yeni kopmuş hurma isteyen birisine biiznillah istediğini vermiştir.Bir gün Mevlânâ Hazretlerini gecenin geç saatlerinde ziyaret etmiş, kapılar kapalı olduğundan içeri girememiş, cezbeli bir halde şu beyitleri söylemiştir:Vardım aşkı pervaneye,Hak esrarı divaneye,Selâm verdim Mevlâne’ye,Açın kapıyı ben geldim.Selâm, enbiya, erenler,Hakk’a arzuhal verenler,Açıp kapıyı girenler,Açın kapıyı ben geldim.Ve kapalı olan dergâhın kapıları insan eli değmeden açılmıştır.Hüdai Hazretlerinin bizim için en güzide kerametlerinden biri de, son asrımıza damgasını vurmuş âlim, zâhid, âbid, gönlü aşk dolu bir davetçi olan muhterem merhum Üstadımız Abdullah Faruki el-Müceddidî Hazretlerini seneler öncesinden işaret etmeleridir. O zamanlar Konya’nın Kadınhanı ilçesinde, karakol amirliği yapan Fevzi Efendi, bir gün Lâdikli Ahmed Hüdai Hazretleriyle bir araya geldiklerinde, doğulu olması hasebiyle Lâdikli Ahmed Hüdai Hazretleri ona aynen şunları söyler:“Fevzi Efendi, yakında şarktan bir koç çıkacak, adı da Farukî olacaktır.” Aradan yıllar geçtikten sonra Fevzi Efendi, Abdullah Faruki Hazretleriyle tanışmış ve hizmetlerine girmiştir. Fevzi Efendi, bu hadiseyi rahmetli Üstad’ımıza intisabından sonra hikâye etmiş, Abdullah Faruki Hazretleriyse Ahmed Hüdâî Hazretlerinin acaba kendisini niçin ‘koç’a teşbih ettiğini merak etmiş ve bir sohbetinde, bu mana kuvvetini, Lâdikli Ahmed Hüdai Hazretlerinin zâhirdeki meslekleri çobanlık olması hasebiyle koça teşbih ettiklerini latife etmiş ona olan sevgilerini izhar etmiş ve kabr-i şeriflerini de bir çok defa ziyaret etmiştir.Yine Hüdai Hazretleri 1960’lı yıllarda komünist Rus rejiminin 1990 yılında yıkılıp 16 parçaya bölüneceğini, İran’da ihtilal olup siyah cübbelilerin duruma hâkim olacaklarını bunun gibi daha birçok hadis
eyi önceden Allah (c.c.)’ın izniyle bildirmişlerdir.Kendisi tayy-i mekân olmasına rağmen birçok sıkıntılara katlanarak 1966 yılında haccetmişler, etrafındakiler birçok harikulade olayı ondan müşahede etmişlerdir.Ahmed Hüdai Hazretlerinin kadr-ü kıymeti bilinmeyen en önemli özelliği Rasûlullah (s.a.v.)’a olan engin aşk ve muhabbeti olsa gerektir. Hakikaten zamanında ona vasıl olanların ekseriyeti ondaki bu muhabbeti idrak edememişlerdir. Onu tanıyanlar arasında kerametleri dilden dile dolaşır; ama Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e duyduğu aşktan hiç bahsedilmez.Onun bu yönünü kendisinin vefatından seneler sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in manevi işaretleriyle Ankara’dan Abdullah Faruki Hazretleri fark etmişler, o günden sonra onun bu halinden sıkça bahsetmiş, insanlara Ahmed Hüdai Hazretlerini, yeniden ve en güzel yönüyle tanıtmışlardır. Kendileri kalabalık bir cemaat gurubuyla Lâdik’e gitmişler ve Rasûl’ün (s.a.v.) iki aşığının buluşması sağanak bir rahmetin altında olmuştur.Lâdikli Ahmed Hüdai Hazretlerinin, kabrinde dahi Rasûlullah (s.a.v)’a salâvat-ı şerife getirdiğini keşfen bildiren Abdullah Faruki Hazretleri sanki onun seneler önce söylediği şu beytine işaret ediyorlardı:İstemem dünyayı cihanı versen,Bu asi, Ravza’ma girmesin dersen,Kabire de girsem vazgeçmem senden,Açın bu Ravza’yı Habib’i de var,Cümle dertlerimin tabibi de var.Ömrünü Rabb’inin rızası ve Habib’inin aşkıyla dolu dolu geçiren Hüdai Hazretleri vefatına yakın bir zamanda oğluna kendisinde bulunan manevi emanetleri sahipleri gelince verilmesini vasiyet etmiş. 8 Haziran 1969 yılı bir pazar günü Tevhid ve Şehadetle “Allah… Allah…” diyerek cemaline meftun olduğu Rabbine yürümüşlerdir. Lâdik’e sığmayan bir cemaatle bir ikindi üzeri memleketi Lâdik’e defnolunmuştur. Kabri şerifleri, ziyaretgâh olup sevenleriyle dolup taşmaktadır.Rabbimiz Hüdai Hazretleri’nin aşkından bizleri de hissedar edip, bizi himmet, nazar ve teveccühlerinden mahrum etmesin. Âmin.


DÎVÂN-I ŞERİFLERİ
Ümmi bir veli olan Ahmed Hüdai Hazretlerinin gönlündeki aşk ateşi mübarek dudaklarından beyitler olarak dökülmüş, Rasûlullah (s.a.v)’in sevgisine çorak kalmış, susamış gönüllere bir âb-ı hayat gibi aşk kaseleri sunmuştur.Kendilerinden bir satır bile telif edilmeyen bu aşk dolu beyitler, sevdikleri tarafından kaydedilmiştir. Beyitlerin bine ulaşmasında büyük gayretleri olan Zıvarıklı Ahmed Efendi, beyitler hakkında şunları söylemiştir.“Ahmet Ağa (Hüdai) Hazretlerinin bütün beyitlerini bir kitaba sığdırmak mümkün değildir. Öyle zamanlar oldu ki, ben beş çuval dolusu hatıraları yakmak zorunda kaldım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder